Türkiye-İran İlişkileri ve Avşarlar [Yahut Türkiye ile İran savaşırsa..] - Aziz Dolu ATABEY - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









Türkiye-İran İlişkileri ve Avşarlar [Yahut Türkiye ile İran savaşırsa..] - Aziz Dolu ATABEY
Tarih: 21.08.2015 > Kaç kez okundu? 2674

Paylaş


Akşam akşam, televizyonun (Azerbaycan Türklerinin tâbiriyle telekanal..) karşısına geçip de İran ile ilgili haberleri seyredince Bolu/Gölköy’de başımızdan geçen bir hadiseyi hatırladık canlar. Hatırlayınca da yüzümüzde bir istihza peyda oldu. Günlerden bir gün -halen Tosya İlçe Millî Eğitimde Şube Müdürü olarak görev yapan- Cemalettin İpek kardeşimizle omuz omuza vermiş; pürdikkat, edebiyat dersimize giren Meliha Tapsız Hocamızı dinliyorduk. Millî ve manevî değerlerine sımsıkı bağlı bir hanımefendi olan Meliha Hocamız ‘şubat soğuğu’ndan korunmak için sınıfta bile perukla dolaşırdı. Eşini kaybettiğini biliyorduk. Rivayetler muhtelifti. Ülkemizin Güneydoğusunda şehit olmuş diyen de vardı, bir hastalıktan öldüğünü söyleyen de… Bize gelince, bir ‘ana’ gibi sevdiğimiz hocamızı üzmemek için, merâkımızı celbeden bu mevzuyu bir türlü açmaz, açamazdık.

O gün dersimizin konusu Dede Korkut hikâyeleri idi. Milletimizin Gök Tanrı inancından, İslâmiyet’e geçiş devrelerinde ortaya çıkmış olan ve dünyada bir eşi benzeri daha bulunmayan Dede Korkut hikâyelerine ayrı bir önem veren Hocamız, naklettiği bilgilerin belleklerimizde kalıcı olması için yer yer değişik misaller de veriyordu. Dersin bir yerinde “Arkadaşlar! Dede Korkut Hikâyeleri edebiyatımızın şaheserlerindendir. Vatan-millet sevgisi aşılar.” dedi ve ekledi. “Biliyorsunuz vatan sevgisi imandandır, denir bir hadis-i şerifte.” Demesiyle de, etrafındaki birkaç muallim namzediyle birlikte devamlı surette sınıfın sol arka cenahında oturan Adnan’ın mevzuya dalması bir oldu. 28 Şubat soysuzluğu yerleşkenin (campus) her köşesinde hissedilirken; başörtülü kızlar baskı ve aşağılanmalara maruz kalırken; Marksist bozuntusu bazı hocalar, misal Ramazan ayında elde çay-simitle derslere girip, “kendinize niye eziyet ediyorsunuz” gibi lâkırdılarla manevî değerlerle alay ederken… sesini çıkaramayan radikal İslâmcı havalarındaki bu zatın “Hocam, kaynak gösterin.” sözüne hocamızın boş bulunup “Efendim! Ne kaynağı?..” deyivermesiyle dersi alttan aldığı için bizim sınıfa girip çıkan Molla Efendi’nin hücuma kalkıp; “Vatan sevgisi imandandır sözüne dair kaynak gösterin. Böyle bir hadis yoktur. Milliyetçilik ideolojisini haklı göstermek için uydurulmuştur. Milliyetçiliğin dinimizde yeri yoktur. İslâm’la milliyetçilik bağdaşmaz.” gibilerinden birkaç cümleyi ardı ardına sıralayıvermesi bir oldu. Meliha Hocamızın zor durumda kaldığını, daha da kötüsü üzüldüğünü görünce biz de dayanamayıp, muhtereme karşı “Türkiye ile İran savaşsa sen hangi tarafta yer alırsın ulan” diye belden aşağı bir darbe savurduk. Bir iki ık-mık eden Adnan’ın kısık sesi duyuldu: “Ne maksatla soruyorsun bunu?”. O anda bizim Yörük damarı daha bir adrenalin yüklemesi yaptı ve bu kez de beynine son darbeyi deh ettik: “Ben Türkiye tarafında savaşırım. Bu da milliyetçiliktir. Seni bilmem ama!..” Sonrasında ne oldu derseniz; softanın yutkunup kalması, Meliha Hanımın “Aziz, lütfen!..” demesiyle birlikte bizim tartışma da nihayete ermişti. Ha bu arada Meliha Hocamızın gözlerindeki tebessümü görmek de ayrı bir mutluluk kaynağı olmuştu bizim için.

