İlhan KARAÇAY soruyor… - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









İlhan KARAÇAY soruyor…
Tarih: 20.01.2015 > Kaç kez okundu? 2727

Paylaş


İlhan KARAÇAY soruyor…



Fransa’ya gideceğim, ‘Ermeni soykırımı yapılmadı’ diyeceğim ve tutuklanacağım



PEKİ, PARİS’TE LİBERTY FLAMASI TAŞIYANLAR, BENİ SAVUNACAKLAR MI ?







Fransa’nın dört bir yanında yapılan ‘Terörü Kınama’ gösterilerinde ‘Liberty’ (Özgürlük) flaması taşıyanlara bir sorum var.



Gelecek ay TRT çekimleri için Fransa’ya gideceğim. İzmir’de bulunan TRT BELGESEL’den gelecek olan dört arkadaşım ile kafelerden birinde oturacağız.

O ara ben bir sohbet anında, Amsterdam’da ziyaretçi rekoru kıran Anna Frank Müzesi konusu açıldığında, (O müzeyi daha önce görüntülemiştik) şöyle bir laf edeceğim: ‘Bu Anne Frank hikayesi de çok abartılıyor. Ne olmuş yani, Nazilerden kurtulmak için birkaç ay evinde gizlenmiş. Kaldı ki Filistin’de binlerce Anna Frank benzeri çocuk İsrail askerleri tarafından katlediliyor.’



Az sonra konu değişecek ve sözde Ermeni soykırımı konusu açılacak. Ben yine konuşacağım: ‘Amaaan be sende, iki taraf savaşa girmiş ve karşılıklı olarak yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiş. Ne soykırımı’.



Bu konuşma sırasında bizi takip eden Fransız İstihbarat Örgütü’nün elemanları hemen devreye girecek ve bana, ‘Sen Yahudilik konusunda antisemitistlik yaptın, Ermeni soykırımını da tanımadın’ diyecekler ve beni kodese atacaklar.



Beni kodese atacak olan istihbaratçıların hiç günahı olmayacak aslında.

Zira Fransız yasalarında, sözü edilen her iki konuda hüküm var.

‘Antisemitistlik yaparsan ve Ermeni soykırımını imkar edersen kodese girersin’.



Eee, şimdi Fransa’da Liberty flamaları açıldığına göre, herkes istediğini yazacak ve söyleyebilecek demektir.

Tabii ki bundan haberi olmayan Fransız istihbaratçılar da bir hata yapıp beni kodese atacaklar.



Şimdi o Liberty flamalarını açmış olanlara soruyorum: Fransız istihbaratçıların bu yanlışından sonra beni kurtarmak için harekete geçecek misiniz?



Komik değil mi? Fransa gibi, pek çok ülke daha, insanları kodese atmak için buna benzer yasalar çıkarmış. Bu yasa Hollanda’da da çıkacaktı ama, biz gazeteciler ve sivil toplum kuruluşu liderleri bunu önlemeyi başarmıştık.



Hollanda tabii ki büyük bir hata yapmıştı. Sözde Ermeni soykırımını kabul etmeyen 3 Türk’ü, milletvekili adaylığı listelerinden çıkarmışlardı. Biz de bunun üzerine kıyameti koparmıştık. Kıyameti koparışımız 3 Türk kardeşimizin partileri tarafından dışlanışına fayda etmedi ama, sözde soykırımı inkar edenleri kodese atma yasasının önlenmesini sağlamıştı.



O günlerde, Türk gazeteciler olarak, İşçi Partisi Lideri olan Wouter Bos ile bir görüşme yapmıştık. Sözde Ermeni soykırımı hakkında bilmedikleri çok şey olduğunu anlatmıştık.



Wouter Bos, anlattıklarımızı anlamış ve medyaya bir beyanat vermişti.

O beyanat Hollanda gazetelerinde çok geniş yer almıştı. Ülkenin üçüncü büyük gazetesi Trouw haberi büyük puntolarla yayınlarken, aşağıda görebileceğiniz gibi şahsımdan şöyle söz ediyordu: ‘ Wouter Bos’un, Ermeni soykırımı hakkında yaptığı açıklama, Hollanda’da Dünya Gazetesi’nin Genel Yayın Müdürlüğü’nü yapan İlhan Karaçay için çok güzel bir haber olmuştur sanırız.’







İşçi Partisi Lideri Wouter Bos ile görüştüğümüz an görülüyor







Altta, TROUW Gazetesi’nde yayınlanan haberin ilk satırları görülüyor.



Armeense genocide / Een wilde tango met de waarheid

door Eildert Mulder − 08/11/06, 20:58



Ontkennen, erkennen, of niet-erkennen? De PvdA heeft het nog steeds erg moeilijk met haar standpunt over de Armeense genocide. Er staan dan ook 130.000 Turkse stemmen op het spel.

Het moet een mooi moment zijn geweest voor Ilhan Karacay, hoofdredacteur van de Nederlands-Turkse krant Dünya. PvdA-leider Wouter Bos was zojuist door het stof gegaan voor een groep in Nederland werkzame Turkse journalisten, die in hun kolommen de Armeense genocide doorgaans voorzien van aanhalingstekens of toevoegingen zoals ’zogenaamde’ of ’leugens’ of ’beweringen’.Bos gaf toe dat hij onvoldoende had beseft hoe gevoelig de ’Armeense kwestie’ lag, niet bij de nazaten van de uitgemoorde Armeniërs maar juist bij de Turken. Vooral die opmerking heeft Nederlandse Armeniërs enorm pijn gedaan.





***************************



Gazete daha sonra da sözde Ermeni soykırımı hakkında kendi zırvalarını sıralamaya devam etmişti.



Düşünün bir kere. Milletvekilliği için aday gösterilen Türk kökenlilere, ‘Ya Ermeni soykırımını kabul ettiğnize dair imza vereceksiniz, ya da adaylıktan atılacaksınız’ diye diretecek kadar antidemokrat bu uygulamaya bakar mısınız?



Peki nerede kaldığı fikir ve düşünce özgürlüğü?



Ozaman biz, 1920 yılında Hollanda’nın Algemeen Handelsblad gazetesinde yayınlanan bir haberi Wouter Bos’a göstermiş ve o haberi yazan Hollandalı’nın, ‘Soykırım yoktur, iki taraf birbirlerini öldürmüşlerdir’ görüşünü ortaya sermiştik.





‘Ermeni Soykırımı Yoktur’ demeyi suça dönüştürecek kadar içlerine sızmış lobilerin esiri halen gelenlere, kendi tarihlerinden kesit sunmak isteyenlere; 1920 yılında bir Hollanda gazetesinde çıkan haberin Hollandaca ve Türkçe metnini altta sizlere sunuyorum.





