AVRUPA’DA AİLE YAPIMIZDAKİ DİNAMİKLER VE DİNAMİTLER - Yakup TUFAN - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









AVRUPA’DA AİLE YAPIMIZDAKİ DİNAMİKLER VE DİNAMİTLER - Yakup TUFAN
Tarih: 08.01.2011 > Kaç kez okundu? 4421

Paylaş






“Kaynaşmanız için size kendi(cinsi)izden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhemet peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır. “ (Rum Suresi 21)



Göçmen Türkler olarak Avrupa’da neredeyse yarım asrı geride bırakmış bulunuyoruz. Aile birleşmi ve uyum çabaları, Avrupa Türkiye arası gel git derken elli yıl geldi geçti. Geriye dönüp baktığımızda, aile anlayışı ve aile düsturu gibi temel değerler alanında, köklü değişikler ve büyük dejenerasyonlar meydana geldiğini müşahede etmekteyiz.

Bulunduğumuz noktada, Avrupa’da Türk aile yapısının küreselleşen dünyanın menfi etkisine maruz kaldığı bir gerçektir.

Bugün iletişim çağında, korunma ve savunma dinamikleri zayıflayan Türk aile yapısı, adeta “rüzgar önünde kuru yaprak” görünümündedir.



Avrupaya ilk gelen Türkler, yani birinci nesil, burada uzun müddet kalmak niyetinde değildi. Onlar, kısa zamanda tekrar dönmek düşüncesi içerisindeydiler. Zira, gaye bir kaç yıl çalışmak ve kısa zaman içerisinde daha çok tasarruf yapmaktı. Hedefte ise geri dönmek ve memlekette ( kimseye muhtaç olmadan) daha iyi bir hayat yaşamak vardı. Fakat evdeki pazar çarşıya uymadı...



Avrupa ülkelerine işçi olarak gelen Türkler, en ağır işlerde çalışmaya başladılar. Taş Kömürü maden ocakları ve Demir Çelik fabrikaları gibi “ağır sanayi” dallarında, tabiri cayizse “kan ter” içerisinde çalışıyorlardı. Ağır çalışma şartları bir yanda, dil bilmemenin ve meramını anlatamamanın zorluğu ise bir yandaydı. Bunların yanında bir de “gurbet kahrı” ve “sıla hasreti” vardı. Bütün bunlar yan yana geldiğinde, tek başına gurbet kahrı çekmek hiç mümkün gözükmüyordu. Tek başına böyle bir hayatı omuzlamak neredeyde imkansızdı. Bir de işin Türkiye tarafı vardı. İşte bu ahval ve şerait aile birleşimini zaruret haline getiriyordu.



„ Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir. „ (Hadisi Şerif)



60’lı ve 70’li yıllarda Avrupa’ya gelen Türk işçileri, genellikle askeri kışlalardaki koğuşlara benzeyen işçi yurtlarında (Arbeiterwohnheime) kalıyorlardı. O zamanlar gerçek manada dini, kültürel ve sosyal manada ihtiyaca cevap verecek cemiyet ve cami sayısı bir elin parmakları gibiydi. Bu sebeple Türk işçileri, hafta sonlarını genellikle çamaşır yıkamak, memlekete mektup yazmak, hemşehri ziyareti yapmak veya memleket türküleri dinlemekle vakitlerini geçiriliyorlardı. Üst üste veya yan yana dizilmiş ranzalarda, 3-5 veya 5-10 kişinin kaldığı odalardan gelen türkü sesleri, bazen bir birlerine karışır ve koridorlardan duyulurdu.

Çok dinlenilen türkülerden biri de: “Gayrı dayanamam ben bu harete/Ya beni de götür, ya sen de gitme/ Ataşın aşkına da canım yakma çıramı/ Ya beni de götür, ya sen de gitme/ Yar sineme vurdu kızgın dağları / Viran koydu mor sümbüllü bağları /Hüseyinim geçmeden gençlik çağları/ Ya beni de götür ya sen de gitme“...



