Tarihteki İlk Türk Cumhurriyeti - Kader Özlem - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









Tarihteki İlk Türk Cumhurriyeti - Kader Özlem
Tarih: 27.11.2008 > Kaç kez okundu? 5522

Paylaş


Batı Trakya Bölgesi hiç şüphesiz ki Türk tarihi açısından özel bir konum teşkil etmektedir. Osmanlı Devleti’nin Dağılma Dönemi’nde büyük ve orta ölçekli devletlerin bölge üzerindeki farklı stratejileri ve buna karşılık Türk Devleti’nin ve halkının bu oyunları bozmaktaki azmi, Batı Trakya’nın tarihsel ve efsanevi boyutu hakkında çeşitli ipuçları vermektedir. Ne var ki günümüzde halen popülaritesini koruyan ve Türk-Yunan ilişkilerinde türlü dalgalanmalara neden olan Batı Trakya’nın tarihsel süreç içerisinde incelendiğinde göze çarpan en önemli özelliği, Osmanlı askerlerinin ve bölgedeki Türk ahalinin 1913 yılında kurdukları Garbi Trakya Müstakil Hükümeti veya daha doğru bir ifadeyle Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’dir.

Bağımsızlığını yeni kazanan Balkan devletlerinin birleşerek Osmanlı Devleti’ne sırayla Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın harp ilanları, I.Balkan Savaşı’nın başlangıcını oluşturmaktadır. Yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyan Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı’nın küçük bir provası niteliğindeki bu savaşa hazırlıksız yakalanmıştır. İkmal ve Levazım Teşkilatı’nın bozuk olması, muharebe gücü yüksek, deneyimli 120 tabur askerin terhis edilip Anadolu’ya gönderilmesi, askerin beslenme sıkıntısı, aynı zamanda ordunun siyasete karışması sonucu komutanlar arasında oluşan anlaşmazlık ve Balkan Devletlerinin birleşmesine ihtimal vermeyen Osmanlı Devleti’nin “stratejik akıldan” yoksun yöneticileri bu savaşın aleyhimizde sonuçlanmasında belirleyici nedenler olmuşlardır. Osmanlı ordusunun kısa sürede dağılması, Ekim sonlarında Bulgaristan’ın Çatalca önlerine gelmesine ve Osmanlı Devleti’nin Makedonya’yla irtibatının kopmasına neden olmuştur. Sırpların Üsküp’e girmesi ve Arnavutluğun işgal edilmesi, Balkanlarda artık söz sahibi olmadığımızın göstergesidir. I.Balkan Savaşı sonucunda 30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre; Midye-Enez hattının batısında kalan bütün topraklar Balkan devletlerine bırakılmış; Bulgaristan ise Dedeağaç ve Kavala arasındaki toprakların sahibi olarak Ege Denizi’ne çıkmış ve Osmanlı Devleti’nin batıdaki tek sınır komşusu olmuştur. Osmanlı’dan aldıkları toprakların paylaşılması konusunda birbirleriyle tutarsızlığa düşen Balkan bloğunun farklı menfaat algılamaları, II. Balkan Savaşı’nın temelini oluşturmuştur. Romanya’nın da çatışmalara intikal etmesi savaşa daha geniş bir boyut kazandırmıştır. Sofya merkezli çıkan bu savaş, Bulgaristan’ın fazlaca hırpalanmasına neden olmuştur. Bulgaristan’ın içinde bulunduğu açmazdan faydalanmayı bilen Osmanlı Devleti, Türkler için “namus” demek olan Edirne’yi geri almıştır. Bu savaş sonunda Osmanlı Devleti’yle Bulgaristan arasında İstanbul Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre Edirne ve Kırklareli Osmanlı Devleti’ne geri verilirken; Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında da Atina Antlaşması imzalanmıştır.