***************************



Algemeen Handelsblad gazetesinde 1920’de yayınlanan haberin Türkçesini altta sunuyorum. Haberin orijinal Hollandacası da alttadır.



Bir de özel haber var en altta. Sözde sokırım için bizden özür bekleyenler var ya?

İşte onlara karşı bir haber.





SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI İDDİALARINA HOLLANDA'DAN TARİHİ BİR BELGE



Araştırıp bulan ve derleyen: İLHAN KARAÇAY







Kaynak: Hollanda Algeemen Handelsblad Gazetesi



Algemeen Handelsblad



Amsterdam



25.05.1920-Salı



ERMENISTAN







Türk-Ermeni Sorunu





Balkanlarda görev yapan bir gazeteci arkadaşımızdan aşağıdaki ilginç mektubu aldık. Bu mektubun içeriği, Ermeni sorununa Batı Avrupa'daki alışılageldik görüşten farklı bir bakış getiriyor. Bu gazeteci arkadaşımızın tarafsızlığına büyük güvenimiz var. Onun olayları değerlendirmesi daima kanıtlara dayandığı için, yazılarını yorumsuz olarak ve hiç bir değişiklik yapmadan olduğu gibi yayınlıyoruz.

Aynen Sultan Abdülhamit devrinde olduğu gibi, bugünlerde Kilikya'dan yeniden çok sayıda Ermeninin katledildiğine dair çirkin haberler geliyor. (Fransız işgali altındaki Adana, Gaziantep, Maraş ve Urfa'daki Ermeni zulmune ve katliamlarına karşı Kuvvayı Milliye Hareketleri) Konuyu çoktan unutmuş olan dünya kamuoyu, bu haberlerle yeniden şok oldu. Aslında din uğruna yapılan bu iğrenç katliamları savunmaya ve koruma altına almaya hiç niyetim yok. Fakat her gerçeğin iki yönü vardır. Olaylar sırasında Türkiye'yi parçalayıp yıkmak isteyen itilaf devletleri ve basını, propaganda yaparak Kilikya'daki Ermeni kıyımını Türklere karşı bilinçli olarak kullandılar ve bütün yıkımın Türkiye tarafından yapıldığını iddia ettiler. Önemli olan gerçeğin ne olduğunu bulmaktır. Bu bilinçle, sözü edilen bu kitlesel katliamdan gerçekte yalnızca Türklerin sorumlu olamayacağını gözler önüne sermek istiyorum.

Bu konuda fikrimi söyleme hakkını kendimde buluyorum. Çünkü Birinci dünya savaşı süresince Türkler ve Ermenilerin birbirleriyle nasıl bir nefret ile boğuştuklarını çok açık bir şekilde gözlerimle gördüm.

1918 baharında Rusların yenilgisinin sonucunda Türkiye yeniden saldırıya geçtiginde ve peygamberin mukaddes bayrağı Osmanlı ülkesinin dışında da dalgalandığında, ki Küçük Kaynarca anlaşmasından beri hiç böyle olmamıştı; ben kendimi Ermeni-Rus sınır bölgesinde buldum ve Türklerin Kafkasya'da ki ilerlemelerine şahit oldum.

Savaşı yaşayan bir kişi, bir ülke ve ulusunu tanımak için savaş halinden daha iyi başka bir fırsat olmadığını kabul edecektir. Bu durumda bütün insani canavarlıklar büyük bir şiddetiyle ortaya çıkar. Savaşımın gerektirdiği kaba güç kullanma ile, kültür ve uygar davranışlar kaybolur. O sıralar Avrupalı olarak bir tek ben, bu kritik ortamda bulunuyordum. Bu durumda söylenebir ki Türklerin Rus- Ermenistan'ına ilerleyişi sırasındaki olayların tek Avrupalı şahiti bendim.

Seyahatime başlamadan önce Ermeni yanlısıydım. 1916-1917'de İstanbul'daki kalışım sırasında, Ermenilere yapılan toplu katliam hakkında, az çok bilgisi olan Avrupalılardan ve Türkiye Ermenilerinden yeteri kadar tiksindirici, çirkin ayrıntılar duymuştum. Bu kişiler Türkleri suçlu ve Ermenileri de, barbar Türklerin masum kurbanları olarak görüyorlardı.

Türklerle aram yeterince iyi olduğu için, bu hassas konuda, hiç bir Avrupalının konuşmaya cesaret edemeyecegi şeyleri sorabiliyordum. Türklerin bana karşı olan davranışları, benim Ermenilerin suçsuz, Türklerin de suçlu olduğuna dair inancımı kuvvetlendiriyordu. Çünkü ben Ermeni olayları ile ilgili bilgi almak için, soru sorduğumda Tüklerden şöyle yanıt alıyordum: "Bizim hakkımızda anlatılanların hepsi doğru. Biz 1 milyon Ermeniyi kestik. Bu korkunç bir katliamdı. Fakat biz bu konuda haklıydık ve bu suçtan ötürü ancak kendimize karşı sorumluyuz." Bütün çabalarıma rağmen bu konuda ayrıntılı ve olayların gerçek nedenleri hakkında bilgi elde edemiyordum. Ben de bu durumda şöyle bir yargıya varabiliyordum: Orada Hristiyanlara karşı fanatik bir din savaşı güdülüyordu. Bu olaylar Ermenistan'ın dünyayla tüm ilişkisinin kesildiği Yukarı Ermenistan'da meydana geliyordu. Orada Ermeniler Türklerin insafına terk edilmişti.



1918 ilkbaharında Trabzon'a geldim. Bilindiği gibi kıyıdan Ermenistan'in dağlık bölgelerine giden tek yol buradandır. Trabzon 1915'de Ermeni katliamını yaşamıştı. 3 yıl sonra bu kentte yaşayan Rumlar ve Avrupalı Levantenler bana Trabzon surları içinde olan inanılmaz vahşeti; Trabzon sokaklarında nasıl Ermeni kanı aktığını, Ermeni mahallelerinin nasıl alev alev yandığını, bu olaylardan günler haftalar sonra bile çocuk cesetlerinin Platana limanındaki Bizans duvarına vurduğunu anlatıyorlardı. Ben yanmış yıkılmış mahalleleri gördüm. Bana bunların bir zamanlar Ermeni mahalleleri olduklarını anlattılar. Bana Hristiyan kiliselerini gösterdiler. Bunlar Ermeni kiliseleriymiş. İnsanlar gübre yığınlarını eşelerken hala kemikler ve ceset artıkları buluyorlarmış. Bana bunların Ermenilere ait olduklarını anlattılar.

Bütün bunlar, insanın hiç unutamayacağı korkunç izlenimlerdi ve herkes bir tek şey diliyordu: "Tanrı bizi ve herkesi bu barbarlıktan ve Müslümanların düşmanlığından korusun."