Şimdi bu anıyı sizlerle niye paylaştık: Hanımlar, Beyler! Türkiye ile İran tarihî süreçte her ne kadar zıt karakterli iki ülke gibi görünse de aslında iki kardeş ülkedir. Hatta tarihte bir yolculuk yapacak olursanız, zaman zaman yekvücut olduklarını da görürsünüz. Bizim yüksek tahsil yılları 28 Şubat soysuzluğu, İran’daki yönetimin (regime/rejim) Türkiye’ye yönelik faaliyetleri, İran topraklarında PKK kamplarına ve faaliyetlerine izin verilmesi gibi nedenlerden dolayı İran karşıtı bir havada geçmişti. Sonradan iki ülke arasında esen soğuk rüzgârların yerini sıcak komşuluk ilişkileri alınca dahası Türk tarihine duyduğumuz yoğun ilgi-alâka neticesinde İran’ın -neredeyse- 800’lü yıllardan 1925’e kadar Türk idaresinde kaldığını; Şiîliği, İran’ın resmî mezhebi yapanların bizzat Safevîler olduğunu; İran nüfusunun yarıdan çoğunun -hâlâ- Türklerden oluştuğunu filan öğrenmemizle birlikte fikir dünyamızın çapı da bir hayli genişlemiş oldu. Hatta temelleri Atatürk tarafından atılmış olan Sadabat Paktının tekrar canlandırılmasını savunmaya bile başladık. Mehmet Âkiflerin, Necip Fazılların, Serdengeçtilerin gönül verdikleri, verdikleri için de başlarına gelmedik belâ-musibet kalmayan o davaya; Türk’ün, İslâm davasına gönlümüzü kaptırarak bir hilâle, bir yıldıza meftun olup çıktık vesselâm.

Mevzu İran olunca, bizim için akan sular durur canlar. Niye derseniz Sarıabalı (Sarıoba) obası, Karahacılı aşireti, Avşarlar diye giden şeceremiz İran’ın doğusuna, ta Horasan’a kadar dayanır da ondan. Dahası 800’lü yıllardan 1925’e kadar Oğuzlar (Türkmen) tarafından yönetilmiş bir ülkedir söz konusu olan. Kuzey-Güney diye ikiye ayrılmış Azerbaycan’dan, Horasan’a; aşağılarda Hürmüz Boğazına kadar olan yerler asırlarca Türkmenlerin hâkimiyetinde kalmıştır. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’dan tutun da Safevîlerin ünlü hükümdarı Şah İsmail’e varıncaya kadar birçok Türkmen bu topraklarda beylik davası gütmüştür. Fatih Sultan Mehmet Han’ın torunu II. Murat ile Dulkadiroğulları Beyi Alaüddevle’nin kızı Ayşe Hatun’un evliliklerinden olan Yavuz lâkaplı Sultan Selim Han ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm’ün torunu Şah İsmail arasında geçen kıran kırana mücadele bugün bile tarih araştırmacılarının ilgisini çekmektedir. Biri İstanbul Türkçesi, diğeri Azerbaycan Türkçesiyle velhâsıl Oğuz (Türkmen) lehçesiyle konuşan iki Türk şahının, padişahının mücadelesi Sünnîlik-Şiîlik mücadelesi gibi görünse de, işin aslı ‘bir iklime iki sultan sığmaz’ düstûrudur. İki hükümdar da Anadolu’yu ve Anadolu’da yoğun olarak yaşayan Oğuzları (Türkmen) elde edip, Ulu Türk Hakanlığını kurmak için mücadele etmiştir. Birinin Halife; diğerinin oniki imamı simgeleyen oniki dilimli, vişneçürüğü (kızıl) renkli Türkmen börkü giyen bir şeyh olması bu gerçeği değiştirmez. Ki Osmanlı ordusunun çekirdeğini oluşturan Yeniçerilerin Alevî-Bektaşî geleneğinden geldiği de unutulmamalıdır. Şah İsmail’in Şiîlik adına Azerbaycan, Horasan ve Özbekistan’da sebep olduğu Sünnîlere yönelik kıyımlara gelince; çocuk denecek yaşta savaşlar görmüş, babasını ve ağabeylerini bu savaşlarda kaybetmiş, zaman zaman şuursuz kararlar vermiş, şeyh iken şah olmuş İsmail’in hezeyanlarıyla ilgili değerlendirmeyi âlimlere bırakmak yerinde olacaktır sanırım.

