Türk medyasının Nezih Demirkent'i... - İlhan KARAÇAY - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









Türk medyasının Nezih Demirkent'i... - İlhan KARAÇAY
Tarih: 14.02.2015 > Kaç kez okundu? 2983

Paylaş


Hayata veda edişinin 14'üncü yıldönümü olan bugün, gazetecilerin duayeni, ağabeyim ve a de arkadaşım Nezih Demirkent, arkasından pek çok olumlu yorumlar yapılacak eşsiz bir insandı.



Demirkent ile şahsım arasındaki bağı, tabii ki benim anlatımım ile Yavuz Nüfel kardeşim kaleme almıştı.

O yaziyı en altta size sunacağım.



Ama şimdi önce rahmetliyi tanıyalım:







25 Eylül 1930'da İstanbul'da doğdu. Haydarpaşa Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden bitirdi. Gazetecilik mesleğine 1950 yılında Son Saat Gazetesi'nde muhabir olarak başladı. Yeni Sabah Gazetesi'nde spor yazarlığı, sayfa sekreterliği, spor sayfası yönetmenliği ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1964 yılında ilk ofset gazete olan Yeni Gazete'nin yayın yönetmenliğini yürüttü.Hürriyet gazetesinde uzun süre genel yayın yönetmenliği ve genel müdürlük yaptı.

Dünya Gazetesi'nin sahibi oldu ve ekonomi gazeteciliğinde ayrı bir yer edindi.



Gazeteciler Cemiyeti'nde çeşitli görevler aldıktantan sonra Cemiyet Başkanlığı yaptı. Gazeteciler Sosyal Yardım ve Emeklilik Vakfı'nın Başkanlığı'nı yaptı. Çeşitli ödüller aldı. Fransızca bilen Demirkent evli ve bir çocuk babası.

TSYD üyesi ve Basın Şeraf Kartı sahibi.

11 Şubat 2001 tarihinde İstanbul'da vefat etti.





Demirkent için yazılanlar:



Yıl 1981. Aralık ayının sonu. 1969’da sekreter olarak girdiği Hürriyet Gazetesi'nde Genel Müdür ve Genel Yayın Yönetmenliğine kadar yükselen Mehmet Nezih Demirkent, gazeteden ayrılır. Ayrılır değil, aslında ayrılmak zorunda bırakılır. Erol Simavi’dir o zamanlar Hürriyet’in patronu. Simavi, Nezih Demirkent'ten Hürriyet’ten ayrılmasını ister. Bunu kabul eder Demirkent. Ama Erol Simavi, Demirkent’ten bir şey daha ister. O günlerde yayınlanmakta olan başka gazetelerde çalışmayacaktır:



Demirkent, Simavi’nin bu teklifine karşı bir teklif götürür: “Dünya gazetesini bana verin. Hürriyet de buna ortak olsun.” Demirkent, o zamanlar başka yerde çalışması istenmediğinden Dünya Gazetesi'ne biraz da vakit geçirme aracı olarak bakar. Dünya o zamanlar sol ağırlıklı bir yayın yapmaktadır. Ulaştığı okuyucu sayısı da binbeşyüzdür ancak.



Zoraki gazete sahibi!



11 yıl genel müdürlük yaptığı gazeteden ayrılmasına neden olarak Hürriyet’i kurum haline getirme isteğini gösteriyor Nezih Bey: “Hürriyet’i aile şirketi olmaktan çıkarmayı düşünüyordum. Erol Simavi’yi ikna ederek Hürriyet Vakfı’nı kurdurtmuştum.”

Demirkent, çalışanların Hürriyet’i bağımsız olarak yönetmesinin yollarını açmaya çalışır. Ama “Gün geldi bazı çevreler bundan rahatsız oldu. ‘Gazetenin sahibi siz misiniz?’ sorusu soruldu. Sahip misin, değil misin sorusu sorulunca da gazetenin sahibi ‘sahip’ olduğunu gösterir.”



Ve 17 yıl çalıştığı Hürriyet’le “kırgın” olarak yolları ayrılır Demirkent’in.



Hürriyet’e kazandırdığı Dünya Gazetesi'ni, ayrılırken tazminatlarına karşılık alınca böylece basın dünyamız yeni bir ‘patron’ daha kazanır. Onun patronluğu biraz zorakidir: “Hürriyet’ten işime son verilmemiş olsaydı ben gazete sahibi olamazdım.” diyor Demirkent.



Patron kelimesini tırnak içerisinde yazıyorum. Çünkü Demirkent “patron” yakıştırmasını çok benimsemez: “Kendimi işadamı olarak görmüyorum. Bazı gazeteci arkadaşlar gidip TÜSİAD’a üye oldular. Eleştirmiyorum. Ama ben gazeteciyim ve meslek kuruluşum da Gazeteciler Cemiyetidir.”



Rahmetli Turgut Özal’ın başbakanlık yaptığı dönemlerde Türkiye bilindiği gibi hızlı bir dışa açılma politikası izler. Bunun sonucunda yeni zenginler, işadamları da türer. Bu da, 1981’de Orhan Birgit’in başında olduğu siyasi ağırlıklı Dünya’nın, 12 Eylül sonrası askerlerin bu yayınlardan rahatsız olması ve oluşan ‘asker tepkisinin Hürriyet gazetesine doğru yönelmesi neticesinde kulvar değiştirerek ekonomi gazetesine dönüşmesine yol açar. Bu değişim Dünya gazetesine okuyucu kazandırır. Ortaya çıkan her işadamı Dünya gazetesi için yeni bir okur demektir aynı zamanda.



2, 3, 5 derken bugün 42’bine ulaşır Dünya’nın satışı. Hemen hemen tamamına yakını da abone. Bugün Dünya gazetesi ekonomi gazetesi olarak kendini kabul ettirmişse, bunda erken çıkıp yol almanın etkisi de büyük.



Gazeteci olacak adam...



Amatör olarak 10 Ekim 1950’de spor muhabiri olarak gazeteciliğe başlayan Nezih Demirkent, “sıradan bir ailenin” dört çocuğundan biri olarak 1930’da İstanbul’da doğar. 18 yaşında İstanbul’da okumaya gelen baba Nurettin Demirkent, savaş başladığı için İstanbul’dan Bandırma’ya geçer. Milli Mücadele için gönüllü olarak askere yazılmıştır. Böylece Vefa Rüştiyesini bitiremeden üniforma giyer ve orduda kalır, albay olarak emekli olur. Çocukluğu ekmeğin bile vesika ile verildiği 1940’lı yıllarda geçer. Moda ve Hilal spor kulüplerinde voleybol ve basketbol oynar. 1956’da ise Güreş Federasyonu üyeliği yapar. Spor camiasına ilgisi devam eder. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi ve Moda Spor Kulübü üyeliği ile...



Evliliğini de spor sayesinde tanıştığı voleybolcu, İstanbul Üniversitesi Ortaçağ Tarihi profesörü olan Işın (Ener) Hanım’la yapar, Ankara MSB’deki askerliğini bitirmesine on gün kala, 21 Mayıs 1957’de... (Bu evlilikten 1958’de tek çocuğu olan Didem (Ersin) doğar.) Demirkent, Haydarpaşa Lisesi’ne giderken gazetecilik yapmayı düşünür. Ama lise sonrası kendisini birden İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde “hukuk” adamı olmak için okuyan bir öğrenci olarak bulur. “Bizim nesil biraz romantiktir” dediği nesilden ünlü gazeteci Abdi İpekçi, Oğuz İmregün üniversite arkadaşları arasındadır.