Bütün bu olanlardan dolayı ben lanetlerimi yağdırırken şüphesiz ki Hristiyanların tarafını tutması lazım gelen sıradan yaşlı bir Fransiskaner papazı başını salladı ve "Yanılıyorsunuz", dedi. "Sadece Türkler suçlu değildir. . Avrupa'dan gelen ve Avrupa kültür anlayışıyla Asyayı değerlendiren biri olarak, doğal olarak bu halkın yok edilmesi suçuna karşı lanetlerini yağdıracaksın. Fakat senin gördüklerin ve sana anlatılanlar, gerçeğin tamamı değildir. Bütün bunları anlayabilmen için olayları bir Asyalı gibi görmen ve yorumlaman gerek. Şunu unutma ki burada yüzyıllardır birbirlerinden nefret eden ve birbirine kin güden iki halk var. Burada iki farklı zihniyet var: Ermeni ve Türk zihniyeti. Bu iki düşman görüşteki insanlar birbirlerinin yok edilmesi gerektiğine inanırlar. Evet 1915'de Ermeniler yok edilmişlerdi, her şey onlara karşydı ve yenilgiyi kabullenmek zorundaydılar. Fakat insan şuna inanıyor ki, eğer aynı konuma Ermeniler sahip olsalardı onlar da Türklere aynısını yapacaklardı. Benim raporlarımdan ve benim Beyazıt, Van, Erzurum ve Erzincan'daki görevlilerden aldığım raporlardan biliyorum ki 1915'de Ruslarla savaş başladığında Ermeniler, Türk ordusunun arkasından isyana kışkırtıldılar ve Türk köy ve kasabalarını yıkıp, yerle bir ettiler. Daha sonra Türkiye'de olan olaylar işte Ermenilerin bu ilk düşmanca tutumu nedeniyle başlamıştır. Kabul ederim ki çok korkunç şeyler oldu; Şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde çok kan aktı. Fakat Ermeniler bu kan gölünün oluşmasında suçsuz değillerdi. Türkler gereğinden fazla ileri gittiler, fakat suç yine sadece Türklerde değildi. Suç Avrupalılarda görülmeyen çok derin nefretlerin oluştuğu, Asyalı düşünce tarzındaydı ve bu düşünceyle yapılan savaşta vahşice davranışlar ortaya çıkıyordu. "





" Örneğin Trabzon'a bak. Yanmış, yıkılmış Ermeni semtlerini gördün, fakat yerle bir edilmiş Türk mahallelerini de gördün mü? Henüz daha taze Türk mezarlarına da dikkat ettin mi? Hayır mı! Haydi git ve gör. Ermeniler de aynı pozisyonda oldukları zaman Rus ordusunun korumasında zafer kazandıklarında, 1915' de yaşananlar tekrarlandı. Fakat bu sefer Türkler, Ermenilerce katledildi. Ermeniler, nerede bir Türk bulsalar onu acımasızca kesip doğradılar, nerede bir cami görseler onu yağmalayıp yaktılar. Türk mahalleleri yakıldı, duman ve alev içinde kaldı. Tıpkı bir zamanlar Ermeni semtlerinde olduğu gibi. Şimdi Anadolunun içlerine gidip savaşın bütün bu izlerini takip edebilirsin: Bayburt'da, Erzincan'da,, Erzurum ve Kars'da. Oralarda daha dumanı tüten yığınlar göreceksin; daha çok kan ve ceset koklayacaksın. Ancak bunlar Türklerin ölüleri olacaktır."





Fransiskaner rahip bana gerçekleri söylemişti. Aylarca Ermenistan ve Kürdistan(Doğu Anadolu ve Kafkasya) içlerinde yolculuk yaptım ve gerçekten de rahibin bana anlattıklarının doğru oldugunu gördüm. Rus ordusunun geri çekilmesinden ve bunu takip eden barış anlaşmasından sonra, sözün ona Ermeni ordusu( Ermeni çeteleri) çeşitli operasyonlar yaptı. Bu çeteler Rusların çekildikleri bu Türk bölgelerini işgal ettiler. Ruslar işgal sırasında Türklerin canlarını ve mallarını koruyorlardı. Rusların geri çekilmesinden hemen sonra olanlar ise, yürek parçalayıcıdır. Küçük Türk yerleşim birimlerindeki insanlar, General Antranik ve Murat'ın çeteleri tarafından tek bir canlı kalmayıncaya kadar katledildi. Camiler son taşına kadar tahrip edildi.

Bu bulunmaz fırsatı yakalayan Ermeniler, beklentilerini, hayallerini bayağı genişlettiler ve neredeyse bütün Anadolu sanki onların olacakmış gibi davranmaya başladılar. Anadolu'da yaşayan Türklerle, yaşayan son erkeğe, son kadına ve son çocuğa varıncaya kadar hesaplaşabileceklerini ve onları yok edeceklerini umuyorlardı. Ben Erzincan'da yıkıntılar arasında yatan yüzlerce boğazlanmış Türkün cesedini gördüm. Kuyuların içine ışık tuttuğumda cesetlerle dolu olduğunu gördüm. Açılan toplu mezarlarda yüzlerce kadın ve erkek cesetlerinin üstüste yığılmış olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Bunları kim yapmıştı? Zafer kazanan Ermeniler tabiki. Böyle manzaralar sürekli olarak Yukarı Ermenistan yollarında, Kürdistan ve Rusya-Ermenistan'nda bana eşlik etti. Türkler'inde şimdi tekrar bir zafer kazandıklarında öç almaları ve öfkeyle misilleme yapmaları şaşırtıcı mıydı dersiniz? Şunu da itiraf etmeliyim ki, Rusya Ermenistan'ına yürüyüşleri sırasında Türkler tarafından yapılan öldürmeler de sürdü. Sarıkamış sınırının karşı tarafında birbirine yakın Ermeni yerleşim yerleri ateş ve demirle yerle bir edildi. Asya'nın bu vahşi ülkesinde şimdi zafer kazananlar, önceki zafer kazananlara karşı korkunç vahşi bir öfke duyuyorlardı. Halkların halklara karşı bu acımasız davranışlara nasıl kışkırtıldıklarını, bu acımasız nefreti, bizim Avrupalı beyinlerimiz anlamaz. Fakat biz Yukarı Ermenistan denilen bu bölgenin uygarlığı ile, Avrupa halklarının eski kültürünün karşılaştırılabileceğini düşünmemeliyiz. Çünkü buralarda yaşayan halkların milliyetleri yoktur, fakat çeteleri vardır. Bunu şöyle açıklamak mümkün. Buralarda iki çete karşılaştığında, bu taraflardan birinin imha edilmesi demek oluyordu. Bu nedenle bugüne kadar Büyük Ağrı Dağları'nda birlikte yaşamak için uzlaşmak, ortayolu bulmak diye birşey düşünülemez. Bunun yerine yanlızca imha etmek geçerlidir. Yukarı Ermenistan'ın çıplak dağlarında bir anlaşma yoktur, sadace ölüm kalım mücadelesi vardır. Kazanan yaşar, kaybeden ölür.