Bütün bu gelişen şartlar arasında Batı Trakya bölgesi, 1912’de Balkan Savaşları’nın hemen başında Bulgarlar tarafından; II. Balkan Savaşı esnasında da Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Ancak, II. Balkan Savaşı sonucunda imzalanan Bükreş Antlaşması, Batı Trakya’nın bir kısmını Bulgar Devleti’ne bırakırken; Yunan tarafı bu bölgenin teslimi konusunda olabildiğince sorunlar çıkarmış hatta Batı Trakya sorununa Osmanlı Devleti’ni de karıştırmak istemiştir. Yunanlıların bu şekilde düşünmelerinde önemli çıkarlarının bulunduğu muhakkaktır. Batı Trakya’nın Bulgarlar tarafından işgal edilmesinden sonra bölgedeki küçük azınlık olan Rumların Bulgaristan’ın zulmünden ve kötü idaresinden korunmak istenmesi ve son zamanlarda hayli toprak kaybederek önemli ölçüde gücünü yitiren Osmanlı Devleti’ni de bölge sorununa karıştırarak Batı Trakya’yı Türklerden daha kolay alabileceğini umması, Yunanistan’ın bölgeye ilişkin politik tutumlarını yansıtmaktadır. İşte bütün bu hesapların içinde II. Balkan savaşında Bulgaristan’ın içine düştüğü güç durumdan yararlanan Osmanlı Devleti 23 Temmuz 1913’te Edirne’yi geri almış ve Meriç nehrine kadar olan topraklarını kurtarmıştır. Ancak Meriç nehrinin batısında kalan ve demografik açıdan yüzde seksen beş gibi büyük bir oran teşkil eden Batı Trakya’daki Türk nüfusunun geleceği Bab-ı Ali yönetimince üzerinde düşünülmeye değer bir konu olmuştur.

II. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmaması konusunda sık sık nasihatlerde bulunan Batılı devletler, Edirne’nin kurtarılışından sonra Osmanlı yönetiminden Meriç nehrinin batısına geçilmeyeceğine dair garanti almışlardır. Ordumuz bu kuralı hiçe sayarak Edirne’nin kurtarılışının hemen sonrasında 3.000 kişilik bir akıncı müfrezesiyle Bulgaristan topraklarına girmiş; Habibçe, Harmanlı ve Hasköy’de akınlar gerçekleştirmiştir. Ancak nabız yoklama amacı taşıyan bu akınlar sonucu müfreze tahmin edilen tepkiyi görmüş ve Bulgaristan’ın Rusya ve Batının önde gelen devletlerine yaptığı baskı neticesinde Edirne’ye geri çekilmek zorunda kalmıştır. Tarihte “Edirne Fatihi” olarak da bilinen Enver Bey, bu 3000 kişilik müfreze içerisinden 16 subay ve 100 erden oluşan 116 kişilik bir çete kurdurmuş ve Eşref Kuşçubaşı’nın emrine verdiği bu birliği talimatıyla Edirne’den Ortaköy üzerine göndermiştir. Birlik, Ortaköy’e geldiğinde Papazköy civarındaki 1200 kişilik Bulgar Domuzciyef çetesi tarafından katledilen 400 Türk’ün cesetleriyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine Eşref Bey, Bulgar katilleri bulup cezalandırmak için Koşukavak üzerine yürümeye karar vermiş ve 16 Ağustos 1913’te Koşukavak’taki çarpışmada Bulgar çetesinden 83 er, Domuzciyef’le birlikte 5 subay ve 6 kaptan tutsak edilmiş, geri kalan ise dağıtılmış veya yok edilmiştir. Müfreze Koşukavak’ta milli bir tabur kurmuş, Kamber Ağa isimli bir kişiyi hükümet reisi olarak tayin etmiş ve burada durmayarak Mestanlı üzerine yürümüştür. 18 Ağustos 1913’te Mestanlı muharebesiz olarak ele geçirilmiş ve ertesi gün kısa bir çarpışma neticesinde Kırcali de alınmıştır. Burada 600 kişilik milli bir tabur meydana getirilmiş; Mestanlı ve Kırcali’ye de birer hükümet reisi tayin edilmiştir. Sonuçta bu üç kazada da asayiş sağlanmış ve kazaların idaresi sadece Eşref Bey’in müfrezesine bağlanmıştır. Bütün bu gelişmeler İstanbul yönetimince hiç de hoş karşılanmamış ve birliğe daha fazla ileri gitmemesi dair gerekli emir çoktan verilmiştir. Bunun üzerine Eşref Kuşçubaşı bağlı bulunduğu Enver Bey’le bizzat irtibata geçmiş ve Batı Trakya’nın tümünün ele geçirilmesini içeren bir dizi talimat almıştır. Bunun yanı sıra, Enver Bey bir grup subay ve askeri daha bölgeye takviye etmiştir. Bu gönderilen birlik içerisinde sonradan Teşkilat-ı Mahsusa’nın reisliğini ve I. Dünya Savaşı’nda Irak cephesi komutanlığını yapacak olan Süleyman Askeri Bey de bulunmaktadır. Böylece, Batı Trakya’daki mücadele dönemi farklı bir boyut kazanmıştır. Sağlanan bu taze güçle birlikte “yeniden fetih” çalışmalarına devam edilmiştir. 31 Ağustos 1913’te Gümülcine, 1 Eylül 1913’te ise İskeçe yeniden Türklerin diyarı olmuştur. Yapılan bütün bu çarpışmalar sonucunda Dedeağaç haricinde (o zaman Yunanlıların kontrolündedir) Batı Trakya tamamen ele geçirilmiş ve Meriç boyları Bulgar unsurlardan arındırılmıştır.