Aydın Doğan’a danışman oluyor



Basında zemin ve zamana dikkat edilmeksizin konuşulan ve merak edilen bir konu vardır: Koç Grubu ile Aydın Doğan ortaklığı. Demirkent de, Hürriyet’ten ayrıldığı sırada bir yandan Dünya’yı çıkarırken bir yandan da ‘Erol Simavi’nin iznini alarak’, 1982 ve 83 yıllarında toplam 8 ay Milliyet’in yeni patronu Aydın Doğan’a danışmanlık yaptığı için bu konuda bilgi sahibidir:



Koç’un grup olarak herhangi bir ortaklığı yoktu o yıllarda. Ama Aydın Doğan’ın Koç’un bazı şirketlerinde ortaklığı vardır.





Nezih Demirkent’in İlhan Karaçay’a güveni…

Yavuz NUFEL yazdı….



Gazetecilik deyince, anılar O’nda su dolu baraj gibidir. Dile kolay 1967 yılında başlayan serüvenin her anı dolu dolu günler, haftalar, aylar ve yıllar..

Olaylar ve insanlar.

Su dolu anılar barajının kapaklarından biri açılmaya görsün; coşkun sular gibi çağlayıveriyor İlhan Ağabey usta; Ardı ardına sıralanıyor, efsane sanatçılarla, sporcularla, gazetecilerle, dünyanın çeşitli ülkelerinde çeklilmiş , siyah beyaz fotoğraflarda kalan anıları… .



Bu yazacaklarım da o anı dolu barajdan en dikkate değer olanı:



Hürriyet gazetesinin ‘tek adam’ yönetimi ile yönetildiği yıllara doğru yöneliyor anı deryasında sular. O “tek adam” devri Rahmetli Nezih Demirkentli yıllardır.



İlhan Karaçay’ın muhabirlik becerisine çok güvenen Demirkent’in yakın dostları iyi bilir. Konu İlhan Karaçay olunca, bazen dostları ve meslektaşları ile bu konuda iddiaya da girermiş Demirkent.



Bu iddialardan söz ediyoruz. ‘Nedir bunlar, nedir olaylar, yaşananlar, nerden kaynaklanıyor bu sonsuz güven İlhan Ağabey’ diyorum:



1970’li yılların sonu 1980’li yılların başında, ünlü popstar Ajda Pekkan’ın ünlü bir işadamı ile yaşadığı aşk hikayesi, dönemin magazin basınında gündemde ilk sıradaki yerini koruduğu, fakat hiç bir gazetenin cesaret edip yazamadığı da ayrı bir gerçektir!

Yazacak olsalar bile ispat etmek için fotoğraf gerekir ki, kimse iş adamının korkususundan, yaptırım gücünden çekindiğinden, böyle bir şeye cesaret edemez. Patronlar muhabirlerine “Bu ilişkiyi görüntüleyin” diye görev vermez/ veremez…



Bilinen fakat fotoğraflanamayan Ajda Pakkan ile ünlü işadamı ilişkisi, bilinse yazılsa bile fotoğrafsız ne işe yarar ki..



“Ben bu ilişkiyi fotoğraflatırım” diye iddiaya giren Nezih Demirkent, Ajda Pekkan’ın Eurovizyon Müzik Yarışması’na katılmak için gittiği Hollanda’nın Lahey kentinde, kendisiyle buluşacak olan ünlü iş adamı için İlhan Karaçay’a talimat verir: “İlhan, Ajda ile aşk ilişkisi olan iş adamı …… Hollanda’ya geliyor. Kendisini havalanından al, Lahey’e götür, yakından ilgilen ve sonra da Ajda ile birlikte fotoğraflarını çek ve bana gönder. Bunu yapamazsan ceketini alırsın ve Hürriyet’ten ayrılırsın.”



İşte, Ajda Pekkan ve ünlü işadamı ilişkisi

Erovizyonda derceceye gireceğimize kesin gözü ile baktığımız, “ Petrol“ şarkısını hatırlamayan yoktur. Ajda Pekkan Eurovizyon Şarkı Yarışması için Hollanda’ya gelir Ertuğrul Akbay ile İlhan Karaçay’ı bir kez de 1980’de Hollanda’da karşı karşıya getirmesi açısından, ‘Kaderin cilvesi’ olarak baktığım bu buluşmayı önemli buluyorum. .



Böyle olunca, Arjantin’de başlayan Ertuğrul Akbay ile İlhan Karaçay kapışmasının rövanşı Lahey’de kaçınılmaz olur…

O zamanlar Hürriyet’i ‘Tek adam’ olarak yöneten rahmetli Nezih Demirkent, Ajda ile aşk yaşayan ünlü bir işadamının tek kare fotoğrafı için neler dediğini yukarıda yazmıştım.



Unutanlar için bir kez daha hatırlatmakta yarar var. Rahmetli Demirkent Karaçay’ı telefonla arar ve direktifi verir: ” İlhan; ünlü işadamı ……. bugün Hollanda’ya gidiyor. Havalanından al ve ilgilen. Sonra da bir ara Ajda ile birlikte fotoğrafını çek ve bana gönder. Bu işi yapamazsan ceketini alır ve Hürriyet’ten gidersin

ha ! ”



Aldığı direktif doğrultusunda hareket eden Karaçay, işadamını havaalanından alır ve Lahey’deki otele götürürken işadamını da uyarmayi ihmal etmez: “…. Bey, Ajda ile birlikte fotoğrafınızı çekeceğim ve Nezih beye göndereceğim.”



Bu sözler üzerine işadamı dudaklarını büküp, başını yukarı kaldırarak, ‘Kesinlikle yapamazsın’ anlamına gelen bir işaret yapar. Karaçay da “Bakın … Bey ben bu fotoğrafı çekeceğim ve göndereceğim. Gerisine karışmam, gerisi size kalmış” der.



Ertesi gün, Lahey’deki otelde ünlü işadamı, Ajda Pekkan , İlhan Karaçay ve eşi otururken Ertuğrul Akbay içeri girer ve yanlarına gelir. Bu, Karaçay ile Akbay’ın arasında başlayacak ikinci yarışın başlama düdüğü olur adeta.



Eurozvizyon Şarkı Yarışması için Türkiye’den gelen kafilenin başkanlığını TRT’nin en ünlü spikerlerinden Bülent Özveren yapmaktadır. Aynı zamanda o yıllarda TRT Hollanda muhabirliği yapan Karaçay, Özveren’e “Bak, bu Ertuğrul Ajda ile ne yapmak isterse bana bildir ha !” diye rica eder.



Karaçay, rakibinin Ajda Pekkan’ı bir camiye götürüp dua ederken fotoğraf çekeceğini öğrenir.

“İyi bir işti” diyor Karaçay… Bunun karşışığında bir şey yapmak zorundadır Karaçay.

O da Ajda’yı alıp Hollanda’nın otantik kasabası Volendam’a götürmeyi planlar ve Bülent Özveren’den bu izni de kopartır.



Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz Volendam’a Ajdayı götürme planı iptal olur. Bunun üzerine Karaçay hemen başka bir plan yapar. Volendam’a gönderdiği bir elemanına, Hollanda’nın milli kıyafetlerinden satın aldırp otele getirmesini söyler. Otele yakın olduğu için, Ajda Pekkan’ı Minyatür Park Madurodam’a götürür.. Minyatür Parkta Ajda Pekkan’a Volendam’dan gelen milli kıyafetler giydirilir. Bir yığın fotoğraf çektilir. Daha sonra, konu müzik ve eurovizyon olduğu için, sokakta müzik yapan bir laternacı bulunur. Laternanın başında da Ajda Pakkan’ın boy boy fotoğrafları çekilir. Karaçay’ın fotoğrafları sadece Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanmakla kalmaz. Başta Kelebek olmak üzere, Hafta Sonu, TV’de 7 Gün ve Gong dergilerinde birinci sayfadan yayınlanır...



Bütün bunlara rağmen henüz Ajda Pekkan’ın işadamı ile fotoğrafını çekmek için ortam ya da fırsat olmamıştır.