Benim Aleksandropol'de(Gümrü) kalışım sırasında orada yaşayan insanların düşünce yapısına ışık tutan şöyle bir olay oldu. Bir gün Alagöz dağları yönünden bir top atışı duyuldu. Türk sınırı arkasında korku içinde yaşayan Ermeni halkı bunu şöyle açıklamışlar; İngilizler Türklere karşı ilerliyorlar ve Türkler birkaç saat içinde yenilmiş olacaklar. Birden Türk sınırının gerisinde bir ayaklanma oluştu ve Ermeni köylerindeki zayıf Türk nöbetçileri şeytanca işkencelerle öldürüldü. Fakat ortada Ermenilerin geldiklerini sandıkları İngilizler yoktu. Olayın aslı şu idi: Kafkas Ermenilerinden bir birlik önce Türk cephesini yarmayı denemişler. Top atışı sesleri bu yüzdendi. Bu çatışma birkaç saat sonra bitti. Fakat sıra intikam almaya gelmişti. Türk askerlerinin sinsice katledildiği Ermeni köyleri yakılmaya başlandı. Bu durumda Ermenilerin hiç suçu olmadığı söylenebilir mi?

Tamamen Türklerin eline geçen Aleksandropol(Gümrü) kenti bir Ermeni kentiydi ve ben burada Türk işgaline rağmen günlük işlerini güçlerini yapan, şehrin ileri gelen Ermenileri ile tanıştım. Bu kişiler Ermeni çetelerinin düşüncesiz davranışları nedeniyle Türklerin bir gün öç alacakları düşüncesiyle sürekli korku içinde yaşıyorlar ve bir gün sırf bu yüzden yok olacaklarına inanıyorlardı. Ermeni halkının bir kısmı, ki buna ileri gelenleri diyebilirim, Türklerle barışcı bir anlaşma yapılmasının taraftarıydılar. Çünkü şimdi beraber yaşamak zorundaydılar ve karşılıklı bir antlaşma, bu cinayetlere bir son verebilirdi. Fakat halkın büyük bölümü ve çeteler yani sözde Ermeni askerleri, barışın adını bile etmiyorlardı. Onların sloganı: " Ya biz, ya da onlar; birimizden biri yok olmalı" idi.





Düşününüz, Antlaşma ve barış isteyenler, Ermeni halkının büyük çoğunluğu tarafından lanetleniyordu. İçinde bulunduğum Ermeni çevrelerinden bazı insanlar bana açıkça şöyle diyorlardı: " Şimdi Türkler başa geçti, ancak biz pek yakında tekrar başa geçtiğimizde elimize geçirdiğimiz hiç bir Türk'ü sağ bırakmayacağız. Onlarla bizim aramızda bir anlaşma olması mümkün değil. Asırlardır görülecek bir hesabımız var onlarla. Sürtüşmemiz, halkımızın tarihi kadar eskidir. Bu savaşım, Türklerin ülkemize gelmesiyle başladı. Bu savaş ya biz, ya da onlar yok olana kadar sürecektir. Biz barış istemiyoruz. Lanet olsun Türklerle dostluk kuranlara!"





İste o zamanlar Ermenilerin düşünceleri böyleydi. Ermenilerin bağımsızlıklarını kazanma ümitleri pek yoktu. Zaferi kazanan Ay-Yıldız'ın(Türklerin) ise bütün Rus- Ermenistan'ını ele geçirecegi görülüyordu.

İşte bunları duyduktan sonra, şimdi Türklerin geri çekilip de, Türk yerleşim yerleri tekrar Ermenilerin eline geçtikten sonra olanları tahmin etmek, herhalde zor olmasa gerektir.

Uzlaşmalar ancak uygar halklar arasında olabilir. Vahşi Asya'nın halkları arasında sadece nefret ve yok etme duyguları vardır. Evet, Türkler suçludur, katlettiler, ancak ellerine fırsat geçince aynı katliamları yapan Ermeniler acaba daha az mı suçlular? İnsan Asya'yı sadece Asyalı bakış açısıyla değerlendirebilir.





**************









Yazının Orijinal Hollandacası

Algemeen Handelsblad

Amsterdam

25.05.1920 van Dinsdag

ARMENIE





De Armenisch-Turksche kwestie

Van een onzer medewerkers in den Balkan ontvingen wij den volgenden interessanten brief, waarvan de inhoud een anderen kijk geeft op de Armenische quaestie dan de in West Europa gebruijkelijke. Wij stellen in de objectiviteit van dezen medewerker het grootste vertrouwen. - Zijn betoogtrant bevat het bewijs dat hij dit verdient - en drukken daarom zijn correspondentie ongewijzigd en zonder commentaar af.

Evenals onder de regering van Sultan Abdulhamit komen uit Cilicie weer weerzinwekkende berichten over massaslachtingen van Armeniers, waardoor de zenuwen van de tamelijk afgestempte wereld weer opniew worden geschokt. Het valt mij in de verste verte niet in om slachtingen, door wie de ook worden gehouden, te rechtvaardigen en den weerzinwekkendsten van alle moorden, de gooddienstmoord, in bescherming te nemen. Maar elke waarheid heeft twee kanten, en wanneer de Armeensche perspropaganda het Armeensche bloodbad in Cilicie teger de Turken weet uit te buiten, in dezen zin, dat zij daardoor de volledige vernietiging van Turkije door de Entente bewerkt, dan meen ik dat het in het belang der waarheid is, om te onderzoeken of werkelijk alleen de beestachtigheid van de Turken aan deze massamorden schuldig is.

Ik geloof, dat ik eenig recht heb om dit uit te maken, want ik had gelegenheid om Turkije gedurende den oorlog bij wijze van spreken, in neglige te zien en wel juist daar, waar de Armeensche en Turksche stammen in den meest verbitterden haat elkaar te lijf gaaan.

In de lente van het gedenkwaardige jaar 1918, toen ten gevolge van de Russische nederlaag, Turkije het offensief weer begon, en de vlag van den profeet zegevierend in vreemde landen woei, wat sinds den vrede van Küçük Kaynarca niet meer gebeurd was, bevond ik mij in het Armeeinsch-Russische grensgebied, en maakte een deel van den Turkschen opmarsch in het voornamelijk door Armenieers bewoonde gebied mee.

