Türkistan’da Ceditçilikten Türkçülüğe ve Basmacılar - Yrd. Doç. Dr. İklil Kurban - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









Türkistan’da Ceditçilikten Türkçülüğe ve Basmacılar - Yrd. Doç. Dr. İklil Kurban
Tarih: 06.01.2009 > Kaç kez okundu? 12015

Paylaş


I. Bölüm

CEDİTÇİLİKTEN TÜRKÇÜLÜĞE

1. Giriş

2. Özbeklerde

3. Ahmet Daniş (1827-1897)

4. Münevver Kari (1880-1933)

5. Mahmud Hoca Behbudi (1874-1919)

6. Özbek Ceditçileri ve Komünist Partisi

7. Kazaklarda

8. Abay Kunanbay (1845-1904)

9. Çokan Velihanoğlu (1835-1865)

10. Magcan Cumabay (1884-1937)

11. Uygurlarda

12. Ahmet Kemal İlkul

13. Mesut Bey Hakkında Burhan Şehidi



II. Bölüm

BASMACILAR

1. Giri

2. Petersburg, Taşkent ve Hokant’ta Devrim

3. Mehmet Emin Bek (1889-1920)

4. Şir Mehmet Bek (1893-1970)

5. Küçük ve Büyük Ergeş’ler

6. İhtilaf ve Bölünme

Sonuç

Kaynakça



I. Bölüm

CEDİTÇİLİKTEN TÜRKÇÜLÜĞE

1. Giriş

Onaltıncı yüzyıl başlarındaki deniz yollarının açılmasıyla beraber Orta Asya ovalarından kara yolu ile yapılan ticaret birdenbire durur. Ülkede merkezleştirici ticaret gibi amilin tamamıyla sükutu, halkın ancak ekincilik ve hayvancılık ile yaşaması, Türkistan’ın bölgeleri arasında evvelce de pek kuvvetli olmayan manevi bağların daha çok zayıflamasına, ülkenin hanlıklara bölünmesine sebep olur. Türkistan’ın güney doğu kısmı olan Altışehir’de Seidiye Hanlığı 1514’te, Buhara Hanlığı 1500’de, Hive Hanlığı 1511’de, Hokant Hanlığı 1700’de kurulur (Saray, 1984: 1,2). Yine bir taraftan Türkistan’ın iktisadi yaşamında önemi çok büyük olan, Hazar denizine dökülen Amu Derya ile Sir Derya’nın 1575’te yatağını değiştirerek Aral denizine dökülmesi, o yüzyılın en büyük musibetlerinden biri sayılır (Togan, 1981: 178). Üstelik Şii İran’ın Türkistan’a karşı yürüttüğü savaşlar ve 18. yüzyılın başında başlayan Kalmuk baskınları Türkistanlılar için büyük sıkıntılar getirir.

1552’de Kazan, 1555’te Ural sahasının Başkurtları, 1556’da ise İdil ağzındaki Astrahan’ın Rusların eline geçmesiyle, parçalanmakta ve zayıflamakta olan Türkistan’ın kapıları Rus genişlemesine açılır. Rusya toprağı Korkunç İvan’ın devrinde (1584) 1.530.000 kare İngiliz mili olmuşsa, Büyük Petro’nun devrinde (1689) 5.953.000 kare İngiliz mili, Yekaterina II’nin devrinde (1775) 7.123.000 kare İngiliz mili olur. Görülüyor ki, Rusya 200 yıl içinde 5 misli büyümüştür (Şincangning Kiskiçe Tarihi, 1984: 488).

Böylece 19. yüzyıla doğru, Farabi’yi, İbni Sina’yı, El Biruni’yi, Kaşgarlı Mahmut’u, Alişir Nevayi’yi, Timur ve Uluğ Bey’i doğuran Türkistan toprakları, kuzeyden Rusların, doğudan Çinlilerin rahatça işgal edebileceği bir duruma gelir. Türkistan’ı işgale götüren bu siyasi ve iktisadi felaketler ile beraber, belki daha da etkilisi, kalıplaşmış dini öğretimden başkasına yer vermeyen, eskiye körü körüne bağlı, gerici ve şekilci yöntemdeki mektep ve medrese sistemlerinin yüzyıllar boyunca hiç değişmeden süregelmesi olmuştur (Yarkın, 1966: 78).