Yarışma fiyasko ile sonuçlanmış, Ajda Pekkan’ın Petrol şarkısı en sonlarda bir yerlerde kendine yer bulmuştu.

Hiçbir gazetecinin fotoğraf çekmeye teşebbüs bile edemediği işadamı….., Ajda Pekkan, İlhan Karaçay ve eşi Jeanne ile, fiyaskoyla sonuçlanan yarışma sonrasında otelin barına gittiler. Barda İşadamı ile Ajda da kederlerinden içtikçe içerler.

Karaçay alkolün etkisiyle kontrolü zayıflayan işadamına hitaben:

“ ….. kardeş bir hatıra fotoğrafı çekilelim mi?”

Alkolün de etkisiyle işadamı cesurca :“Çekin anasını satayım…” der!..

Karaçay, o anda barda dolaşan Hürriyet’in foto muhabiri Zozo Toledo’ya,

“Zozo, gel bir fotoğrafımızı çek.” der.

Zozo, “Çekmem abi” deyince, Karaçay tekrar işadamına seslenerek,“Söyle şuna bir fotoğrafımzı çeksin”.

İşadamı, “Çek lan Zozo” der.

Zozo, “Abi şimdi sarhoşsun, yarın ayıkınca anamı bellersin” dese de

fotoğraflar çekilir, Ajda Pekkan ile ünlü işadamı aynı karede görüntülenmiştir..



Rahmetli Demirkent’in direktifi yerine gelmiş, Ertuğrul Akbay bir kez daha atlatılmıştır.

Sıra, filmi İstanbul’a göndermeye gelmiştir. Karaçay aynı gece Schiphol Havalimanına gider ve zarfı kargoya verir.

Ertesi gün sabah otelde, İlhan Karaçay Ajda ile TRT için çekim yaparken, işadamı da Karaçay’ın eşi Jeanne’ye Türkiye’deki mal varlıklarını anlatmaktadır..

Karaçay röportajı bitirip geri döndüğünde, işadamımızın yatırımları Eskişehir’de kalmıştı.



İşadamı, Karaçay’a “Dün ne oldu Karaçay, fotoğraf çekildi mi?” diye sorar.

Karaçay, “Fotoğraf çekildi ve dün gece kargoya verildi” deyince, işadamı hemen İstanbul’u arar. Verdiği talimat aynen şöyledir: “Bugün gazeteleri dolaşın! Benim ile Ajda’yı görüntüleyen fotoğraflar gitmiş! Çaresine bakın!”



Rahmetli Nezih Demirkent, ertesi günün akşamı Hafta Sonu gazetesinin birinci sayfasını tamamen o fotoğraflarla doldurur. Manşet oldukça manidardır: . “İlhan Karaçay, ünlü işadamı ve Ajda Pekkan’ı işte böyle görüntüledi.”



İşin ilginç yanı, o gazeteden ancak 100 adet basılmasıdır. Nezih bey, sırf iddia kazanmak için bunu yapar. Zaten gazetenin sahibi Erol Simavi bile işe müdahale etmek için baskı sırasında gazeteye bile gelir. Ama Demirkent baskıyı durdurmuştur bile.



Aynı akşam Anadolu’ya gazete götüren tüm kamyonlar durdurlur Anadolu baskıları erken basıldığı için gazeteler erkenden yola çıkmıştır. Zira, o yıllarda gazetelerin dağıtım, nakil işleri de o ünlü işadamının firmaları tarafından yapılıyordu.



Eurovizyon sonrasında İstanbulá giden İlhan Karaçay, foto muhabiri Zozo ile Hilton’da karşılaşır. Zozo, “Ooooo İlhan bey, hoş geldin. Hös geldin ama …. Abi seni bekliyor. Çekmecesinde Haftasonu gazetelerinin hesabını soracak” diye devam eder. Karaçay ünlü ve gizemli işadamı ile buluşur ama en medeni ölçüler içinde ağılanır.



Son olarak; “Kimdi İlhan ağabey o ünlü işadamı?” diye soruyorum



Karaçay yine, “Yavuz!… Yavuz! “ diye adımı iki kez arka arkaya söylüyor.

Belli o ismi vermeyecek.

Benim, “Ama gazeteci olarak bulmam hiç de zor değil abi” sözüm üzerine İlhan Karaçay; ”Yavuz, bunları anlatırken amacım, birilerini deşifre etmek değil, paparazilik yapmak değil. Ben sana gazeteciliğin güzel ve hoş anlarını anlatıyorum” der.



Şimdi devir değişti. Karaçay’ın açıklamadığı o işadamının ismi, şimdilerde sosyal medyada dillendi bile. Internet sayfalarında, Ajda Pekkan ile ilişkisi olan o işadamının, bugün Beşiktaş’ın Başkanı olan Yıldırım Demirören’in babası Erdoğan Demirören olduğu ilan edildi bile. Bu nedenle, İlhan ağabeyin açıklamadığı ismin, benim burada açıklamamın ekstra bir zararı olmayacaktır.

Bakın, Ekşi Sözlük web sayfasında bu konuda hangi satırlar var: “ Erdoğan Demirören. Bir dönemler Ajda Pekkan'la büyük bir aşk yaşadığı dedikoduları ile cemiyet dünyasını sarsan eski kurt.... şimdi ise eşinin dizinin dibinden ayrılmayan süt dökmüş kedi misalidir.... yaşlanıp, torun torba sahibi olduğundandır herhalde....”



Bu öyküde de Karaçay’ın nasıl bir gazeteci olduğu, o dönemlerde bir fotoğraf karesinin bile ne şartlarda ve zorluklar içinde gönderildiğini düşünecek olursak, bugün dijital makineler, diz üstü bilgisayarlar, cep telefonları kameralar, internet ile anında haber, fotoğraf ve video görüntüleri dünyanın öbür ucuna ulaşmakta.



************************



Hollanda’da yaşanmış ilginç bir medya olayı

Yavuz NUFEL yazdı…

40 Yıl 40 İnsan 40 Öykü kitabımdaki öyküsünü severek, mesleki büyük bir ilgi ile dinleyip yazdığım İlhan Ağabey, bir anılar deryası idi. Kitapta sayfa sayısı sınırlı olması nedeniyle yer veremediğim anılarını bir şekilde gelecek nesillere duyurmazsam ; 40 yıllık Avrupa Türk Tarihinin; göç destanının büyük bir kısmı eksik kalacaktı.



Kitabım yayınlandıktan iki sene sonra yayın hayatına başlayan Kanal Avrupa için bir belgesel çekmek için anlaşmıştım. Yapımcım, Amsterdam Türk Evi olacaktı. Uzun görüşmeler sonunda “Mavinin Destanı” adıyla 13 bölümlük bir belgesel çekmeye karar vermiştik. Her bölüm kendi içinde “Kök salanlar, İz bırakanlar, Gezdik-Gördük-Sorduk” başlıkları altında üç ayrı bölümden oluşacaktı..



İlhan Ağabeyin anlatacakları her üç bölümün de içini öyle dolduracak türden şeylerdi ki, bir haftalık yayının her üç bölümünü de ona ayısak yine yetmeyecekti. Karşımda bir ömre sığmayacak olaylara tanıklık etmiş bir yaşayan tarih vardı.



Televizyonculuğu bilen bilir, ekranlarda bazı şeyleri anlatmak, yazı ile anlatmaktan çok daha zor ve farklıdır. Çünkü zamanla yarışırsınız. Bir çok konuyu kısa başlıklar, özet halinde anlatmaya çalıştık.



İlhan ağabey anlatıyor, anlatırken yaşıyor, ben ise pür dikkat dinleyerek notlar alıyordum.