Een ieder die weet wat oorlogvoeren betekent, zal moeten toegeven, dat er geen betere gelegenheid is, om een land en volk te leren kennen, als juist in den oorlog, waar alle menselijke hartstochten met geweld tot uiting komen, en waar het laagje cultuur en veinzerij voor de ruwe, hoogere noodzakelijkheid van de oorlogsvoering verdwijnen. Als eenige Eoropeaan bevond ik mij toen ter tijd in de kritieke omgeving en ben misschien de eenige Europeesche getuige ervan geweest op welke wijze de gebeurtenissen gedurende den Turkschen opmarsch in Russisch-Armenie zich hebben toegedragen, en hoe deze beide volkeren tot elkander stonden.

Voordat ik mijn reis begon, was ik reeds Armenisch gezind. Ik had gedurende mijn oponthoud te Konstantinopel, in de jaren 1916/17, genoeg weerzienwekkende details over de Armeensche massamorden in Turksch-Armenie gehord en de Europeanen, die meer of minder goed over de gebeurtenissen in Armenie ingelicht waren, gaven dan Turken alleen de schuld en beschouwden de Armeniers als de onschuldige offers van den Turkschen goddiensthaat en van de dierlijke hartstochten van een barbaarsch volk.

Mijn verhouding tot de Turken was goed genoeg om hen ook over dit netelige punt, wat een Europeaan bijna niet te berde durft te brengen, te spreken. De houding der Turken moest mij in mijn overtuiging sterken, dat de Armeniers onschuldig waren en de Turken alle shuld hadden. Want met een eigenaardige bruuske afwijzing werd mij steeds door iedereen Turk, wien ik ver het pro en contra van de Armeensche quaestie om inlichtingen vroeg, geantwoord: "Ja alles is waar wat men over ons verteld. Wij hebben een millionen Armeniers afgemaakt; het was afschuwelijk bloodbad, maar wij waren in ons recht en wij zijn daarvoor alleen tegenover ons zelf verantwoording schuldig."



Het gelukte mij niet nog verdere details, of de gronden van deze verschrikkelijke daden te, weten te komen. En ik kon alleen tot den slotsom komen. In de loogelaten hartstochten van den oorlog het goddienstfanatiesme tegenover de Cristenen zich liet gaan, waar het maar gelegenheid daartoe zag. En dat gebeurde in het hoogland van Armenie, waar de van de gehele wereld afgesneden. Armenieers aan den Turken overgeleverd waren.

In het voorjaar van 1918 kwam ik in Trabzon van waaruit -gelijk bekend is -de einige beganbare weg naar binnenland van Hoog-Armenie loopt.

Trabzon zelf was in 1915 getuige van een Armeensch bloedbad en drie jaar later wisten Grieken en Levantijnsche Europeanen mij nog in kleuren en geuren te vertellen van de onbeschrijfelijke gruwelscenes, die zich binnen de oer-oude muren van de Trabzon in 1915 afgespeeld hebben. Hoe op de straten van Trabzon het bloed der Armeniers vloeide! Hoe de Armeensche wijken in rook en vlammen opgingen en nog dagen en weken na het bloedbad de lijken van kinderen tegen den oer-ouden Konstantijnschen dijk en in de haven van Platana aanspoelden. Ik zag geruineerde streken en men vertelde mij, dat dit eens Armeensche wijken waren geweest. Men toonde mij Cristelijke kerken. Dit waren de kerken der Armeniers. Men rakelde de mesthoopen op en beenderen en vergane lijken kwamen te voorschijn. Dat zijn lijken van Armeniers, zeide

men mij.

Dit zijn zulke ontzettende gewaarwordingen, die men nooit vergeet en die bij iedereen maar een wensch doen opkomen: God behoede onsen een ieder voor deze barbaarscheid en voor den godsdiensthaat der Mohammeden!

Maar een prior der Franciskaner monniken, een envoudige oude prister, die ongetwijfeld aan de zijde van de Cristenen stond, schudde zijn hoofd, toen ik in verwenschingen tegen de Turken uitbrak. "Gij vergist u" zeide hij, "de Turken hebben niet alleen schuld. Ja voor iemand die uit Europa komt en die met Europesche begrijpen over Azie will oordeelen, die zal de misdaad van het uitroeien van dit volk verwenschen. Maar het is niet de geheele waarheid, die gij gezien en gehoord hebt. Gij moet deze dingen door een Aziatische bril bekijken en begrijpen, dat hier twee volken elkaar met eeuwenouden haat en verbittering te lijf gaan. Men heeft hier twee mentaliteiten, de Turksche en de Armeeensche en beide mentaliteiten zeggen, dat een van hen te gronde gaan. Ja, in 1915 waren het Armeniers, die te gronde zijn gegaan.Alles werd tegen hen in werking gesteld, en zij moesten de nederlaag lijden. Maar zijt gij er wel van overtuigd, dat de Armeniers in dezelfde omstandigheden niet hetzelfde zouden hebben gedaan of deden? Ik heb mijn rapporten van missies, uitgezonden door mijn orde in Beyazıt, Van, Erzurum, Erzincan; uit de rapporten weet ik, dat in 1915 toen de oorlog met Rusland begon, het de Armeniers waren, die achter het Turkse leger de revolutie aanwakkarden en de Turksche dorpen en nederzettingen ontvolkten en met den grond gelijk maakten. De verdere gebeurtenissen, die daarna in Turkije voorvielen, waren alleen de gevolgen van deze eerste vijandelijke houding der Armeniers. Ik geef toe, dat er verschrikkelijke dingen gebeurd zijn; er is zooveel bloed gevloid als nog nooit te voeren. Maar onschuldig waren de Armeniers aan het ontstaan van het bloedbad niet. En wanneer de Turken dan verder gegaan zijn dan nodig was, dan ligt daarvan de schuld niet alleen bij de Turken, maar bij de mentaliteit van Azie, waar de volkenhaat dieper gaat dan bij de Europesche volken en waar de oorlog beesachtige vormen aanneemt."



"Zie b.v. naar Trabzon. Gij hebt de platgebrande Armeensche wijken gezien, maar hebt hij ook de platgebrande Turksche wijken aanschouwd? Hebt gij op de nog frissche graven van de Turksche bevolking gelet? Neen! Ziet toen de Armeniers zich in de zelfde positie bevonden als de Turken, toen zij zegevierend voortrukten onder de bescherming van het Russische leger, toen herhaalde zich het schouwspel van het jaar 1915, maar toen moesten de Turken het ongelden. Waar de Armeniers een Turk vonden, daar werd hij onbarmhartig neergehouwen, waar zij een Turksche moskee zagen werd deze geplunderd en in brand gestoken. Turksche wijken gingen even goed in rook en vlammen op als Armeensche wijken. Gij gaat thans het land in en gij zult de sporen van den oorlog kunnen volgen: Bayburt, Erzincan, Erzurum en Kars. Gij zult nog rookende puinhoopen zien; gij zult nog bloed en lijken ruiken, maar dat waren echter Turkse lijken."