İran’da, üç asırdan fazla süren ve Horasan’dan, Doğu Anadolu’ya; Kafkaslardan, Hürmüz Körfezine kadar uzanan Safevî Hanedanlığına Nadir Bey’in öncülüğündeki Avşarlar son verir. Safevî hanedanlığına son vermesine rağmen Avşar Beyi Nadir’in başlangıçta şah olmak gibi bir düşüncesi yoktur. Niyeti, köşesine çekilmektir. Devletin ileri gelenlerinin ve âlimlerin “devletin başına geç” ısrarları üzerine, Sünnî-Hanefî gelenekten gelen Nadir Bey tahta çıkmak için birtakım şartlar ileri sürer. Bu şartlardan bazıları şunlardır: İlk üç halifeye saygısızlık yapılmayacak; Hz. Hüseyin (r.anh) için yapılan anma törenlerinde dövünme âdeti bırakılacak; Şiî-Sünnî çekişmesine son vermek için bir âlimler heyeti oluşturulacaktır. Gayesi Ehl-i Sünnet ile Şia’yı bir başka deyişle Hanefîlikle, Câferîliği yakınlaştırmak olan Nadir Bey’in öne sürdüğü şartlar devlet ileri gelenleri ve bilginler (âlim) tarafından kabul edilir. 16 Mart 1736 tarihinde tahta oturan Nadir Şah ülkede birliği-beraberliği sağlamak için bir ferman yayınlar. Bu fermanda “Hanefîlikle, Câferîliğin özünde bir olduğu, Dört Halife’nin hak olduğu” gibi ifadeler yer alır. Nadir Şah, Safevîler döneminde vuku bulan üzücü olayların izlerini silmeye çalışır. Türklük bilinci oldukça yüksek olan Nadir Şah, ilk başlarda kendisinden önceki şahlarda bir nevi takıntı halini almış olan Osmanlı idaresindeki Doğu Anadolu’yu alma ve Oğuz (Türkmen) Türklerini bir bayrak altında toplama iddialarını sürdürür. Osmanlılar, İran coğrafyasına yönelik pek bir yayılma siyaseti gütmemekle birlikte sınır ihlâllerini önleme gayesiyle zaman zaman askeri seferler düzenlerler. Revan (Erivan), Urmiye, Bağdat gibi şehirler iki Türk devleti arasında el değiştirip durur. Osmanlı’nın ateşli silâh üstünlüğünün bariz olması nedeniyle Nadir Şah, Safevîlerin yaptığı hatayı tekrarlamayarak meydan muharebesine girişmez. Ağrırlıklı olarak süvarilerden kurulu olan ordusunun bu özelliğini avantaja çevirmeye çalışır. Bu durum, iki tarafın da uzun ömürlü olmayan başarılarla yetinmek zorunda kalmalarına neden olur. 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşmasının genel esaslarına bağlı kalınarak, İstanbul’da 1736 ve 1746 yıllarında on yıl arayla iki anlaşma imzalanır. Avşarlar, Revan (Erivan), Karabağ, Bakü başta olmak üzere Kuzey Azerbaycan topraklarını; Kayı kolundan gelen Osmanlılar ise Musul, Kerkük, Erbil ve Bağdat dâhil Irak topraklarını alırlar. Batı sınırlarında barış politikası takip eden Şah, yönünü doğuya çevirir. Hindistan’a ve Türkistan’a yönelik düzenlediği seferlerde büyük başarılar kazanır. Timur Han’ın torunu Babür Şah tarafından kurulmuş olan Babür İmparatorluğunun topraklarının büyük bölümünü ve Batı Türkistan’ın bir kısmını ele geçirir. Yine Çin’e akın düzenleyen son Türk hükümdarı da Nadir Şah’tan başkası değildir. Düzenlediği bu seferler nedeniyle Nadir Şah, Türk tarihinin son büyük “cihan sultanı” olarak kabul edilir. Katı Şialığın İslâm’da bölünmeye yol açtığını gören Nadir Şah, Osmanlı Devleti’ne bir heyet göndererek, Sünnî-Şiî ihtilaflarının giderilmesine yönelik adımlar atılmasını önerir. Nadir Şah’ın önerisine olumlu yaklaşan Osmanlı Devleti de din âlimlerinden oluşan bir heyeti İran’a, o zamanki adıyla Acem diyarına yollar. Yapılan ikili müzakerelerde Şiîlikteki bazı usûllerin İslâm’la bağdaşmadığı kararına varılır. Osmanlı heyetinde bulunan Abdullah Süveydî Hocaefendi, Hucec-i Kat’iyye adlı eserinde bu müzakereleri kaleme almıştır. İlk olarak 1905 yılında Mısır’da yayınlanan söz konusu kitap, ‘Hak Sözün Vesîkaları’ adıyla günümüz Türkçesine de çevrilmiştir.