Avrupa’ya çalışmak için gelen Türk işçilernin hedef ve gayeleri zaman içerisinde değişmeye başladı. Bu sebeple 3-5 yıl içerisinde düşünülen geri dönüşler olmadı. Buna mukabil 60’lı yılların sonu ve 70’li yılların başından itibaren Türkiye’den Avrupa’ya yoğun bir aile göçü oldu. Yaklaşık on yıl boyunca devam eden aile birleşimi çerçevesinde, büyük aile göçü yaşandı. 70’li ve 80’li yılları arasında, yüz binlerce Türk ailesi Avrupa’ya göç etmiş oldu.







Göçle hasret bitti (ana baba ve vatan hasreti hariç) bitmesine ama, bu seferde yeni dertler ortaya çıktı. Aile birleşimi yeni meseleleri beraberinde getirdi. Avrupa’ya yeni gelen Türk aileleri, bir anda kendilerini (önceden hesaba katılmayan) bir çok meselenin tam ortasında buldular. Yabancı bir coğrayada dil, din, eğitim, kültür ve sosyal konularda büyük sıkıntılarla karşı karşıya gelindi. Türkiye’nin tutum ve davranışı belliydi ve “saldım çayıra mevlam kayıra” biçimindeydi. Avrupa ülkelerinin düşüncelerini ise Max Frisch: “Biz işgücü çağırdık, fakat insanlar deldi”( Wir haben Arbeitskräfte gerufen, aber es kamen Menschen) diye ifade ediyordu...



Avrupa’ya göç eden Türk aileleri, hazırlıksız yakalandıkları meseleler karşısında, kendilerini tam bir “yanlızlık ve çaresizlik” içerisinde hissediyorlardı. Bir taraftan yeniden bir aile düzeni kurmak için çırpınan göçmen Türkler, diğer taraftan çocukların eğitimi başta olmak üzere, dil, kültür, sağlık ve sosyal konularda tam bir çıkmazın içerisine düşmüşlerdi. Kara kara düşünülmeye başlandı: Bu yabancı ülkede çocuklar hangi okula gidecekti. Avrupa’da eğitim sistemi nasıldı. dil (Türkçe ve yaşanılan ülkenin dili) meselesi nasıl çözülecekti. Anavatan Türkiye ile kültür bağları nasıl devam ettirilecekti. Buradaki sosyal hayata nasıl intibak sağlanacaktı. Cevap bekleyen sualler, üzerinden aşılması gereken Sarıkamış- Allahuekber Dağları’na benziyordu adeta.



Almanya’da ( o zamanki adıyla Federal Almanya) Türk işçilerinin bir kısım meselelerine çöcüm aramak ve onlara yardımcı olmak gayesiyle AWO bünyelerinde “Türk Danış” adı verilen danışma büroları açılmıştı. O günler neredeyse her türlü mesele „Türk Danış„ bürolarına götürülüyor ve orada çözümler aranıyordu. Türk Danış Büroları ise ancak belirli konularda yardımcı olacak şekilde donatılmıştı. Öte yandan Türk Danış Bürolarındaki görevli olanların adları bize benzemiş olsa bile, bir çoğunun anlayış ve yaşayışları hiç de bize benzemiyordu. Türk Danışlık yapan bir tanıdığım anlatmıştı:“Türk Danış Bürolarında görev yapan yaklaşık 50 arkadaşın katıldığı bir toplantıda, bizlere yemekler ikram edildi. Yemeklerde ise domuz eti vardı. Ben ve bir arakadaşım, ikimiz de o yemeklerden yemedik. Fakat geri kalanların hepsi domuz eti olan yemeklerden yediler” demişti. İşte o günlerin Türk Danış bürolarında görevli olanların durum ve anlayışları. Fazla söze gerek var mı?



80’li yıllara gelindiğinde, aile birleşi vesilesiyle başta Almanya olmak üzere Hollanda, Belçika, Fransa ve İsviçre gibi bir çok Avrupa ülkelerinde Türk nüfusu bir hayli artmıştı. Bununla birlikte Türkiye’deki siyasi, sosyal ve kültürel hareketlilik Avrupa’ya sıçıramış, cami ve cemiyet çalışmaları konusunda da bir hayli yol alınmıştı. Avrupa’da Türkler için yeni bir dönem başlamıştı. Hemen hemen her sahada Türkler boy gösteriyorlardı. Anavatana geri dönüş düşünceleri arka plana atılmıştı. Artık göçmen Türkler, yerleşik hayatı ön plana çıkarmışlardı.