De Franciscaner pater heeft slechts de waarheid gezegd. Maandenlang ging ik dwaars door Armenie en Kurdistan en ik vond bevestigd, wat hij mij verteld had. Na den terugtocht van het Russische leger, die op de Russische vreede volgde, namen de troepen van het z.g. Armeensche leger, de militaire operaties in de bezette Turkse gebieden over. Gedurende de Russische bezetting beschermden de Russen het leven en eigendommvan de Turken. Wat na dan terugtocht van de Russen gebeurd is, is hartverscheurend. De kleine Turksche nederzettingen werden door de benden van generaals Adronits en Murat tot den laatsten man afgemaakt, kerken tot den laatsten steen vernield.

Toen waren de Armeensche verwactingen nog hoog gespannen. Hun plannen reikten ver, omspanden het geheele Turksche rijk. En zij hoopten dat zij met den erfvijand zouden kunnen afrekenen tot den laatsten man, de laatste vrouw, het laatste kind. Ik heb in Erzincan ruines gezien, waar honderden lijken van gewurgde Turken lagen tusschen de puinhoopen. Ik heb licht laten schijnen in putten, die vol lijken waren. Ik heb met eigen ogen gezien, dat graven open gemakt werden, waarin mannen-en vrouwenlijken overelkaar lagen, bij honderden. Wie hadden dit gedaan? Die overwinnende Armeniers.

Deze tooneelen vergezelden mij op den verren, langen weg door Opper-Armenie, Kurdistan tot in Russisch-Armenie. En is het een wonder, dat de Turken, toen zij weer overwinnaars waren, wraak namen, kwaad met kwaad vergolden? Ik moet erkennen dat tijdens den Turkschen opmarsch naar Russisch- Armenie het moorden voortgezet werd door de Turken. Aan den anderen kant van de grens van de Sarıkamış werden de Armeensche vestigingen, die daar tamelijk gezaaid zijn, ontvolkt met vuur en ijzer. De meest verbitterde volkshaat woedde tegen de vroegere overwinnaars, thans overwonnenen , in den beestachtigen vorm, een wild land van Azie eigen. Onze Europeesche hersens begrijpen deze onverbiddelijke haat niet, die volkeren tegen volkeren opzweept tot de ergste gruweldaden. Maar wij mogen niet vergeten, dat Opper-Armenie een land is, waarvan de beschaving vergeleken kan worden met de oer-cultuur der Europeesche volkeren. De volkeren daar zijn geen naties, doch horden. En zoals in den oertoestand der volkeren een ontmoeting van twee hordende vernitiging beteekende van een dezer twee, zoo is men in de bergen om den Grooten Ararat heden ten dage nog niet bedacht op samenleven, doch op vernietiging. In de kale bergen van Opper-Armenie bestaat er geen compromis, alleen strijd op leven en dood. De overwinnaar leeft, de overwonnene kan alleen sterven.

Tijdens mijn verblijf in Alexandropol(Gümrü) gebeurde het volgende, dat een goed licht werpt op de mentaliteit van de menschen aldaar. Uit de richting van de bergengroep Alagöz hoorde men op een dag kanongedonder. De Armenische bevolking, die achter het Turksche front in angst en beven leefde, legden dit kanongedonder zoo uit, dat de Engelschen oprukten tegen de Turken. En zij leefden in de overtuiging, dat de Turken binnen enkele uren verslagen zouden zijn. Onmiddelijk ontstond achter het Turksche front een opstand, en de zwakke Turksche posten in de Armenische dorpen werden op de geraffineerde manier dood gemarteld. Maar de Engelsen kwamen niet. Een detachement van Kafkas- Armeniers had getracht door het dunne Turksche front te breken. Vandaar het kanongedonder. En toen het gevecht een paar uur later voorbij was, kwaam de wraak. De dorpen, waarin Turksche soldaten vermoord waren werden vernietigd. Kan men zeggen, dat de Armeniers geen schuld hadden?

In Alexandropol zelf, in een zuiver Armeensche stad, waar, niettegenstaande de Turksche bezetting, de Armeniers rustig hun werk deden , kwam ik veel in aanraking met toonaangevende Armeniers. Zij leefden voortdurend onder een verschrikkelijke angst, dat op een dag door een onbedachtzame handeling van Armeensche benden de Turken wraak zouden nemen en dat zij dan het eerst er aan zouden moeten gelooven. Een gedellte van Armeensche volk, het beste deel- was voor een vreedzame overenstemmming met de Turken. Men was nu eenmaal gedwongen samen te leven. En dan zou toch alleen verdraagzaamheid een eind kunnen maken aan het moorden. Mat het grootste gedeelte en de benden, de zoogenaamde militairen wilden van vreede niets weten. Hun leuze was : "Zij of wij, een moet te gronde gaan."

De mannen, die verdraagzaamheid en verzoeninig predikten, werden verwenscht door het gros van het Armeensche volk. Men zei mij openlijk in Armeensche kringen: "Nu zijn de Turken baas. Maar spoedig zullen wij weer heer en meester zijn en dan zullen we geen enkelen Turk, die in onze handen komt in leven laten. Tusschen ons is geen overeenstemming mogelijk. Wij hebben een rekening eeuwen oud te vereffenen. Onze strijd is zoo oud als ons volk. Deze strijd begon op den dag, waarop de Turken in ons land kwamen en zal tot den dag duren, waarop wij op zij te gronde gaan. Een verzoening willen wij niet. Vervloekt zijn zij , die vriendschap sluiten met de Turken. "

Zoo was de stemming in een tijd, waarin de Armenen geen hoop hadden ooit van de Turken bevrijd te worden. Het zag er naar uit, alsof de overwinnende halve maan geheel Russisch- Armenie tot zich zou trekken.

Hiernaar kan men beoordelen, wat er gebeurd is, toen de Turken moesten terugtrekken en de Turksche vestiginggen weer in handen van de Armeniers vielen.

Een vergelijk is alleen mogelijk tusschen beschaafde volkeren. Bij de volkeren van het wildste Azie bestaat alleen haat en vernietiging. "De Turken zijn schuldig. Zij hebben gemoord." Zijn echter de Armeniers minder schuldig, die ook hebben gemoord, zoodra daartoe de macht bezeten?

Azie kan men alleen beoordeelen met Aziatische ogen.