Avşarlar demişken Oğuzların, Bozoklar kanadından Yıldız Han’ın dört oğlunun ilki olan Avşar’ın (Afşar) soyundan gelen bu ele avuca sığmaz Türk boyunun tarih sahnesindeki varlığı destanları aratmaz. Tarihte ilk kez Doğu Karadeniz kıyılarında varlıklarına rastlanan; Bakü’nün üzerinde bulunduğu yarımadaya adını veren; Horasan’dan çıkarak İran’a, oradan da Ortadoğu’ya, Anadolu’ya, Kıbrıs ve Balkan yarımadasına ve hatta Kırım’a, Kafkasya’ya (Ahıska) yayılan Avşarların Anadolu coğrafyasının Türkleşmesine büyük katkıları olmuştur. Avşarlar, İslâm tarihi açısından da çok büyük işlerin altına imza atmışlardır. Bilindiği üzere Musul-Halep Atabeyliğini kurarak Haçlılarla amansız bir mücadeleye girişen Avşarlar dolaylı da olsa Kudüs’ün Hıristiyanlardan geri alınmasına vesile olmuşlardır. Zira Selahaddin-i Eyyubî, Atabey Nureddin Zengi’nin komutanlarındandır. Anadolu’da, Moğollara karşı büyük direnç gösteren ve Türkçeyi resmi dil ilân eden Karamanoğulları; sonradan Kuzey Azerbaycan’a göçerek, Karabağ Hanlığını kuran Saruhanoğulları; Dulkadiroğulları, Germiyanoğulları, Aydınoğulları, Şumlaoğulları, İnançoğulları, Sevindik Han ve de Alaiye (Alanya) beyliklerinin her biri birer Avşar Beyliğidir. Osmanlılar, başta Karamanlı ve Dulkadirliler olmak üzere Avşar aşiretlerini ve obalarını parçalayarak başta Anadolu’nun iç kesimleri olmak üzere; Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kırım, Kıbrıs, Ahıska gibi bölgelerde zorunlu iskâna tâbi tutarlar. Misal Atatürk’ün dedelerinin de Fatih Sultan Mehmet Han zamanında Karaman İlimizin, Bozkır-Larende yöresinden alınarak, bugün Makedonya sınırları içerisinde kalan Kocacık Beline/Köyüne ileri karakol amaçlı yerleştirildikleri tarihî vesikalarla sabittir. (Ha bu arada, Atatürk’ün en çok hayranlık duyduğu padişahın -bizzat kendi ifadesiyle- Fatih Sultan Mehmet Han olduğunu da belirtelim.) Yine Denktaş, Karaman’dan; Türkeş, Kayseri’den alınarak Kıbrıs’a sürgün/iskân edilen Avşar obalarındandır. Dadaloğlu, Köroğlu ha keza!..