İşte anlatamadıklarım:



Yıl 1980. Aylardan Haziran. İlhan Karaçay, Avrupa Futbol Şampiyonası için İtalya’ya gider. Çalıştığı gazetenin o zamanki patronu, ünlü şarkıcı Nükhet Duru ile birlikte Roma’dadır.



Karaçay, Frankfurt’tan aldığı bir haftalık Hürriyet gazetelerini patronuna götürmüş o günlerde şöhretinin zirvesinde olan Nükhet Duru ile birlikte otelin lobisinde çaylarını içitikten sonra mesleğini icra etmek için kolları sıvar. Teçhizatını kuşanır ( Fotoğraf Makineleri) başlar spor haberleri için koşturmaya..



Türkiye’den gelen meslektaşları ile birlikte Avrupa Futbol Şampiyonası’nı takip eden İlhan Karaçay, bir meslektaşından duydukları karşısında hayretler içinde kalır; Meslektaşı; “Biz büyük bir grupla Hollanda’ya geleceğiz. Özhan Hakantürk adında biri Türkiye’den 50 gazeteci-yazar ile sözleşme yaptı. Hepimiz Hollanda’ya yerleşeceğiz ve çeşitli yayın organları çıkaracağız” diyordu.



Duyduklarından kısa bir süre sonra , Karaçay’ı Hollanda’daki bürosunda çalışan Yasemin Öztürk ile Necati Çavuşoğlu ararlar ve “Abi burada bir bey var, sizinle görüşmek istiyor” dedikten sonra ahizeyi yeni patron adayı Özhan Hakantürk’e verirler.



Hakantürk telefonda, “Size Genel Yayın Yönetmenliği teklifinde bulunacağım” sözleri üzerine İlhan Karaçay’ın cevabı kısa ve net olur, “Hollanda’ya gelince görüşürüz”



Karaçay’a yapılan bu teklif ; İstanbul’da Cağloğlu, Frankfurt’ta da Neu Izenburg’da dilden dile dolaşmaktakta basın camiasından günlerce “Gündem”den düşmeyen konu olur.



Söylentiler ve Karaçay’a yapılan bu teklif üzrine o dönemde Hürriyet’in Frankfurt Genel Müdürü Garbis Keşişoğlu Karaçay’ı arar, “İlhan, nedir bu konuşulanların aslı. Sen de Hürriyet’i brakıp Genel Yayın Yönetmeni olacakmışsın” diye sorar. Karaçay yine kısa ve net konuşur ”Hollanda’ya dönünce bilgi vereceğim” der.



1980 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ardından Hollanda’ya dönen Karaçay, çıkacak gazete(ler) için Genel Yayın Yönetmenliği teklifinde bulunan Özhan Hakantürk ile görüşür ve Cağaloğlu ile Neu Izenburg’u ayağa kaldıran söylentilerin gerçekliliğini araştırmaya başlar. Başlar başlamasına ama Hakantürk, Karaçay’ın araştırmasına fırsat bile vermeden Genel Yönetmenlik teklifini yapmıştır bile.



Karaçay bu teklife anında “hayır” der. O sırada büroda bulunan ve Karaçay’ın “Hayır” cevabını duyan Yasemin Öztürk ile Necati Çavuşoğlu biribirlerinin suratlarına bakarlar; Hakantürk’e dönerek zafer kazanmış kumandan edası ile “Yaaa, biz İlhan abi kabul etmez demedik mi?” derler.



Çünkü Karaçay’ın Genel Yayın Yönetmenliği teklifinine verceği cevabın “Hayır “ olacağını söylemişler bu konuda patron adayı Hakantürk ile iddiaya girmişlerdir. O yüzden Karaçay’ın “Hayır” cevabını duyar duymaz ilk tepkileri “Yaaa!” olur.



Yasemin Öztürk ile Necati Çavuşoğlu’na karşı iddiayı kaybeden Hakantürk Avrupa’da çıkarmayı düşündüğü gazeteler için Türkiye’nin en ünlü yazar ve çizerleri ile sözleşme yapmıştır, İlhan Karaçay gibi Avrupa ve Hollanda’yı çok iyi bilen deneyimli bir gazeteciyi de bu yeni işin başına getirmeye kararlıdır.



Hakantürk, Karaçay’a aylık meblağı boş olan bir mukavele uzatır ve “Hadi kalk notere gidiyoruz” demesiyle İlhan Karaçay, Yasemin ile Necati’nin yüzlerine bakarak, “Ben bu maceranın sonunu merak ediyorum” şeklinde tepki veriken bir yandan da mukaveleye “Aylık 20 bin D Mark net ve artı masraflar” diye yazar!



Notere gidilir ve sözleşme İngilizce, Hollandaca ve Türkçe olarak üç dilde yapılır ve imzalanır.



Bir yandan ne olup bittiğini, bir yandan da bu maceranın sonunu merak eden Karaçay, ilk iş olarak Türkiye’deki meslektaşları ile görüşmek için İstanbul’da Hilton’a yerleşir ve Hollanda’da çalışmaya aday meslektaşlar ile teker teker görüşür.



Günlerce süren görüşmelere bugünün çok ünlü yazar- çizer takımından olanlar bile Karaçay ile görüşmek için sıraya girmiş günlerce sıra beklemek zorunda kalmışlardır.



Karaçay; “Çünkü o yıllarda gazeteciler öyle ahım şahım paralar almazlar kıt kanaat geçinirlerdi.” diyor.

‘Ağabey sizinle görüşmeye gelen, sıraya giren, bekleyen ve bugün burunlarından kıl aldırmayan isimlerden bir kaç isim verseniz’ şeklindeki ricam üzerine, otoriter bir baba edasıyla, ”Asla, meslek etiğine yakışmaz” diyor Karaçay.



‘Tamam abi yazılmamak kaydıyla bir iki isim’ diyorum ısrarla; “ Yavuz!... ,Yavuz,!…” diyor ses tonunu azcık yükselterek. Şayet Karaçay karşındaki kişinin adını iki kez art arda söylüyorsa kuracağı cümlenin başında : “Bu konuda daha fazla soru sorma, tamam” demektir.



Neyse, konumuza dönecek olursak İlhan Karaçay, Cağaloğlu’nu çalkalayan bu yeni gelişmeler hakkında konuşmak , bilgi vermek bilgi almak için Hürriyet’in başında bulunan merhum Nezih Demirkent ile görüşmeye gider.



Nezih beye durumu anlatan Karaçay, Demirkent’ten, “Bu tehlikeli bir maceradır. Hem sen ve hem de buradaki meslektaşlarımız zor duruma düşebilir. Sen bu işe girme.” tepkisiyle karşılaşır. Ama Karaçay, başladığı işin sonunun nereye varacağını bilmek ister. Bunun üzerine Nezih Demirkent, şaka yollu da olsa, “Hürriyet’te, ‘İlhan Karaçay ile hiçbir ilgimiz kalmamıştır’ diye yarım sayfa ilan atarım’ tehdidini savurur. Karaçay da bunun üzerine, “Ben size ne kötülük yaptım ki ağabey” deyince, abartısız bir şekilde şu yanıtı alır Demirkent’ten.



“Bak İlhan, senin ismin, özellikle Avrupa’da Hürriyet’ten büyük. Bak, Günaydın gazetesi 1 milyon, biz ise 500 bin satıyoruz değil mi? Peki, bir milyon satan Günaydın’da, Londra muhabiri Bora Paran mı, yoksa 500 bin satan Hürriyet’teki İlhan Karaçay mı daha ünlü? Senin adını herkes ezberlemiş. Bunu tabii ki önce senin becerine sonra da Hürriyet’e borçlusun. Bu nedenle ben seni bırakmam.”



1970’li yıllarda, İlhan Karaçay ismi sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de çok ünlenmişti. Bir zamanların Hikmet Ferudun Es’i gibi ünlenmişti Karaçay.