***************



Sözde Ermeni sokırımı gerçeğini 1920’de Hollanda gazetesine yazan gezgin muhabirin kimliğini bulduk: George Nypels



İlhan Karaçay, Ermeniler’in soykırım iddialarını 1920’de Algemeen Handelsblad gazetesinde çürüten Hollandalı muhabirin kimliğini buldu.

Dünyanın dört bir tarafını gezen ve ünlü liderlerle görüşmeler yapan Hollandalı gezgin muhabir George Nypels hakkındaki araştırmayı sizler için yukarıda sunduk.







Verslaggever George Nypels (1885-1977) schreef history in the making.



Hij maakte barre reizen en sprak met de soms griezelige kopstukken van Europa. En toch is George Nypels bijna vergeten. Ten onrechte.



Ik geloof dat de tijd dat men ons, westerlingen, in Turkije voor superieure, nobele wezens hield, voorbij is en dat dit militaire schrikbewind der Engelsen de reputatie van ons allen in dit Oosten een lelijke knauw gegeven heeft...Over de Aziatische vernietigingsoorlog met de Armeniërs en Grieken mogen wij niet eenzijdig oordelen en veroordelen. Daar gebeuren aan beide zijden gruwelen, die wij niet rechtvaardigen, alleen maar verklaren kunnen.



Journalistieke observatie uit Constantinopel, twee jaar na het einde van de Eerste Wereldoorlog.



De stad wordt (straf voor het pact dat de Turkse sultan in 1914 had gesloten met Duitsland en Oostenrijk) nog altijd bezet door geallieerde troepen. In Anatolië vecht intussen het rebellenleger van Mustafa Kemal voor de totstandkoming van een moderne, seculiere Turkse republiek. En de reiscorrespondent van het Amsterdamse Algemeen Handelsblad wil door de frontlinies heen van Constantinopel naar Angora zien te komen, en raakt onderweg steeds meer gesteld op al die aardige, vredelievende en tolerante Turken die hij tegenkomt, en die hij door de westerse bezetters - de haatdragende Grieken voorop - permanent vernederd en gemaltraiteerd ziet worden. In een lange serie reportages over het veelbelovende nieuwe Turkije van Kemal (Atatürk in de geschiedschrijving) vraagt hij aandacht voor een land in wording aan de rand van Europa. Het is 86 jaar na dato nog altijd gedenkwaardige lectuur.



Wie was die reiscorrespondent? En hoe is het mogelijk dat een Nederlandse verslaggever met een groot journalistiek talent, die tussen 1918 en 1938 bijna alle Europese revoluties afreisde - dat die totaal kan zijn vergeten?



Nypels was er bij.



In vaste dienst van de krant, of voornamelijk op eigen risico? Omdat er weinig bekend is over zijn leven, en omdat kranten toen (en nu nog, vrees ik) nogal slordig omsprongen met hun archief, kunnen we niet meer nagaan hoe zijn relatie met het Algemeen Handelsblad precies was geregeld.



Zijn productie was indrukwekkend. Ook relatief korte reizen leverden altijd op zn minst een serie op - vier, vijf, soms negen afleveringen. Al zn stukken barstten van de wetenswaardigheden. Hoeveel mensen in het veilige, neutraal gebleven Nederland wisten wat ze zich bij revolutie, burgeroorlog en straatgevechten moesten voorstellen? Nypels schreef het gedetailleerd op. Wie had trouwens wel eens in Silezië, voorbij Minsk, in Thracië en door weer en wind in de onherbergzame binnenlanden van Turkije gereisd? Nypels wel.



Zeker vanuit Nederland gezien was alles onzeker en angstig nieuw in die dagen en jaren. Nypels beschreef de romantische of angstaanjagende figuren die bezig leken een oude vertrouwde wereld op haar kop te zetten: Trotski, Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Kemal, Gabriele dAnnunzio, Benito Mussolini, Adolf Hitler. Met de meesten van hen had hij gesprekken gevoerd, waarin ze hun soms duizelingwekkende plannen ontvouwden. Nypels schreef als het ware history in the making. En het stond allemaal in het keurige Algemeen Handelsblad.



Waarom?



Het moet te maken hebben met een taai ongerief in de Nederlandse journalistiek, waar reflectie, beschouwing, analyse en opinievorming altijd voor deftiger en gewichtiger is aangezien dan het eenvoudige overdrachtsverhikel van de verslaggeverij. Voor great reporting moet je in Engeland en Amerika zijn. Daar zou een man als George Nypels, die in 1920 meteen in de gaten had dat aan gene zijde van de Bosporus iets bijzonders aan de hand was, in elk journalistiek handboek als een voorbeeld gememoreerd blijven.



******************



İlhan KARAÇAY Hollandalı Bakanın İtirafını Yakaladı



İlhan Karaçay, Ermeni iddiaları için hak iddia edenlere yanıt olacak bir haberi yakaladı. Hollanda Dışişleri Bakanı Verhagen’in, Hollanda’yı kitle katliamı yaptığı idiası ile özür bekleyenlere cevabı ders niteliğinde.



Bir süre önce sözde Ermeni soykırımı iddiasını çürüten bir Hollandalı gazetecinin, 1920 yılındaki haberini de yakalamış olan İlhan Karaçay, Hollandalı Bakan’ın, Ermeniler’den özür dileme lüksüne düşenlere ve Batılılara ders olacak nitelikteki sözlerini süzgeçten geçirdi.





HOLLANDA DIŞİŞLERİ BAKANI MAXIME VERHAGEN, 1947’DE HOLLANDA ASKERLERİNİN YAPTIĞI KİTLE KATLİAMI İÇİN ÖZÜR BEKLEYEN ENDONEZYALILAR’A, ”BEN O ZAMAN DOĞMAMIŞTIM. SADECE ÜZÜNTÜMÜ DİLE GETİRİRİM. ÖZRÜ 1947’DEKİ HÜKÜMET DİLESİN” DEDİ.



AMSTERDAM,- DÜNYA’nın Hollanda temsilcisi İlhan Karaçay, Ermeniler’in soykırım iddialarına buyun eğen ‘özürcüler’e ve Batılılara ders niteliğinde olan bir haberi yakaladı.

Tatil nedeniyle Hollanda’da bulunmadığı 15 Ocak 2009 tarihinde, Hollanda’nın ciddi gazetelerinden De Volkskrant’ta yayınlanan bir haberi sonrada bulan İlhan Karaçay, Hollanda Dişişleri Bakanı Maxime Verhagen’in, Ermeniler’den özür dileme lüksüne düşenlere ve Batılılara ders olacak nitelikteki sözlerini süzgeçten geçirdi.