Yeri gelmişken mensubu olduğumuz Avşarların, Karahacılı aşiretinden de birkaç cümle ile bahsedelim. Prof. Dr. Faruk Sümer Bey’e dayandırılan bir rivayete ve/veya bilgiye göre, tarihte ilk olarak Akkoyunlu Devletinin kuruluş sürecinde adından söz ettiren Karahacılı aşireti, Safevîler döneminde de kilit rol oynamıştır. Hatta Çaldıran Meydan Muharebesinde Şah İsmail’in -neredeyse- tamamı süvarilerden kurulu olan ordusunun sol kanadına kumanda eden Ustacalu Aşireti Beyi Mehmet Han’ın, Azap askerlerinin ardına gizlenmiş Osmanlı topçu bölüklerinin savaşın seyrini değiştiren seri atışları neticesinde ölmesi üzerine, idareyi Karahacılı Beyi Mehmet Han’ın aldığı ve başsız kalan süvarilere kumanda ettiği söylenmektedir. (Bu bilginin, tarafımıza şifahen yani sözlü olarak aktarıldığını belirtelim bu arada.) Osmanlı’nın güttüğü iskân siyasetinde devletin iç güvenliğini sağlama; fethedilen yerleri Türkleştirme veya en azından ileri karakol görevini yürütme; Anadolu Türkmenlerini, Azerbaycan-İran coğrafyasında kurulan Türkmen devletlerine kaptırmama gibi gayelerin, kaygıların ağır bastığını biliyoruz. Bu nedenle Ege ve İç Anadolu’daki Türkmenlerin yeni alınan/fethedilen Osmanlı topraklarına yerleştirildiğini; sonrasında gelen ikinci dalga ile de Güney ve Güneydoğudaki Türkmenlerin İç Anadolu ve Ege’ye doğru dağıtıldığını dahası Osmanlı’nın mirasını devralan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de günümüzde -bir şekilde- üçüncü dalgayı hayata geçirerek, Turanî bir topluluk olan Kürtleri (Gurmanç) batı illerine dağıtmak suretiyle millî bünyeden, Balkan faciasına benzer yeni kopuşların yaşanmaması için oldukça hassas dengeler üzerine kurulu bir siyaset yürüttüğünü görüyoruz. İşte bu devlet-i ebed müddet anlayışı iledir ki ikinci dalgada Kıbrıs’a ilk yerleştirilen aşiretlerden biri de yine Karahacılılardır.

Elimizde fazla yazılı kaynak olmamasına rağmen başlangıçta Çukurova ile Beydağları arasında yaylak-kışlak bir hayat sürdüğü anlaşılan Karahacılı aşireti Çukurova’da başlayıp, geniş bir sahaya yayılmak suretiyle 100 yıl kadar süren Avşar kalkışmasının da bir sonucu olarak sürgün/zorunlu iskân gibi uygulamalara maruz kalmış ve bugün, Adana’dan (Kozan, Sarıçam, Yüreğir vb.) başlayarak Kayseri (Pınarbaşı) Yozgat (Çekerek, Sorgun), Çorum (Sungurlu), Kırıkkale (Çelebi, Keskin), Ankara (Polatlı), Afyon (Dinar), Denizli (Çivril), Antalya (Serik, Manavgat vb.), Isparta (Aksu, Şarkîkaraağaç vb.), Konya (Beyşehir) Mersin (Silifke, Yenişehir)…diye giden çok geniş bir sahaya dağılmış vaziyettedir. Ünü, ülke sınırlarını aşmış olan Dadaloğlu, Osmanlı’ya meydan okuyan Kozanoğlu, Göller yöresini yurt tutan Sehlikoğlu Veli Bey ve daha nice Karahacılı Avşarı, şah (tavşancıl) kartalları misali kâh Akdeniz ovalarında kâh Beydağlarında süzülüp durmuşlardır yıllar yılı.

Zorunlu göç ve iskân siyaseti yüzünden sık sık Osmanlı ile savaşa tutuşan Avşarlar, sonunda Şah İsmail’in davetini kabul ederek büyük kitleler halinde Acem diyarına (bugünkü Kuzey ve Güney Azerbaycan) geri dönmüşler ve Safevî Hanedanlığı ile güçlerini birleştirmişlerdir. Safevî Devletinin kuruluşuna ve gelişmesine büyük destek veren Avşarlar, bu devletin çöküş sürecine girmesi üzerine Nadir Bey’in öncülüğünde idareyi ele alarak kendi hanedanlıklarını kurmuşlardır. Acem (İran) diyarında kurulan Karabağ, Urmiye ve Erdebil Hanlıkları da birer Avşar beyliği olarak kayıtlara geçmiştir. Günümüzde Kuzey ve Güney Azerbaycan’da yaşayan nüfusun önemli bir kısmı Avşar kökenli olup; misal Yüksekova/Esendere’ye uzaklığı 40 km. kadar olan Urmiye kenti, umum kaynaklarda ‘Afşar şehri’ olarak adlandırılır. Avşarların Azerbaycan, İran, Afganistan, Türkmenistan gibi ülkelerde “Afşar” olarak adlandırıldıklarını da belirtelim bu arada.