Zira, Karaçay’ın dünyanın dört bir yanından gönderdiği haberler, Hürriyet’ten başka Haftasonu, Kelebek, TV’de 7 Gün ve Gonk gibi dergilerde manşetlerde yer almaktadır.



Meraklısı açar arşivleri bakar!

Dünya ve Avrupa Futbol Şampiyonaları demek İlhan Karaçay imzası demektir. O günlerde Hürriyet’de 9 sütun ( 8 sütün değil) İlhan Karaçay imzasıyla yayınlanmaktadır, o dönemin en önemli dış dünya haberleri, spor haberleri…



Rahmetli Demirkent ile görüşmenin sonunda, İlhan Karaçay saygıyı ve nezakati elden bırakmadan şöyle der: “Ağabey, bu bir kariyer meselesidir. Şu 50 isme bakar mısın? Ben bu 50 ünlünün Genel Yönetmeni olacağım. Burada paradan da önemli bir konu var.” Bunun üzerine Demirkent, öz bir ağabey tavrı ile “İstersen Hürriyet’i bırakma. Hem bize hem de Hakantürk’e çalış” der; Karaçay’ın bu teklife cevabı çabucak “Evet” olur.



Karaçay, İstanbul’daki görüşmelerden sonra Hollanda’ya döner ve yeni patronu Hakantürk ile detaylı bir görüşme yapar. Bilgi ve fikir teatisinde bulunurlar. Karaçay bu görüşmeden tatmin olmaz. Fakat işler planlanandan daha hızlı ilerlemektedir. Türkiye’den 3 meslektaş gelmiştir ve işe başlamıştır bile.



Bunun için büyük bir büro kiralanmıştır. Türkiye’nin en ünlü yazar ve çizerlerin yer aldığı bir ekip tarafından İstanbul’da hazırlanan BOŞVER adlı bir mizah dergisinin kalıpları Hollanda’ya gelmiştir çoktan…



Tüm bu gelişmeler karşısında Karaçay mutlu değildir. İçine sinmeyen bir durumla karşı karşıya olduğunu hisseder. İçini kemiren soruyu sormak için bir gün Hakantürk’ü karşısına alır ve aynen şöyle der: “Söyle bakalım Hakan bey, bu değirmenin suyu nereden akacak? Sen CIA’ya mı, KGB’ye mi, Mossad’a mı, Ermenilere veya ayrılıkçılara mı hizmet edeceksin? Söyle bakalım, sen 50 ünlü gazeteciyi nasıl besleyeceksin?”



Hakantürk’ün yanıtı açıktır: “Sen bu yayıların Genel Yönetmeni değil misin? İstediğin gibi yayın yap.” Yayınların siyasi boyutu hakkındaki yanıtın olumlu olması bir yana para kaynağı hakkında açık bir cevap alamayan Karaçay kararlı bir şekilde; “Bak Özhan, bana parayı ve kaynağını göstermezsen ben bu işte yokum.” der.



Tabii ki para ve kaynağı gösterilemez.



Bunun üzerine Karaçay, Hakantürk’ü daha dikkatle takip etmeye başlar. Karaçay’ın bürosuna Hakantürk için gelen gidenler çoğalır. Utrceht’ten bir Tük Hakantürk’ün altına bir Mercedes otomobil çekmiştir. Bir yığın adam, “Özhan bey bizi gazeteci yapacak ve ikamet izni alacak” diye ortalıklarda dolaşmaya konuşmaya başlamıştır.



Karaçay’ın yüreğine şüphe düşmüştür artık.



Karaçay derhal İstanbul’a giderek Gazeteciler Cemiyeti’nde topladığı Hollanda’da çalışmak için daha önce Hiltonda görüştüğü meslektaşlarına “Ben bu işte yokum. Hollanda’ya kim gelirse beni yok bilsin. Sorumluluk bende değil, gelendedir.” diye açıkça konuşur, tavrını ortaya koyar. Buna rağmen ilk etapta üç meslektaş gelmiş ve o arada maketi İstanbul’da hazırlanmış olan BOŞVER isimli dergi Hollanda’da basılmış ve Avrupa’ya dağıtılmıştır çoktan!.



İlhan Karaçay, Özhan Hakantürk’ün gerçekleri konuşmayan bir maceraperest olduğuna kanaat getirdiğinde bomba patlar. Hakantürk’ün evine baskın yapan Utrecht polisi 5 sahte pasaport bulmuş ve Hakantürk’ü hemen ertesi gün sınırdışı etmiştir!



İlhan Karaçay, “Sorumluluğu almam” dediği halde, Hollanda’ya gelen ve açıkta kalan üç meslektaşına sahip çıkar ve onları selametle İstanbul’a gönderir.



Gerek Hollanda’ya gelen üç meslektaş ve gerekse çok ünlü olan 50 yazar çizerin isimlerini tüm ısrarlarıma rağmen öğrenemedim, O 50 kişilik isim listesi İlhan Karaçay’da saklıdır.



Hollanda’daki 50 yıllık Türk tarihinde, Cağaloğlu- Franfurt uzantılı günlük yayın organlarının yanı sıra yerel Türk medyası ile sayıları otuzu bulan, eline fotoğraf makinesi geçirenin “Gazeteciyim” pozlarında dolaştığı günümüzde, böyle bir anıyı yazmamak eksiklik olurdu. Hollanda Türk Medya tarihince yaşanan ilginç bir anı, bir macerayı da yine / ancak İlhan Karaçay gibi bir duayen yaşayabilir ve anlatabilirdi…





******************************





Het vertrouwen van Nezih Demirkent in İlhan Karaçay….

Geschreven door: Yavuz NUFEL

Wijlen Nezih Demirkent, die jarenlang in zijn eentje leiding gaf aan de krant Hürriyet, had veel vertrouwen in de journalistiek van İlhan Karaçay. Soms ging Demirkent zelfs weddenschappen aan wat dit onderwerp betreft met zijn vrienden en collega’s.



Een van deze weddenschappen vond plaats aan het eind van de jaren 1970, begin jaren 1980 en ging over het liefdesverhaal van de bekende popster Ajda Pekkan met een bekende zakenman.



Er was geen enkele krant in Turkije die durfde te schrijven over het liefdesverhaal van Ajda Pekkan met de zakenman. Demirkent beweerde het volgende: “Ik kan deze relatie fotograferen.”

Nezih Demirkent gaf informatie aan İlhan Karaçay over de ontmoeting die Ajda Pekkan met de zakenman zou hebben in Nederland, in Den Haag, waar zij zou komen voor deelname aan het Eurovisiesongfestival: “İlhan, die zakenman die een relatie heeft met Ajda Pekkan….. hij komt naar Nederland. Haal hem op van het vliegveld en breng hem naar Den Haag, begeleid hem, maak een foto van hem samen met Ajda en stuur deze naar mij op. Als dit je niet lukt, mag je je jas pakken en vertrekken van Hürriyet.”



De relatie tussen Ajda Pekkan en de beroemde zakenman



Het lot wilde dat Karaçay en Ertuğrul Akbay ook in 1980 in Nederland weer tegenover elkaar stonden.



Ajda Pekkan was in Nederland vanwege haar deelname aan het Eurovisie songfestival.



Dat was er de oorzaak van dat Ertuğrul Akbay en Karaçay na Argentinië ook in Den Haag een strijd met elkaar aangingen.

Toen was Nezih Demirkent er, die in zijn eentje leiding gaf aan de Hürriyet. Ajda Pekkan was verliefd op een bekende zakenman. Wijlen Demirkent belde Karaçay op en gaf hem de volgende opdracht: “De zakenman……. vertrekt vandaag naar Nederland. Wacht hem op op het vliegveld en begeleid hem. Zoek dan een gelegenheid om een foto van hem en Ajda Pekkan te maken en stuur deze naar mij op. Als dit je niet lukt, dan mag je je jas pakken en Hürriyet verlaten!”