Eski ve ucuz dairelerde oturan Türk aileleri, geniş ve lüks daireleri tercih ediyorlardı. İkinci el mobilya kullanan Türkler, modern ve kaliteli mobilya ile evlerini döşemeye başladılar. Eski arabalar, Almanlar’ın “Türk Bombası” Türkler’in ise “tam bir izin arabası” diye ifade ettikleri ikinci el “Fort Granada,” yerlerini yavaş yavaş yeni ve lüks “Mercedes”e bırakıyordu. Neticede itibariyle, dönüş düşüncesiyle “aşırı tasarruf” içinde olan Türkler, kalıcılık fikriyle birlikte birdenbire “aşırı israfa” yönelmeye başladılar.



“ Ey insanlar, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyunuz “ (Tahrim Suresi 6)



Günümüzde ise Avrupa Türkleri aile yapısında, çok büyük değişikler meydana geldiğini üzülerek müşahede etmekteyiz. Elli yılda elli mesele, Türk aile yapısını çepeçevre kuşatmış durumdadır. Türk aile yapsının dinamikleri fiilen değişmiş, koruyucu ve kollayıcı unsurları zayıflamıştır. Dededen toruna, babadan oğula , anneden kıza aile ferlerinde bir çok alanda huzursuzluklar baş göstermiştir. Sıkıntılar maddi değil manevi alanda zuhur etmektedir. Manzara sanki “sele kapılan kütük” gibi. Huzur ve sükuniyeti bozan ana unsurlar, manevi bir çöküşü işaret etmekte. Ahlak, edep ve haya alanında büyük erezyon var. Kendi değerlerinden bihaber yaşayan Türk insanı, özellikle de gençler, küreselleşen dünyanın ve baş döndürücü iletişim çağının girdabına düşmekten kendilerini kurtaramamaktalar. Anadolu’da halk arasında söylenen güzel bir söze ne kadar muhtacız: “Allah’tan korkmak, kuldan utanmak.”

“…Bana ve ana-babana şükret, (unutma ki) bütün yollar sonunda bana ulaşır.” ( Lokman, 14)

Avrupa Türkleri, çocukların mürüvetini görmek, onlara mutlu bir yuva kurmak gayesiyle, maliyetli 30 bin Euru’ya varan ve yüzlerce eş ve dostun davet edildiği, allı telli düğünler yapmaktadır. Bunlar (israfa kaçmamak şartıyla)güzel şeyler ve toplumun önemli dinamiklerini teşkil etmektedir. Allı şanlı düğünler sonucu meydana delen evliliklerin büyük bir kısmı ise, henüz aradan bir yıl geçmeden boşanma ile sonuçlanmaktadır maalesef. Sebep: “Eften püften şeyler,” bir “fındık kabuğunu doldurmaz”cinsten.



Avrupa’da ailevi meselerin çözümünde, özellikle de genç ailelere yardım etmesi gereken anne ve babalar veya onların yakın akrabaları, adeta yangına körükle gitmekteler. Çoğu kez “çözüm yerine kördüğüm” üretmekteler. Yani, ben yaptım ben bozarım çinsinden.

Kumlukta evcik yapan çocuklar gibi, “sabah yap akşam boz,” kabilinden.



Aile birliği ve aile mutluluğu için çoğu kez kimse fedakarlığa yanaşmamakta ve elini taşın altına koymamktadır. Halbuki aile yuvası, hak aranan ve haklıyı haksızdan ayıran bir müessese değildir. Orası, fedakarlıklar yapılması, sabır ve sebatın hüküm sürmesi, sevgi ve muhabbet öne çıkarılması gereken kutsal mekanlardır.