Nadir Bey’in kurduğu Avşar İmparatorluğunun Acem (İran) diyarındaki hâkimiyeti 1796 yılına kadar devam eder. Kısa süreli bir Fetret döneminin ardından taht bu kez de Avşarların bir başka kolu olan Kaçarların eline geçer. Karabağ taraflarında hüküm sürerken güneye doğru inen Kaçarlar Urmiye, Tebriz gibi yörelere hâkim olarak İran’da iktidarı ele geçirirler. Kaçar Türkmenlerinin beyi olan Ağa Muhammed Han 1796 yılında şahlığını ilân eder. Osmanlı Devleti ile geçmişte yapılan savaşlardan da ders çıkararak başkenti Tebriz’den, Tahran’a taşıyan; dinî hayata ve eğitime önem veren; Osmanlı’yı takip ederek çeşitli ıslahatlar yapan Kaçarlar 1906 yılında Meşrûtiyet’i de ilân ederler. Anadolu Alevîliğini andıran ve Şia mezhepleri arasında Sünnî-Hanefî geleneğe en yakın kol olan Câferîlik mezhebi, Kaçar Hanedanlığı döneminde büyük gelişme gösterir.

Nadir Şah’la başlayıp, Kaçarlarla zirve yapan İran’daki olumlu hava uzun sürmez. Anadolu’da, Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından millî temellere dayalı yeni bir devlet teşkilatının kurulması Kaçar Hanedanlığının sonunu getirir. Zira Anadolu’da iktidara gelen kadrolar aşırı milliyetçidir ve devletin esaslarını belirlerken Sünnî-Hanefîlikten beslenmekle birlikte, temele Türk milleti kavramını oturtmuşlardır. Dahası Mustafa Kemal’in kökenleri de bir Avşar Beyliği olan Karamanoğullarına; bizzat kendisinin tabiriyle Yörük-Türkmenlerine dayanmaktadır. Üstelik Karamanoğulları Beyliği de Avşarların bir kolu olan Kaçar aşireti tarafından kurulmuş olup, Kuzey Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinden göçerek, ilk beyleri olan Nûre Sufî Bey önderliğinde önce Sivas’a, oradan da Karaman’a gelip yerleşmişlerdir. Oldukça yoğun bir Türklük bilincine sahip olan Kaçar Türkmenleri bu kez de İran’da işbaşındadır. İlerleyen zamanlarda tesis edilecek bir Türkiye-İran ittifakının bölgede çıkarları olan Rusya ve İngiltere’nin işine gelmeyeceği aşikârdır. Zira Kuva-yı Millîyeciler İstiklâl Harbi yıllarında Kuzey Azerbaycan, Batı Türkistan, Horasan ve hatta Hindistan (ve şimdiki Pakistan) gibi ülkelerle irtibata geçmiş; geçmekle de kalmayıp, başlattıkları millî mücadele için bu ülkelerden yardım da almışlardır. Dahası Batı emperyalizmine ‘dur’ diyen ve Misâk-ı Millî sınırları içinde yer alan Musul ve Kerkük’ten bir türlü vazgeçmeyen Ankara Yönetimi, bölgede sömürge durumuna düşmüş diğer halkların özgürlük isteklerini de kamçılamıştır. Bu durum, uzun vadedeki çıkarları için Türkiye ile Türkistan arasına bir set çekilmesini elzem olarak gören iki emperyalist ülkenin; Türkistan ve Kafkaslardaki hâkimiyetini garanti altına almak isteyen Komünist Rusya ile Ortadoğu ve Hindistan’daki sömürgelerini kaybetmek istemeyen Kapitalist İngiltere’nin harekete geçmelerine yol açar. 1925 yılında -işbirlikçi Farisîlerin de yardımıyla- Kaçar Hanı Ahmet Şah iktidardan uzaklaştırılır ve Farisî kökenli Rıza Palanî, adına bir de ‘Pehlevî’ unvanı eklenerek tahta oturtulur. Bu darbeyle birlikte, ülkede -neredeyse- 800’lü yıllardan beri devam eden Türk hâkimiyeti de sekteye uğramış olur.