Gümülcine’nin kurtarılmasından sonra Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi kurulmuş ve reisliğine de Salih Hoca getirilmiştir. Diğer taraftan Süleyman Askeri Bey, Erkan-ı Harbiye ve Garbi Trakya Hükümeti İcraiye Reisi olarak bütün yetkileri elinde bulundurmakla bu hükümetin de üzerinde bir otoriteye sahip olmuştur. Batı Trakya’nın yeniden fethinin geniş bir boyut kazanmasıyla birlikte, Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti’nin kurulması, Sofya ve İstanbul yönetimlerini şaşkınlığa uğratmış ve bu ilerleyişin büyük bir tehlikeye ön ayak olabileceğini düşünen Düveli Muazzama ise Osmanlı Devleti’ni uyarma yoluna gitmişlerdir. Dedeağaç haricinde Batı Trakya’nın tamamını kontrol altında tutan Türk askeri kuvvetlerinin Dedeağaç üzerine yürüyecekleriyle ilgili olarak istihbarat aldıklarını söyleyen Batılı devletler, Osmanlı Devleti’nden birliklerini geri çekmesini dayatmışlardır. Diplomatik kanallarla bu tür bilgilerin doğruluğunun bulunmadığını vurgulayan Osmanlı yönetimi birkaç birliğin sadece askeri manevralar için Meriç’i geçtiklerini, herhangi bir işgalin söz konusu olmadığını belirtmiş ve bölgeye giden kuvvetlerinin kesin olarak geri dönmelerini bir kez daha emretmiştir. Ancak geri çağrılan birliğin önde gelenleri bölgedeki Türk halkının yeniden baskı, zulüm ve sefalet altında yaşamalarından yana değildir. İstanbul yönetimince kendilerine tebliğ edilen emri hiçe sayarak Osmanlı Devleti’yle maddi ilişkilerini kesmekle kalmamışlar; Batı Trakya’da bağımsızlık ilan etmişlerdir. Netice itibariyle 12 Eylül 1913 tarihinde Garbi Trakya Müstakil Hükümeti adıyla tarih sahnesine yeni bir Türk Devleti çıkmıştır.