„ Allah, evlernizi sizin için bir huzur ve sükun yeri yarattı „ (Nahl Suresi 80)





Avrupa’da aile müessesi (Allah esirgesin) bir yıkıldı mı, haklı veya haksız olmanın hiç bir manası kalmaz gayrı. Son pişmanlık bir fayda sağlamaz, vah vah tüh tüh demenin artık bir anlamı olmaz.

Almanya’da meşhur bir söz vardır ve “iki kişi kavga etti mi, sevinen üçüncüsü olur, o da avukattır” denir. İş buraya bir düşmeye görsün...



Bugün Avrupa’da aile yapımız, küreselleşen dünya ve iletişim çağının getirdiği bir depremle sarsılmaktadır. Mevcut savunma mekanizmaları ve dinamikleri zayıflamış ve istinat duvarı çökmekte olan bir binaya benzemektedir adeta. Avrupa ülkelerinin kanunları ise, aile yuvalarını tehlikelere karşı korumak ve onları muhavaza etme çizgisinden çok uzaktadır. Onlar daha ziyade iş işten geçtikten, ailenin yıkımı vuku bulduktan sonra devreye girme üzerine bina edilmiştir. Özellikle de çocuklar konusunda hak ve hukuk düzenlemelerinden ibaret görünüyorlar. Bununla birlikte Türk aile mefhumu ile Avrupa aile anlayışı arasında da çok büyük farlar vardır.



“Ailene namaz kılmayı emret! Kendin de namaza dört elle sarı! „ (Taha Suresi, 132)



En önemli bir mesele: Evlerinden şu veya bu sebeplerle kaçan ve özellikle gençlik yurtlarına (Jugengheim) sığınan gençlerin durumu. Sonları meçhul gençler ve genç kızların sayısı bir hayli kabarık. Öte yandan bir çok sebep ve bahanelerle aillerinden koparılan ve çocuk yutlarına (Kinderheim) veya yabancı (Türk veya Müslüman olmayan) bakıcı ailelere teslim edilen Türk çocuklar ahvali. Onların da geleceği bir hayli karanlık gözükmekte. Bununla birlikte maneviyattan yoksun kalan ve kumar, içki ve buna benzer bataklıkların girdabına düşmüş yetişkinlerin bir hayli vahim. Hapishanelerde ömrü çürüyen, kendini hücrelerde intihar eden insanlarımız ise ayrı bir mesele. Kimlik ve kişilik buhranı içerisinde inim inim inleyen bir nesil. Kısacası, Avrupa’da Türk aileleri, Dimyat’a pirice giderken evdeki bulgurdan olundu.



“Sizin en hayırlınız ailesine en hayırlı olanınızdır. Ben aileme karşı sizin en hayırlınızım“

(Hadisi Şerif)



Şimdi ilk akla gelen soru şu: Avrupa’da kurulmuş olan binlerce cami ve cemiyetimizin varlık sebebi nedir? Söyleyelim; mevcut cami ve cemaat anlayışımız, (yalnız Almanya’da 2500 camimiz olmasına rağmen) tabiri cayizse bozguna uğrayan aile yapımızı yeniden düzeltmeye maalesef muktedir değildir. Zira, cami veya cemiyet yapımız profesyonel bir yapıya kavuşmuş değildir. Hemen hemen bütün hizmetler fahri ve amatör olarak yürütülmektedir. Genellikle cemiyetlerin tek profesyonel elemanı cami hocadır. Mevcut aile meseleleri ise maneviyatın yanında, pedagog, psikolog ve sosyolog gibi uzman elemanların devreye girmesiyle ancak çözümü mümkün gözükmektedir. O elamanlar da henüz bizde yok maalesef.



Peki şimdi ne olacak? Avrupa’da Türk aile yapısında bozulmanın önüne geçmek mümküm olmayacak mı? Başka bir ifadeyle Avrupa’da Türk aile yapsındaki dinamikleri güçlendirmek ve dinamitleri (yıkıma sebep olan veya patlamaya hazır unsurları) tesirsiz hale getirmek mümkün değil mi?

Mümkün, herkes başını ellerinin arasına alır düşünür ve elini taşın altına koyabilirse...



Dinslaken, 7 Aralık 2011

Yakup Tufan