Rıza Pehlevî’nin iktidara getirilmesiyle, İran’da sancılı bir süreç başlar. 1925–1979 yılları arasında Pehlevîlerin; 1979’dan günümüze kadar da Humeyni ve yandaşlarının Oğuz (Türkmen) Türklerine yönelik baskıları yıldan yıla artarak devam eder. Nüfusunun yarıdan fazlası Türk olan İran’da bugün Türkçe yasaktır. Tıpkı Çin zulmü altında inleyen Doğu Türkistan’da olduğu gibi!.. Farisîler, İran’da Türklere ait ne varsa silmeye çalışırlar. Hatta Türk kültürünün simgelerinden olan, kadınlarımızın beyaz başörtüleri bile yasaklanır. Güney Azerbaycan’ın başkenti Tebriz, Avşar şehri diye anılan Urmiye ve daha birçok yerleşim biriminde Farisî karşıtı ayaklanmalar çıkar, gösteriler yapılır. Tıpkı Horasan Türkmenlerinden Sabit oğlu Numan’ın (Ebu Hanife) kurduğu Hanefîlik gibi, bir nevi Türkmen mezhebi olan ve dahası Anadolu Alevîliğini andıran Câferîlik, Farisîlerin elinde siyasete alet edilir. “Her yer Kerbela, her gün aşure” gibi beylik söylemlerle (slogan) Şiî ve Sünnî Müslümanlar arasındaki uçurum derinleştirilmeye çalışılır. Şah İsmail’in Anadolu’ya yönelik güttüğü siyasette muhataplar genellikle Alevî Türkmenler olurken, İmam Humeynî’nin siyasetine tav olan Anadolu Müslümanlarının neredeyse tamamının Hanefî Türkmen ve/veya Şafiî Kürt (Gurmanç) olması da göstermektedir ki, iki ülke arasında yüzyıllardır süren rekabetin siyasî yönü hâlâ ağır basmaktadır.

Evet, canlar! Gelelim bugünün jeopolitiğine!.. Biz, Türkiye ile İran’ın savaşmasını istemeyiz. Olsa olsa birleşmelidir bu iki ülke. Velâkin İran’ın da artık demokrasiye geçmesini; başta Güney Azerbaycanlılar olmak üzere Avşar, Kaşgay, Kürt… gibi adlarla anılan İran’daki dili bir, dini bir soydaşlarımızın insanca ve özgürce yaşamalarını isteriz. İran’da, tekrar bir Oğuz (Türkmen) devletinin kurulmasını; olmadı Güney Azerbaycan’ın, Kuzey’le birleşmesini de hakeza… Yüreğimiz, “Allahaısmarladık” diyerek Kosova’dan yola çıkan bir yolcunun, hür ve bağımsız Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’ye “Allah’ın selâmı üzerinize olsun” diyerek gireceği günlerin özlemiyle yanar durur her daim. Ha bu arada, içinize bir kuşku neyim düşmesin. Biz, 1996’da durduğumuz yerdeyiz. Türkiye ile İran savaşırsa Türkiye tarafında saf tutarız. Peki, ya Türkiye ile İran birleşirse... İkinci bir Talas Meydan Muharebesi neden olmasın?



Aziz Dolu Atabey

Karahacılı Avşarları



Derkenar: Milliyetçiliği kahvehane, meyhane köşelerinde nutuk atan kimi soytarılara yahut Ankara’da âlem yapan üç beş soykaya bakarak değerlendirmek yanlış olur cancağızlar. Siyasettir, “Ne mozaiği ulan!” diyenlerle -bir şekilde- yıldızınız barışmıyor olabilir. Velâkin ilim-irfan ehlini mutlaka ve mutlaka tanık (referans) kabul etmelisiniz ki milletin birliği-beraberliği, huzuru teminat altına alınabilsin. Misal biz, Çanakkale’ye gidip de dönmeyen bir Karahacılı Avşarı’nın tek çocuğu olan dedemizin, ilerleyen yaşına rağmen ayağı ile kürüye kürüye yolun kenarına attığı bir kör çividen öğrendik milliyetçiliği. “Dede ne’den (ne edersin)?” diye sorunca: “Birinin ayağına batar. Bi’ vesaitin (araç) tekerini patlatır. N’olur, n’olmaz. Milletin canı, malı yanmasın cıvanım!” demişti rahmetli.