SELEFİLİK NEDİR? - Rüştü KAM - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









SELEFİLİK NEDİR? - Rüştü KAM
Tarih: 07.07.2012 > Kaç kez okundu? 6651

Paylaş


Selefîlik hicri üçüncü yüzyılın başlarında teşekkül etmeye başlamış ve bazı aşamalardan geçmiştir. Selef kelimesi, daha önce yaşamış, gelmiş geçmiş önceki kuşakları ifade eder. İslâm düşünce tarihinde ve günümüzde Selefiye anlamı kullanılmışsa da bu isimde bir mezhep yoktur. Selefiye; bir mezhepten ziyade bir yöntem bir tarzı ve anlayıştır.

Selefiye Kur’an ve Hadis’le birlikte sahabe, tabiûn ve etbâu’t-tabiûn nesillerinin söz ve davranışlarını kutsiyet mertebesinde benimseyen, nâssı ve nakli dini bir dokunulmazlık seviyesinde yükselten, nâssa itiraz ve muhalefet etmeyi, nâssı tevil ve tenkit etmeyi, yorumlamayı kesinlikle kabul etmeyen bir anlayıştır.

Kabul etmek gerekir ki selefîler, ulemânın geneline aykırı olarak, tevhid akîdesinin gerektirdiği bazı hususlarda çok titiz davranmışlardır. Bunların başında, Allah’tan bir şey isterken, ölmüş bazı kulların vesîle (aracı) yapılması (istimdât) inanışı gelmektedir. Selefîler istimdâtın vahdâniyete ters düştüğünü, adeta haykırarak söylerler. Selefiye‘ye göre Allah’tan başkasından yardım dilemek haramdır. Peygamber bile kendisinden yardım dilemeyi men etmiştir. İbn-i Teymiyye, ölülere veya dirilere dua ederek yalvarmanın, Allah‘a ortak koşmak olacağını en yüksek tonda seslendirmiş bir selefiye âlimidir. Ona göre, yaratılan birini vesîle edinmek, Allah’ın inzal etmediği bir bid’attır. Kim Allah’a ibadet (kulluk) hususunda bir şahsı veya herhangi bir şeyi Allah’a aracı yaparsa, o kimse Allah‘a şirk koşmuş olur. Onun, Allah’ın tek olduğuna inanmasının bir anlamı yoktur. Mekke Arapları, yerin ve göğün yaratıcısının Allah olduğunu kabul ettikleri halde, Allah’a şirk koşuyorlardı. (Lokman 25, Zümer 38)

Selefiye’ye göre, Peygamber’in kabrine yönelerek ziyaret etmek, kabri etrafında ibadet etmek, herhangi bir Peygamber veya velinin kabrine yönelerek dua etmek, vahdaniyete aykırıdır. Selef de böyle inanmaktaydı. Aynı şekilde gerek Peygamber’in, gerekse ‘salih kulların’ kabirlerini, hayır ve uğur bekleyerek ziyaret etmek caiz değildir.

Selefîler tasavvufa sıcak bakmazlar. Kimi selefîlere göre İslâm açısından en zararlı iki zümreden birincisi kelamcılarsa, ikincisi de sûfîlerdir. Sûfiye’yi en çok tenkid edenlerden birisi İbn-i Teymiyye’dir. İbn-i Teymiyye’nin bilhassa Hallac ve İbn-i Arabî gibi teorisyenleri eleştirisi meşhurdur.

Selefiye, İslâm âleminin geri kalmasının sebebi olarak, inziva, dünyayı terk ve tekke hayatını işaret etmiştir.

Selefiye Kur’an’ı ‘olduğu gibi’ alma, tevil ve tefsire girişmeme taraftarıdır. Koyu bir selefî için, „Allah öyle diyorsa öyledir!“ Bu açıdan selefiye ile zahirîleri birbirinden ayırmak müşkildir. Selefiye‘nin Peygamber’e ilişkin tutumu tam bir taklit anlayışıdır. Rivayete göre Ahmed İbn-i Hanbel’in ölünceye kadar karpuz yemediği rivayet edilir. Çünkü rivayetler ona, Rasûlullah’ın karpuzu nasıl yediğini bildirmemiştir!