Karaçay haalde de zakenman op van het vliegveld en bracht hem naar een hotel in Den Haag. Onderweg in de auto vertelde hij de man: “ik ga een foto van jou met Ajda maken en opsturen naar Demirkent.” De zakenman krulde zijn lippen en tilde zijn hoofd op. Hij maakte een gebaar waarmee hij wilde zeggen: “dat kan je niet doen”. Karaçay zei: “ik ga de foto maken en opsturen. De rest is jouw zaak.”



De volgende dag zaten de zakenman, Ajda Pekkan, İlhan Karaçay en zijn echtgenote samen toen Ertuğrul Akbay langs kwam. Toen werd duidelijk dat ook daar weer een strijd zou ontstaan. Karaçay werkte toen tegelijkertijd ook voor de TRT (Turks Radio Televizie). Tegen de groepsleider van de TRT, Bülent Özveren, had hij gezegd: “Houd Ertuğrul in de gaten en vertel mij wat hij met Ajda Pekkan wil doen.” Later hoorde hij dat Ertuğrul, Ajda Pekkan naar een moskee zou brengen en een foto van haar zou maken terwijl zij een smeekbede deed. Dat was een goede zaak. Karaçay had bedacht om Ajda Pekkan naar de authentieke stad Volendam te brengen en hij had hier toestemming voor gekregen van Bülent Özveren. Omdat het te druk was lukte het niet om naar Volendam te gaan. Karaçay stuurde toen iemand naar Volendam om daar traditionele kleding te kopen.



Karaçay bracht Ajda Pekkan toen naar Madurodam in de buurt van Den Haag. Hij liet haar daar de klederdracht van Volendam aantrekken en maakte een heleboel foto’s van haar. Op straat stond daar een orgeldraaier en daar werden toen nog meer foto’s gemaakt. De foto’s die daar gemaakt waren werden behalve in de Hürriyet ook op de voorpagina van de Kelebek, Hafta Sonu, TV’de 7 gün en Gong gepubliceerd.



Jullie vragen je nu natuurlijk af hoe het afloopt met de foto van de zakenman en Ajda Pekkan.



Dat ga ik ook vertellen. De zakenman, waarvan geen enkele journalist het ook maar in zijn hoofd zou halen om een foto te proberen maken, ging na het songfestival, wat geëindigd was in een fiasco, samen met Ajda Pekkan, Karaçay en zijn vrouw Jeanne wat drinken bij de bar van het hotel. Zowel de zakenman als Ajda Pekkan dronken flink vanwege hun frustratie.



Op dat moment vroeg Karaçay aan de zakenman:



“He broer, zullen we een foto als aandenken maken?”



De zakenman gaf een dapper antwoord: “Maak maar jongen, wat kan mij het schelen.”



Karaçay riep de fotograaf van de Hürriyet, Zozo Toledo, die in de bar rondliep en zei:



“Zozo, wil jij een foto van ons maken? “



Zozo gaf het volgende antwoord: “nee, abi dat doe ik niet.”



Karaçay zei toen tegen de zakenman: “Wil je hem even zeggen dat hij een foto van ons moet maken?”



De zakenman zei: “Maak een foto, Zozo”.



Zozo protesteerde nog: “Maar abi, je bent dronken. Als je morgen nuchter bent, dan ga je het me kwalijk nemen.”



Maar uiteindelijk maakte Zozo toch de foto.



Karaçay ging dezelfde nacht nog naar Schiphol en gaf de envelop met de vracht mee.



De volgende ochtend, toen İlhan Karaçay een reportage maakte met Ajda Pekkan voor de TRT, vertelde de zakenman aan de vrouw van Karaçay, Jeanne over zijn bezittingen in Turkije. Toen Karaçay terug kwam van de reportage was de zakenman bezig te vertellen wat hij nog in Eskişehir had. Hij ging verder met vertellen over zijn bezittingen. Tussendoor keek hij Karaçay even aan en vroeg hem: “Wat is er gisteren gebeurd Karaçay, is er een foto gemaakt?” Karaçay antwoorde “Ik heb hem gisteren opgestuurd.” Toen belde de zakenman meteen naar Istanbul en gaf de volgende opdracht:



“Gaan jullie langs alle kranten vandaag. De foto’s zijn al verstuurd. Los het op.”



Wijlen Nezih Demirkent had de voorpagina van de krant genaamd Hafta Sonu van de volgende dag helemaal gevuld met de foto’s. De kop was: “İlhan Karaçay heeft de beroemde zakenman samen met Ajda Pekkan op de foto gezet.” en er waren er maar 100 van gedrukt.



Of u het gelooft of niet, naar aanleiding van de opdracht van de bekende zakenman kwam zelfs de eigenaar van de krant Erol Simavi naar de krant toe om zich ermee bemoeien. Weet u wat er diezelfde avond gebeurd is? De vrachtwagens die de kranten naar Anatolië brachten werden gestopt. Want het vervoer van de kranten werd ook door deze bekende zakenman gedaan.



Ja, dit zijn de mooie herinneringen van de journalistiek.



İlhan Karaçay ging na het Eurovisie Songfestival naar Istanbul waar hij de fotojournalist Zozo in het Hilton hotel tegenkwam. Zozo zei tegen hem: “Ooo meneer İlhan, welkom. Welkom, maar meneer…….. wacht op jou. Hij wil de Haftasonu kranten die in zijn la liggen met je afrekenen”. Karaçay ontmoet daar de beroemde en mysterieuze zakenman, maar hij wordt op een zeer beschaafde manier behandeld.



Als laatst vraag ik hem “İlhan Abi, wie was die bekende zakenman?”



Karaçay zegt weer: “Yavuz!.... Yavuz!....”twee keer achter elkaar mijn naam.



Het was duidelijk dat hij de naam niet prijs zou geven.



Als ik hem zeg “Maar als journalist zijnde is het voor mij helemaal niet moeilijk om deze naam te achterhalen” zegt İlhan Karaçay: “Yavuz, ik vertel dit niet om mensen naar beneden te halen of om paparazzi te zijn. Ik probeer jou de leuke en mooie herinneringen van het journalist zijn te vertellen.”



De tijden zijn anders. De naam van de bekende zakenman, die Karaçay niet wilde vertellen gaat nu al rond in de sociale media. Het staat allang op de internetsites dat deze bekende zakenman, die een relatie had met Ajda Pekkan, de vader van Yıldırım Demirören, de huidige voorzitter van Beşiktaş, Erdoğan Demirören was. Om deze reden kan het geen kwaad dat ik hier zijn naam noem, ondanks dat Karaçay hem niet heeft genoemd.



Kijk eens wat er op de website van Ekşi Sözlük staat over dit onderwerp: “Erdoğan Demirören. De man die vroeger een heftige liefdesrelatie had met Ajda Pekkan, waarover veel roddels waren…. Is nu een man die niet meer van de zijde van zijn echtgenote wijkt… Net als een kat die zijn melk heeft omgegooid…. Waarschijnlijk komt het omdat hij op leeftijd is en kleinkinderen heeft….”



In deze anekdote heeft Karaçay verteld wat voor soort journalist hij was en als we bedenken hoe moeilijk het was en onder welke voorwaarden een filmrolletje verstuurd werd, dan is dat heel wat anders dan hoe het nu gaat met digitale fototoestellen, laptops, mobiele telefoons met camera, internet waarmee je op hetzelfde moment de berichten, foto’s en videobeelden naar de andere kant van de wereld kan sturen.



Ik wil hier, in het bijzijn van İlhan Karaçay mijn respect en dank betuigen aan alle gepensioneerde media mensen, die het beroep met veel passie hebben uitgeoefend en alle moeilijkheden hebben getrotseerd en ik vraag barmhartigheid voor alle mensen die dit leven al verruild hebben voor het eeuwige leven.