Başkenti Gümülcine olan bu yeni Türk Devleti siyasal yönetim açısından cumhuriyet rejimiyle idare edilirken; Türk Tarihinin labirentlerinde de bir ilke imza atılmıştır. Batı Trakya’daki Türk Cumhuriyeti, Kars civarında 1918’de kurulan Azerbaycan Türk Cumhuriyeti’nden 5 yıl önce, Ulu Önderimizin 29 Ekim 1923’te kurduğu cumhuriyetten de 10 yıl önce fiiliyata geçmesi ilginç bir ayrıntıdır. Yeni Devlet, ay yıldızlı, yeşil, beyaz bayrağı kullanmıştır. Bayrakta yer alan renklerden siyah matemi, yeşil Müslümanlığı, beyaz ise aydınlık günleri temsil etmektedir. Bütün bunların yanı sıra, cumhuriyetin ileri gelenleri amaçlarının ne olduğunu bildirmek ve seslerini dünya kamuoyuna duyurmak için Batı Trakya ajansını kurmuşlar ve bununla ilgili olarak Samuel Karaso adında bir Yahudi’yi görevlendirmişlerdir. Türkçe ve Fransızca yayın yapan ‘bağımsız’ anlamına gelen “independant” isimli bir gazete çıkarılmış; hatta Süleyman Askeri Bey tarafından Batı Trakya için milli bir marş bile kaleme alınmıştır. Yunan ve Bulgar posta pulları geçersiz sayılmış ve yerine hükümet tarafından yeni pullar bastırılmıştır. Öte yandan, Batı Trakya’nın Bulgarlara karşı müdafaa etmek amacıyla savunma planları yapılmış ve askeri kuvvetler buna göre tertiplenmiştir. İstanbul’dan Eylül sonlarında 3.000 tüfek ve 500 sandık mermi getirilmiş, Ekim ayında ise devlet bütçesi hazırlanmıştır. Devletin asker sayısı 30.000 kadardır. Bunların 6.000’i Osmanlı askerlerinden, geri kalan 24.000 ise bölgedeki Türk ahaliden oluşmaktadır. Bütün bu gelişmeler bize devlet yönetim organlarının teker teker tesis edildiğini gösterirken, Türklerin teşkilatçılık özelliğini de ortaya koymaktadır.

O sıralarda kadronun önde gelen isimlerinden biri olan Yüzbaşı Yakup Cemil söz konusu süreci şöyle anlatır: “Balkanlara hızla girip, kaybettiğimiz topraklarımızı geri almamız üzerine Düveli Muazzama derhal sadrazamın makamına koştular. Güya, Londra Antlaşması’nı tek taraflı olarak bozmuşuz, hemen işgal ettiğimiz topraklardan çıkmalıymışız. Kim kimin toprağını işgal etmişti? İttihat ve Terakki’nin uygun görmesiyle Süleyman Askeri Bey, Eşref Kuşçubaşı, Çerkez Reşid, Sapancalı Hakkı ve Fehmi Beyler gibi arkadaşlarla Meriç’i geçip Trakya’ya daldık. Gümülcine, Kırcali, Dimetoka gibi yerleri bir bir geri aldık. Serez’e de el atıp Yunan hududuna dayandık. Bulgarların Ege bağlantısını kesmiş olduk. Avrupa ayağa kalktı. Dış baskıları azaltmak için Garb-i Trakya Muvakkat Hükümeti’ni kurduk. Bu bir cumhuriyetti ve Türk Tarihinde bir ilki gerçekleştirmiştik. Bayrağımız vardı, başkentimiz Gümülcine’ydi, pul bile bastırmıştık.”

Bir taraftan kendi askerlerinin başarısı, öbür taraftan Batılı devletlerin gelişmelere olan muhalefeti arasında sıkışıp kalan Osmanlı Devleti ve başından beri yaşanan hadiseleri kendi politik çıkarlarına aykırı bulan Bulgaristan, yeni kurulan Türk Devleti’ni resmi manada tanımamışsa da Yunanistan bu devleti memnunluk içinde karşılamıştır. Bunun doğal sonucu olmalıdır ki, 2 Ekim 1913’te Dedeağaç, Yunanlılarca Türk Devleti’ne bırakılmıştır. Hatta Yunanlılar silah ve cephane yardımı bile yapabileceklerini belirtmişlerse de bunun zamanla boş bir vaat olduğu anlaşılmıştır.