Konu, Hollandalı askerlerin 1947 yılında Endoneya’nın Rawa Gede köyünde işledikleri bir kitle katliamı için özür dilenmesinin istenmesi. Hollanda Dışişleri Bakanı Vergahen’in Endonezya’ya yaptığı ziyeret sırasında Rawa Gedeli yaşlı kadınlar ile buluştuğu sırada özür dilemesi istendiği zaman söylediği, “Ben o zaman doğmamıştım. Sadece üzuntümü dile getiririm. Özrü 1947’deki hükümet dilesin” dediği haber, De Volkskrant gazetesinde aynen şöyle yayınlandı:



Özür dilemem, üzüntümü belirtirim.

Bir otobüs dolusu Endonezyalı çok yaşlı kadın, Hollanda Dışişleri Bakanı ile konuşmak için, Rawa Gede köyünden Jakarta’ya bir yolculuk yaptı. Bakan Maxime Verhagen onları üç çeyrek saat dinledi. Bakan, kadınların anlattıklarının etkisi altında kaldığını ve duygulandığını belirtti. “Sizi can kulağı ile dinledim” dediği 80 yaşın üzerindeki kadıları köylerine uğurladı.



Kadınlar, bu kez de “özür” kelimesini duyamadılar. Hollanda, Bakan Verhagen’in ağzından, 1947 yılında, kendi askerlerinin bu köyde işlediği kitle katliamı için,“üzüntü” hatta “derin üzüntü” duyduğunu bir kez daha açıkladı. Aynı üzüntü, 2005 yılında da daha önceki Bakan Bot tarafından dile getirilmişti. Geçen aralık ayında da Hollanda’nın Jakarta Büyükleçisi Van Dam da bu kadarla yetinmişti.



Verhagen, tüm zorlamalara rağmen duygu dolu bu “özür” kelimesini kesinlikle ağzına almadı.Bir çok kez, ”İki kelime arasında farklılık var” diyen Verhagen, ‘özür’ ile geçmişte yaşananların sorumluluğunün üstelenmiş olunacağını ve Hollanda hükümetinin bunu kabul etmediğini belirtiyor ve ekliyor. “Bu ancak 1947’deki Hollanda hükümetinin sorumluluğudur” diyor. “Ben 1956’da doğdum. Bu tarihi olay Ben doğmadan yaşanmış. O zaman yaşananlardan biz sorumlu değiliz.” diyen Bakan, burada sadece politik bir mirastan söz edilebileceğini belirtiyor ve hiç bir şeyi kabullenemeyeceğini amaölenler için üzüntü duyduğunu ekliyor.



Kılı kırk yarmak gibi olacak ama, ‘özür’ yerine ‘üzüntü’ denmesinin ikinci bir nedeni de, daha sonra doğacak olan tazminata bağlanıyor.

Peki Bakan tazminattan korkuyor mu? Bakan bu konuya yeniden girmek istemediğini belirtiyor. Kendisinden önceki Bakan’ın Endonezya ile,

geçmişin üstüne bir çizgi çekilmesi konusunda anlaştığını, iki tarafın da tazminat talebinde bulunmayacaklarını belirten Verhagen, Hollanda ile Endonezya arasında bir finansal anlaşma olduğunu söyledi.



***************





De Volkskrant (15.01.2009)

Spijt, maar geen excuses voor de vrouwen van Rawa Gede



Van onze correspondent Michel Maas

Een emotioneel verhaal noemt minister Verhagen het relaas van de nabestaanden van de massamoord in het Indonesische Rawa Gede. Maar excuses zitten er toch echt niet in.

JAKARTA Een busje vol stokoude Indonesische vrouwtjes heeft woensdag de lange tocht van Rawa Gede naar Jakarta gemaakt om daar met de Nederlandse minister van Buitenlandse Zaken te spreken. De minister, Maxime Verhagen, hoort ze drie kwartier aan. Hij zegt onder de indruk te zijn van hun verhaal. Emotioneel, noemt hij het. Hij biedt ze ‘een luisterend oor’, zegt hij, en stuurt de oudjes, die ver in de 80 zijn, vervolgens terug naar hun dorp.

Ook ditmaal moeten zij het doen zonder excuus. Nederland betuigt bij monde van minister Verhagen voor de zoveelste keer ‘spijt’ en zelfs ‘diepe spijt’ voor de massamoord die Nederlandse troepen in 1947 in het dorpje hebben begaan. Dezelfde spijt die al in 2005 door zijn voorganger Bot is betuigd, en in december nog eens door de Nederlandse ambassadeur in Jakarta, Van Dam. Maar daar blijft het bij. Het beladen woord ‘excuus’ wil Verhagen, zelfs na hevig aandringen, pertinent niet in de mond nemen.

‘Er is een verschil tussen die twee’, legt hij voor de zoveelste keer uit. Met ‘excuses’ aanvaard je verantwoordelijkheid voor wat er destijds is gebeurd, en dat wil de Nederlandse regering niet. Dat kan alleen de regering van 1947, vindt Verhagen. ‘Ik ben geboren in 1956. Deze hele geschiedenis heeft zich afgespeeld voordat ik geboren ben. Wij zijn niet persoonlijk verantwoordelijk voor wat er destijds gebeurd is.’ Hij is alleen maar de politieke erfgenaam van de kwestie. Hij heeft niets te aanvaarden, maar natuurlijk betreurt hij al die doden wel.

Het lijkt muggenzifterij, maar er is een tweede reden waarom ‘excuses’ verder gaan dan ‘spijt’: ‘de claims’ die daaraan ten grondslag liggen, zegt Verhagen. Dus de minister is bang voor schadeclaims? Zover wil hij nu ook weer niet gaan. Zijn voorganger heeft met Indonesië afgesproken ‘een streep onder het verleden te trekken’, en daarbij is ook vastgelegd dat er wederzijds geen claims zullen worden gebaseerd op dat verleden. Dat ligt ook vast in financiële afspraken die tussen Indonesië en Nederland zijn gemaakt. Maar helemaal zeker lijkt hij daarvan niet. Dus houdt hij het nadrukkelijk op spijt betuigen. En moeten de ouderen uit Rawa Gede het doen met een luisterend oor.

De Indonesische regering dringt niet aan op excuses. Die laat de discussie daarover helemaal over aan Nederland, en koestert zich verder in steeds hartelijker betrekkingen. De tijden dat Nederland Indonesië de les wilde lezen, zijn definitief voorbij.

Verhagen spreekt met zijn Indonesische collega Wirayuda nog wel over mensenrechten, maar doet dat niet meer ‘met het geheven vingertje’. ‘Ik maak mij zorgen over de hoge straffen voor mensen op Ambon en in Papua die hun eigen vlag hijsen. Daar wind ik geen doekjes om. Maar wij bespreken vervolgens, hoe Nederland kan samenwerken en de situatie in die regio’s op een breed terrein kan verbeteren.’