Yavuz Nufel



*****************





Een interessante media-gebeurtenis uit Nederland

Geschreven door: Yavuz NUFEL



İlhan Abi (abi = grote broer), van wie ik zijn verhaal met veel beroepsmatige belangstelling heb aangehoord en beschreven in mijn boek “40 jaar, 40 mensen, 40 verhalen” , was een bron van herinneringen. Omdat het aantal pagina’s van mijn boek beperkt was, heb ik niet al zijn herinneringen kunnen plaatsen, maar als ik geen bekendheid geef aan deze herinneringen, dan zou er een groot stuk missen in de 40 jaar migratiegeschiedenis van de Turken in Europa.



Ik had een overeenkomst afgesloten met een televisiezender die twee jaar nadat mijn boek is uitgegeven begon met uitzenden, om een documentaire op te nemen. De opdrachtgever was het Turkse Huis in Amsterdam. Na lange onderhandelingen hadden we besloten om een 13-delige serie genaamd “De epiek van het blauw” op te nemen. Ieder deel zou bestaan uit drie onderdelen, genaamd: “De gewortelden – Kök salanlar’’ , ‘’Degenen die hun sporen hebben nagelaten – İz bırakanlar’’ en ‘’Wij reisden-wij zagen-wij vroegen – Gezdik, gördük, sorduk”.



De verhalen van İlhan abi waren van dien aard dat ze alle drie de onderdelen van het programma met gemak konden vullen. Als wij van een wekelijkse uitzending alle drie de onderdelen voor hem zouden reserveren, dan zou het nog niet voldoende zijn. Tegenover mij had ik een levende geschiedenisbron die getuige was van een zoveel gebeurtenissen die niet in een mensenleven zouden passen.



Mensen die televisie maken weten, dat het veel moeilijker is om sommige dingen op de beeldbuis te vertellen dan met de pen te beschrijven. Want je voert een strijd met de tijd. Veel onderwerpen hebben wij geprobeerd om met korte koppen of in een samenvatting weer te geven.



Terwijl İlhan abi vertelde, beleefde hij de gebeurtenissen opnieuw en ik luisterde met volle aandacht en maakte mijn aantekeningen.



Hieronder de dingen die ik toen niet heb kunnen vertellen:



Het was juni 1980. İlhan Karaçay ging naar Italië voor de Europese Voetbalkampioenschappen. De eigenaar van de krant waar hij op dat moment voor werkte, was in Rome, samen met de bekende zanger Nükhet Duru.



Karaçay gaf de Hürriyet kranten van een week, die hij in Frankfurt had opgehaald, aan zijn baas en daarna dronken ze samen met Nükhet Duru, die toen op het punt van zijn zangcarrière stond thee in de lobby van het hotel. Daarna vertrok hij om zijn beroep te gaan uitoefenen. Hij nam zijn uitrusting mee (fototoestellen) en ging op weg om het sportnieuws te verzamelen.



Samen met zijn collega’s uit Turkije volgde İlhan Karaçay de wedstrijden voor de Europacup, en hij verbaasde zich over iets wat hij van een collega hoorde. Zijn collega-journalist vertelde hem: “We komen met een grote groep naar Nederland. Iemand genaamd Öztürk Hakantürk heeft een overeenkomst gesloten met 50 journalisten-schrijvers uit Turkije. We gaan allemaal naar Nederland om ons daar te vestigen en we gaan verschillende publicaties uitgeven.”



Een korte tijd nadat Karaçay dit gehoord had, belden Yasemin Öztürk en Necati Cavusoglu, die op het Nederlandse kantoor van Karaçay werkten hem op en ze zeiden “Abi er is een meneer hier die met u wil praten”. Ze gaven de hoorn van de telefoon aan de nieuwe kandidaat-baas Özhan Hakantürk.



Hakantürk zei door de telefoon: “Ik vraag u of u hoofdredacteur wilt worden” en Karaçay gaf hem kort, maar duidelijk het volgende antwoord: “Als ik in Nederland ben, dan kunnen we erover praten.”



Dit voorstel aan Karaçay was een aantal dagen lang hét onderwerp in Cagloglu in Istanbul en in Neu Izenburg in Frankfurt en hield de gemoederen in de journalistieke wereld bezig.



Vanwege de geruchten en het voorstel wat gedaan werd, belde de Algemeen Directeur van Hürriyet te Frankfurt Karaçay op en zei: “İlhan, wat is er waar van deze geruchten. We horen dat je Hürriyet gaat verlaten en dat je hoofdredacteur gaat worden.” Karaçay antwoordt opnieuw kort en duidelijk: “Als ik in Nederland ben zal ik jullie informeren.”



Toen Karaçay na de Europese Kampioenschappen van 1980 terug was gekeerd naar Nederland, had hij een gesprek met Özhan Hakantürk, die hem had voorgesteld om hoofdredacteur te worden van de uit te geven krant(en) en startte een onderzoek over de geruchten die Cagaloglu en Neu Izenburg bezig hielden. Hij startte hiermee, maar voordat hij dat kon doen had Hakantürk hem al gevraagd om hoofdredacteur te worden.



Karaçay gaf hem het volgende antwoord: “nee”. Yasemin Öztürk en Necati Cavusoglu, die op dat moment in het kantoor aanwezig waren, keken elkaar aan toen ze het antwoord “nee” hoorden. Zei zeiden tegen Hakantürk op de wijze van een commandant die een oorlog heeft gewonnen: “Zie je wel, we zeiden toch dat İlhan abi het niet zou accepteren.”



Want zij hadden tegen de kandidaat baas Hakantürk al gezegd dat Karaçay het voorstel om hoofdredacteur te worden niet zou accepteren en ze hadden met Hakantürk gewed dat hij het niet zou doen. Daarom was hun eerste reactie op de“nee” van Karaçay: “zie je wel”.



Hakantürk, die de weddenschap met Yasemin Öztürk en Necati Cavusoglu had verloren, had de bekendste journalisten van Turkije gecontracteerd voor de nieuwe kranten die hij in Europa wilde uitgeven en hij was vastbesloten om de ervaren journalist İlhan Karaçay, die zowel Europa als Nederland zeer goed kende, aan het hoofd van deze organisatie te plaatsen.



Hakantürk gaf Karaçay een contract, waar op het maandbedrag aan salaris niet was ingevuld, en zei tegen hem: “Kom, dan gaan we naar de notaris om het contract af te sluiten”. İlhan Karaçay keek Yasemin en Necati aan en zei: “ik ben benieuwd waar het schip van dit avontuur strandt” terwijl hij op het contract het volgende bedrag aan salaris schrijft “Maandelijks 20 duizend Mark netto plus de onkosten”!



Zij gingen naar de notaris, lieten het contract in drie verschillende talen, te weten Engels, Nederlands en Turks opstellen en ondertekenden het.



De eerste stap van Karaçay, die zich afvroeg wat er gebeurde en hoe dit avontuur zou aflopen, was om naar Turkije te gaan en zich te vestigen in het Hilton hotel, zodat hij contact kon maken met zijn collega’s in Turkije. Hij sprak daar één voor één met alle kandidaat collega’s, die in Nederland zouden gaan werken.



Deze gesprekken duurden dagenlang en veel bekende schrijvers-tekenaars moesten zelfs in de rij staan en dagenlang wachten tot zij met Karaçay in gesprek konden gaan.



Karaçay: “Want in die tijd kregen journalisten niet een topsalaris. Ze konden er maar net van rond komen.”