Ne var ki, bütün bu gelişmeler Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kalıcılığını sağlayamamıştır. Bulgaristan’ın Batılı devletler ve Rusya üzerinde yaptığı baskılar sonucu Osmanlı Devleti uluslararası arenada köşeye sıkıştırılmıştır. Bu baskılara daha fazla dayanamayan Osmanlı Devleti, Bulgaristan’la 29 Eylül 1913’te İstanbul Antlaşmasını imzalamış ve Batı Trakya’nın Bulgaristan’a ilhakını resmen onaylamıştır. Ayrıca, Batı Trakya Hükümeti üyelerinin ve bu hükümet yanlısı kişilerin İstanbul Antlaşması’na uymaları istenmiş ve söz konusu kişilerin bölgeyi en geç 25 Ekim 1913 tarihine kadar Bulgarlara teslim etmeleri hususunda süre tanınmıştır. Nitekim 25 Ekim 1913’te Batı Trakya Müstakil Hükümeti kendini feshederken; İstanbul’dan gelen Albay Cemal Bey’in gözetiminde Bulgar kuvvetleri bölgenin işgalini 30 Ekim’e kadar sessizce tamamlamışlardır. Ancak, Devletin silah ve cephanesi ileride yeniden kullanmak ümidiyle bölge ahalisince saklanmıştır.

Osmanlı Devleti’nin bölgeyi Bulgarlara bırakmasının nedeni bazı kaynaklarda İttihat ve Terakkinin iç politik çekişmelerinin sonucu olduğu şeklinde de geçmektedir. Şöyle ki, Osmanlı Devleti’nin yönetimini beğenmeyen Türk aydınlar birer birer Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ne akın etmişler ve Devlet yönetim kademelerinde yer almışlardır. İş, bu safhaya varınca kurulan yeni Devlet, Osmanlı Devleti açısından potansiyel bir rakip durumuna gelmiştir. Ancak, olaya salt “iktidar olma hevesi uğruna İttihat ve Terakkinin Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni gözden çıkardı” şeklinde bakmak yanlışa sebep olmaktadır. Bab-ı Ali baskınından sonra devlet kademelerinde görev alan İttihat ve Terakkinin acemi yöneticilerinin basiretsiz uygulamaları ve yabancı devletlerin telkinlerine uyularak yürütülen bir dış politika böylesi bir sonucun meydana gelmesinde belirleyici olmuştur. Ancak, Bulgarların silah gücüyle yıkamadıkları Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni başka bir Türk Devleti’nin aracı edilerek tarihten silinmesi, Osmanlı Devleti üzerinde olumsuz tenkitler yapılmasına zemin hazırlamıştır. Netice itibariyle, 55 günlük siyasi bir ömürden sonra Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin tarih sahnesinden çekilişi ve bölgenin Bulgarlara bırakılması, Batı Trakya Türk halkı üzerinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Hükümetin yönetici kadrosu İstanbul’a geri dönmüş olsa da Enver Bey imam, köylü ve iş adamı kılığında Teşkilat-ı Mahsusa ajanları göndererek Batı Trakya’da Türk kimliğini ve etkinliğini korumaya çalışmıştır. Yıllar sonra bakıldığında, Enver Bey’in uygulamasının başarılı olduğu görülmektedir. Türk-Yunan ilişkilerindeki Batı Trakya sorununa Yunanlıların tarihsel bir perspektiften bakıp, bölge Türklerine yöneltilecek baskıların geri tepebileceğini ve bütün bunların ağır bir bedelinin olabileceğini unutmamalıdırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ne düşen görev, 1913 Batı Trakya’sındaki olayları iyi analiz edip, günümüz KKTC’siyle ilgili politikalarını yeniden gözden geçirmektir. Zira, ikinci bir faciaya Türk Milleti müsaade etmeyecektir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

— AYDIN, Ahmet; “Batı Trakya Faciasının İç Yüzü”, İstanbul: Akın Yayınları, 1971

—Batı Trakya’nın Sesi, Sayı:65, Ağustos 1988.

—BIYIKLIOĞLU Tevfik, Trakya’da Milli Mücadele, Cilt I, II. Baskı, TTK Yayınları, Ankara 1987.

—GÜNDAĞ Nevzat, Garbi Trakya Hükümet-i Müstakilesi, Kültür ve Turizm Bak. Yayınları, Ankara 1987

—ÖZKAN Tuncay, Mit’in Gizli Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul 2003.

—YALÇIN Soner, Teşkilatın İki Silahşoru, Doğan Kitap, İstanbul 2001.