Bu açıklamalardan sonra, Selefiyelik düşüncesini üç ana dönemde inceleyebiliriz:



1. Dönem Ortaya çıkışı ( Ahmet Bin Hanbel)

Ahmet bin Hanbel’le başladığı kabul edilen, daha sonra Hanbeli fakihi Ebu Ya’la er-Ferra ile temelleri atılan dönemdir.

Ahmet bin Hanbel hadis alırken sahih, uydurma ayırımı yapmamıştır, hadis adına söylenen ne varsa almış ve Kitap ve Sünnet’i delil olarak kabul etmiştir.

Ahmet bin Hanbel zayıf olan bir hadisi rey’e(akla) tercih etmiştir. Oğlu Abdullah’ın anlattığına göre o, hukuki problemlerin rey ve kıyası iyi bilen birine değil, hadis usul bilgisi yetersiz bile olsa bir hadisçiye sorulması gerektiğine inanmaktaydı. Hadis dururken rey ve kıyasla hüküm vermek Selefiye’nin asla kabul edemeyeceği bir yöntemdir. Bundan dolayı rey ehlinden olan Ebu Hanife Selefiye’nin saldırılarına maruz kalmış, ilmi bilmeyen insanları delalete düşüren biri olarak görülmüştür.



2. Dönem (İmam İbni Teymiyye Dönemi)

Selefi düşüncenin ete kemiğe büründüğü dönemdir. Sonrasında ise öğrencisi ibn-i Kayyım el Cevziye tarafından sistematize edilmiştir.

Selefiye’nin ikinci dönemi, ‘sonraki selefîler’ (müteahhirûn) olup, bu döneme Tafsil Devri de denmektedir. İbn-i Teymiyye (ö.1328) tarafından başlatılıp, öğrencisi İbn-i Kayyım el-Cevziyye (ö.1350) tarafından sürdürülen hareket, geniş ölçüde eski selefîleri takip etmiştir. İbn-i Teymiyye Ahmed b. Hanbel’den beş asır kadar sonra yaşamış, onun sıkı bir takipçisidir. Öncekilerin, dalmayı uygun bulmadıkları için kısaca zikrettikleri konular bunlar tarafından tafsilatlı olarak işlenmiş, böylece selefîlik sistemleşmiştir.

İbn Teymiye fakih (hukuk alimi) ve muhaddis (hadis alimi) kişiliğinin yanı sıra akaid konularında da çeşitli söylemlerde bulunuyordu. Özellikle yaşadığı dö nemlerde yaygınlaşmaya başlayan sufizme karşı, çoğunlukla isim vermeden genel tenkitlerde bulunmuştur. Bu konuda çeşitli risaleler de kaleme almıştır ki, genel söylemi ve bunlar sufizm eleştiri açısından onu önemli bir konuma koymaktadır. Özellikle Muhyiddin İbn-Arabî’nin görüşlerine karşı getirdiği eleştiriler bu alanda önemli bir yere sahiptir.

Bugün Vahhabîlik olarak bilinen akımın kurucusu Muhammed b. Abdülvehhab (ö.1792), İbn-i Hanbel-İbn-i Teymiyye çizgisinin bir devamıdır. Ne var ki, Muhammed b. Abdülvehhab, İbn-i Teymiyye’nin ictihad canlılığını almamış, tutuk bir İbn-i Teymiyyecilikle yetinmiş, basit bir selefî hareket olarak kalmıştır. Muasır bir düşünürün deyimiyle, İbn-i Teymiyye’yi ezberlemiş fakat ezberini bir adım ileriye götürememiştir.



3. Dönem – Vahhabilik : (M.uhammed Bin Abdulvehap)

Bu dönemde aklın delil olması bahis mevzuu değildir.

Kitap kesin delildir, icma ve içtihad Kur’an ve sahih sünnete dayanması şartıyla muteberdir. Müteşabih ayetler delildir ve bunlar zahir manalarına göre manalandırılırlar; bunları tevil yolu ile tefsir küfre sebep olabilir.

Amel imana dahildir ve tevhidi ameli alarak isimlendirilmiştir. Tevhid’den maksat tevhidi ameldir. Tevhid ancak iman ve amelin bir bütün olarak telakki edildiği ve yalnız Allah’a dua ve ibadet edildiği zaman gerçek anlamını kazanabilir. Allah’tan başkasından; bir şeyhten, meleklerden, peygamberlerden yardım beklemek ve onlarla dua etmek küfürdür.