Toen ik hem vroeg “Abi, kan je niet een paar namen noemen van de mensen die toen kwamen om met jou te praten, in de rij stonden en die nu nog een bord voor hun kop hebben?”, nam Karaçay de houding aan van een autoritaire vader en gaf daarop het volgende antwoord: “Nooit, dat past niet binnen onze beroepsethiek.”



“Ja maar abi, dan een paar namen, we zullen ze niet vermelden” zeg ik en hij houdt vol: “Yavuz…. Yavuz…..”en verheft zijn stem een beetje. Als Karaçay de naam van degene met wie hij praat twee keer achter elkaar noemt dan bedoelt hij daar het volgende mee: “Stel geen vragen meer over dit onderwerp, het is afgesloten!”



Maar ja, laten we terugkeren naar ons onderwerp: İlhan Karaçay wilde praten over deze ontwikkelingen, die Cagaloglu in rep en roer brachten en ging naar wijlen Nezih Demirkent, die toen aan het hoofd stond van de krant de Hürriyet, om informatie te vragen en informatie te geven. Karaçay vertelt de situatie aan de heer Nezih en hij krijgt hierop het volgende antwoord: “Dit is een gevaarlijk avontuur. Zowel jij als de andere collega’s hier kunnen in een moeilijke situatie terecht komen. Begin maar niet aan dit avontuur.” Maar Karaçay wil weten waar dit werk hem naar toe zal leiden. Daarop zei Nezih Demirkent grappend: “Ik zet een advertentie in de Hürriyet waarop staat dat we geen samenwerking meer hebben met İlhan Karaçay”.



Toen zei Karaçay: “Wat heb ik jullie aangedaan abi?” en hij kreeg het volgende antwoord van Demirkent: “Kijk İlhan, jouw naam is met name in Europa groter dan die van de Hürriyet. Kijk Günaydin heeft een oplage van 1 miljoen en wij verkopen 500 duizend, dat klopt toch? Of is de London correspondent van Günaydin, de krant die 1 miljoen exemplaren verkoopt, Bora Paran bekender, of İlhan Karaçay, van de Hürriyet, die 500 duizend stuks verkoopt?

Jouw naam kent iedereen. Dit heeft natuurlijk met jouw eigen capaciteiten en daarna ook met Hürriyet te maken. Om deze reden laat ik jou niet gaan.”



In de jaren 1970 was de naam van İlhan Karaçay niet alleen in Europa, maar ook in Turkije bekend geworden. In deze tijden was Karaçay net zo bekend als Hikmet Ferudun Es. Want de artikelen die Karaçay stuurde vanuit alle uithoeken van de wereld, werden niet alleen in de Hürriyet gepubliceerd, maar ook in de Haftasonu, Kelebek, TV’de 7 Gün en Gonk.



Degenen die het graag willen weten kunnen het opzoeken in de archieven!



Want, op de wereldkampioenschappen en de Europese kampioenschappen voetbal had Karaçay een stempel gedrukt. De artikelen van Karaçay werden gepubliceerd zoals ‘’İlhan Karaçay bildiriyor…’’, op een breedte van 9 kolommen.



Aan het eind van zijn gesprek met wijlen Demirkent, zei İlhan Karaçay met alle respect en vol beschaafdheid: “Abi, dit gaat om mijn carriere. Wil je even kijken naar deze 50 namen? Ik word hoofredacteur van deze 50 bekende mensen. Er speelt hier iets wat nog veel belangrijker is dan geld.” Toen zei Demirkent, met de houding van een echte broer: “Als je wilt hoef je niet weg van Hürriyet. Je kan voor ons en voor Hakantürk gaan werken.” Karaçay antwoorde snel: “Ja” op dit voorstel.



Karaçay keerde terug naar Nederland na zijn gesprekken in Istanbul en besprak daar alle details met zijn nieuwe baas Hakantürk. Zij wisselden kennis en ideeën met elkaar uit. Karaçay was niet bevredigd met dit gesprek, maar de gebeurtenissen verliepen sneller dan gepland. Er waren al 3 journalisten uit Turkije gekomen en zij waren al begonnen met hun werk. Om deze reden werd er een groot kantoor gehuurd. De materialen voor een uitgave van het bekende humoristische tijdschrift BOŞVER, wat in Istanbul door zeer bekende schrijvers en tekenaars werd gemaakt, waren al naar Nederland gestuurd….



Maar Karaçay was niet blij met deze ontwikkelingen. Hij had het gevoel dat hij tegenover een ontwikkeling stond waar hij zich niet in kon vinden. Om de vraag die hem steeds bezig hield te stellen ging hij op een dag naar Hakantürk en zei precies het volgende tegen hem: “Meneer Hakan vertel mij eens, wat is de bron van dit alles? Ga jij diensten verlenen aan de CIA, aan de KGB, aan de Mossad, aan de Armeniërs of aan de separatisten? Vertel mij eens hoe je deze 50 zeer bekende journalisten gaat betalen? “



Hakantürk gaf een duidelijk antwoord: “Jij bent toch de hoofdredacteur van deze publicaties? Je mag publiceren wat je wilt.” Hiermee had Karaçay een positief antwoord op zijn vraag naar de politieke achtergrond van de publicaties, maar hij was nog niet achter de financiële bron gekomen. Hij zei vastbesloten: “Kijk Özhan, als jij mij niet vertelt waar het geld vandaan komt, dan doe ik het niet meer.”



Maar natuurlijk werd het geld en de bron hem niet getoond.



Hierop begon Karaçay Hakantürk nog beter te volgen. Er kwamen steeds meer bezoekers naar het kantoor van Karaçay voor Hakantürk. Een Turk uit Utrecht had een Mercedes gekocht voor Hakantürk. Een hele groep mensen sprak er over dat “Meneer Özhan hen tot journalist zou maken en een verblijfsvergunning voor hen zou regelen.”



Karaçay kreeg steeds meer twijfels.



Karaçay ging meteen naar Istanbul en riep al zijn collega’s, waarmee hij eerder in het Hilton hotel had gesproken, bij elkaar bij de Vereniging van Journalisten. Hij zei eerlijk en open tegen hen: “Ik doe niet meer mee. Iedereen die naar Nederland wil komen hoeft niet op mij te rekenen. Ik neem geen verantwoordelijkheid, degene die komt is daar zelf verantwoordelijk voor.” Maar toch waren er drie collega’s al naar Nederland gekomen en op dat moment was het eerste exemplaar van het tijdschrift Bosver, waarvoor de voorbereidingen in Istanbul hadden plaatsgevonden, al in Nederland gedrukt en verspreid door Europa!



Toen İlhan Karaçay zeker wist dan Özhan Hakantürk een avonturier was die niet de waarheid sprak, barste de bom. De Utrechtse politie die huiszoeking deed bij Hakantürk en die daarbij 5 valse paspoorten vond, zette Hakantürk de volgende dag het land uit.



Terwijl İlhan Karaçay had gezegd “Ik neem geen verantwoordelijkheid”, ontfermt hij zich toch over de drie collega’s die al in Nederland waren en die zonder werk zaten en hij stuurt ze netjes terug naar Istanbul.



Zowel de namen van de drie collega’s die naar Nederland waren gekomen, als de rest van de 50 bekende schrijvers en tekenaars werden mij niet verteld, ondanks al mijn aandringen. Die lijst met 50 namen heeft İlhan Karaçay in zijn bezit.



In de 50-jarige geschiedenis van de Turken in Nederland zou het een gemis zijn om een herinnering als deze niet te vermelden.



In Nederland bestond, naast de nationale kranten uit Cağaloğlu en Frankfurt, ook nog de plaatselijke Turkse pers. İedereen die een fototoestel bemachtigde liep rond en zei dat hij ‘’journalist’’ was.



Zo’n interessante herinnering in de geschiedenis van de Turks-Nederlandse media, die kon alleen maar door een oude rot in het vak als İlhan Karaçay beleefd en verteld worden.