Kur’an ve sahih sünnet dışında dine giren ve dindenmiş gibi kabul gören şeyler bidattir. Kabirler üzerine kubbe yapmak ve onları kutsamak bunun bir çeşididir.



Yeni Selefiler

Selefiyenin üçüncü dönemi, yeni selefiye hareketidir. Mısır’da Kavala‘lı M. Ali Paşa, İstanbul’da Tanzimat Fermanı ile başlayan batı tesirleriyle uyanan bazı Müslümanlar, geleneksel kelam ve tasavvuf ekollerinin Müslümanların derdine derman olamayacağı düşüncesinden hareketle yeni bir selefiye anlayışı geliştirmişlerdir. Cemaleddin Afganî (ö.1897), Muhammed Abduh (ö.1905), Reşid Rızâ (1935), Muhammed İkbal (ö.1938) Mustafa Meraği, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Mevdudî, Nedevî, Mustafa Sibai, Muhammed Ebu Zehra, Yusuf Kardavî gibi düşünür ve âlimler ‘yeni selefiye’den sayılmaktadır. Mehmed Akif, Kâmil Miras ve Ahmed Naim mutedil selefiyenin Türkiye’den birkaç temsilcisidir.



Yeni selefîler akla, ilme ve teknik gelişmelere çok önem verirler. Önceki selefîleri aşan bazı yorumları vardır.



Reşid Rızâ bunun en tipik örneğidir. Yeni selefîler, muhalifleri tarafından mezhepsiz, modernist, din tahripçisi gibi ithamlara maruz kalmışlardır. Hemen her düşünce akımı gibi, selefîlik de yekpâre bir düşünce ekolü değildir. Sadece tasavvufa ya da sadece kelama yakın selefîler bulunduğu gibi, her ikisine de yakın ya da her ikisine de uzak selefîler bulunmaktadır.

Günümüzde Selefilik :( Günümüzde, İslâm karşıtı batılı devletler kullanıyorlar bu ismi)

Biz Müslümanları şimdi ve gelecekte çelişkilerden kurtaracak olan, Kur’an’ı, Allah’ın verdiği değer ölçeğinde bir akılla okumak, akılla vahyin arasını ayırmamaktır. Akletmeyi ve tefekkürü vurgulayan ayetler Kur’an’ın yaklaşık olarak altıda birini teşkil etmektedir. Dünya siyasetini iyi takip etmek, figüran değil, oyun kurucu bir irade olabilmek için, aklın eşliğinde vahiyden ve Sünnet-i Rasûlullah’dan sapmamak gerekir. Aksi takdirde dünya siyasetine yön veren güçlerin nesnesi olmak sıradan bir iştir.

Günümüzde İslâm karşıtı batılı devletler, bilhassa 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren, hem halkı müslüman olan ülkeleri bir biçimde terörize etmekte, hem de oralarda savunmaya geçen insanların yaptığına ‘selefî İslâm, cihadçı İslâm’ gibi isimler takmaktadır.

Batılıların bu isimlendirmesinde şöyle bir ‘gizli’ nifak bulunmaktadır: Sözde uzlaşmasız, ‘dik duruşlu’ ama ne idüğü bilinmeyen birtakım eylemci gruplar ‘radikal’, ‘selefî’ olarak anılarak, İslâm’ın bizzat kendisini şaibeli hale getirmek, İslâm’ı bağnazlık ve terör dini olarak kirletmek istemektedirler.

İslâm, illa ki ‘selefî’, ‘Ehl-i Sünnet’, ‘şia’ gibi kategorilere göre anlaşılmak zorunda değildir. Bu düşünsel kategoriler ciddi olgularsa da, İslâm’ı anlamanın yegâne yolları değildir. İslâm’ı anla- manın yegâne yolu, Kur’an ve Sünnet‘tir. Selefin sırf bizden şu kadar asır önce yaratılmış olması, bizleri onlardan değersiz kılmaz. Hucurât suresinin 13. ayeti kıyamete kadar bakî kalacaktır ve bu süre zarfında herhangi bir müslümanın, ilim, ahlak ve salih amel açısından ilk üç neslin seviyesini yakalama, hatta geçebilme imkânı vardır.

„Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, sakınılması gereken şeylerden en çok sakınanınızdır. Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.“



Müslümanlar bu gerçekleri bilmeli ve asla oyuna gelmemelidir.