Kazak Hanı Ebülhayır 1726’daki Kalmuk baskınlarından korkarak, Ruslar tarafından korunmasını ister (Zenkovsky, 1971: 87). Bu vesileyle Rus hizmetinde olan Tatar mirzalarından Kutlu Mehmet Tefkilev, bazı tüccar ve mollalar Ebülhayır Hana gidip, Ruslara bağımlılığını kabul etmesini teklif ederler. Nihayet 1734’te Ebülhayır Han Ruslara bağımlılığını kabul eder. Ruslar da 1735 yılında Başkurtlarla Kazakların tam ortasında, Ebülhayır Hanın kendisinin gösterdiği yerde Or ırmağının Yayık ırmağına döküldüğü noktada Orenburg şehrini yaparlar (Togan, 1981: 175).

1750 yılında Rus hükümetinin devreye girmesiyle Kazanlı 200 aile Türkistan’ın eşiği sayılan bu Orenburg şehri civarına göç ettirilerek Said Ağa Kasabası (Orenburg Kargalısı) kurulur (Taymas, 1966: 110). Bu kasaba ise Kazan tüccarlarının Türkistan ile olan ilişkilerinde iyi bir geçit olur. “Balıklar sudan lezzet aldıkları gibi, Kazanlılar ticaretten hoşlanırlar. Moskova’dan, İdil boyundan Kaşgar ve Çin ötelerine kadar, Sibirya buzları ve karları dibinden Asya’nın güneyine, İstanbul ve Mısır’a kadar Kazan tüccarları dolaşıp gezip alış veriş ederler. Asya’da Kazanlı olmayan şehir, Kazanlı elinden kurtulan ticaret yoktur. Hem İslamca, hem Rusça bildiklerinden Asya ticaretinde çok işleri ve övgüleri vardır” (Tercüman 1895, 9 Temmuz).

Rusların, Kazanlıların bu hareketli, becerikli vaziyetlerinden siyasi ve askeri amaçlar için faydalandıkları sık sık görülmüştür. Evet, Kazanlıların bu 200 yıllık (1552-1750) talihsiz geçmişi-onların hiç istemedikleri-Rusların daha da ilerleyerek Türkistan’ı işgal etmede, onların omzuna aracı olmaktan ibaret kaderin kara görevini yüklemiştir.

Rusların böylesine hızlı büyümesinin iki ana sebebi vardı:

Birincisi, Rusların Avrupalı olduğu için, Batı Avrupa’daki gelişmelerden doğrudan doğruya esinlenip, güç kazanmaları idi.

İkincisi, Rusların, vatanlarının Avrupa’nın doğu kıyısına yakın-ortada Tatar toprakları vardır-bulunmasıyla, Asyalı geri kalmış Türk boylarının geniş ve zengin topraklarına yakın-ortada Tatar toprakları vardır-komşu olmaları idi.

Ruslar bu işgalciliğini, Avrupa aydınlığını Asya karanlığına taşıyıcı olma kimliği ile örtbas ediyorlardı. Git gide askeri güç de kullanarak Türkistan’ın içlerine kadar ilerlemeye başlayan Ruslar, Rusya’nın Orta Asya’daki yayılış sebeplerini hariciye vekili Prens Gorçakov aracılığıyla dünya umumi kamuoyuna 3 Aralık 1864’te şöyle açıklamak ihtiyacını hissetmiştir:

“Rusya’nın Orta Asya’da karşılaştığı durum, hiçbir sosyal organizasyonu olmayan, yarı vahşi ve göçebe halklar karşısındaki bütün uygar devletlerin problemleri ile aynıdır. Bu tip durumlarda daha uygar olan devletler kendi sınırlarını ve çıkarlarını korumak zorunda kalmıştır. Sınır bölgesinde huzursuzluğu yaratan gruplar cezalandırıldıktan sonra kuvvetlerimizi geri çekmek mümkün olmamıştır. Verilen ceza çabuk unutulmuş ve geri çekilmemiz bir nevi zayıflık olarak algılanmıştır. Çünkü Asyalılar, görünür ve hissedilir kaba kuvvetin dışında hiçbir şeye saygı göstermemişlerdir. Onun içindir ki, biz şu iki şıktan birini seçmek zorunda kaldık. Ya verdiğimiz bütün emekler, elde ettiğimiz ticari çıkarlar ve sınır boylarında kurduğumuz emniyet tertibatlarını unutup her şeyden vazgeçecektik, veya bu vahşi Orta Asya ülkelerinin derinliklerine yürüyecektik. Rusya bu ikinci şıkkı tercih mecburiyetinde kaldı. Tıpkı Amerika Birleşik Devletlerinin Kuzey Amerika’da, İngiltere’nin Hindistan’da, Fransa’nın Cezayir’de ve Hollanda’nın kolonilerinde yaptıkları gibi” (Saray, 1984: 64).

Böylece Ruslar 1865’te bir aydan fazla kuşatma ve savaş ile Taşkent’i işgal ederler (Saray, 1984: 68). 1868’de Buhara ordusunu yenen Ruslar, Buhara Hanlığını ağır koşullara zorlar. Toprağının üçte ikisini Ruslara bırakan Buhara Hanlığı, Rusya’nın küçük bir vassalı haline getirilir (Saray 1984: 84). 9 Haziran 1873’te Hive Hanlığı İşgal edilir (Saray, 1984: 95). 4 Mart 1884’te Merv’in işgal edilmesiyle Rusların Türkistan işgali tamamlanmış olur (Hayıt, 1975: 11).

Rusların Türkistan’daki tutumuyla İngilizlerin Hindistan’daki tutumu arasında büyük fark vardır. Hindistan’daki İngilizler yalnız kendi ürünleri için Pazar bulmak ve kendi fabrikaları için ucuz veya bedava ham madde istihsalini temin etmek yolunu takip etmişse, Ruslar bunun dışında yerli halkı yavaş yavaş yok etmek ve ülkeyi ahali bakımından da yavaş yavaş “Rus ülkesi” yapmak yoluna girmişlerdir (Togan, 1981: 276-279). Bu bakımdan Ruslar, Doğu işgalcisi olan Çin karakterini taşımışlardır. Nihayet işgalci Ruslar ile işgal edilmiş Türkler arasında yok etmek ile benliğini korumaktan ibaret bir kültür savaşı, bir yaşam savaşı başlamıştır.

Kırım Tatarlarından Gaspıralı İsmail Bey’in (1851-1914) önderliğinde, Rus esiri bütün Türk bölgelerinde başlatılan bu savaş, önce, “ceditçilik” veya “yenileşme” olarak ifade edilen eğitim ve kültür sahasındaki bir ıslahat hareketi idi. Fakat, 1905’ten sonra bu ıslahat hareketi, Türkçülüğe ve hatta dünya Türklüğünün siyasi birliğine teşebbüs etmekten ibaret Pantürkizme dönüşmüştür. Bütün dünyadaki Türk aydınlarını heyecanlandıran bu yeni gayenin tipik temsilcisi, hem Rusya’da hem Türkiye’de yaşayan Tatar Yusuf Akçura (1876-1935) idi.

“1905’ten sonra” diye ayırım yapıyoruz, bunun sebebi şu: Rus-Japon Savaşında (1904-1905), Rusya’nın Asyalı bir küçük devlete yenik düşmesi, Rus mahkumu Türklerde, Rusya’nın karşı koyulamayacak derecede güçlü bir kuvvet olmadığı fikrini uyandırmıştır. Rus-Japon Savaşını takip eden 1905 Rus Devrimi, dışarıya göç eden Türklerin, Avrupa’nın özgürlük, Türkiye’nin Türkçülük-Türkiye’deki Türkçülük de Avrupa’nın milliyetçiliğinden esinlenmiştir-fikirleriyle beraber Rus işgali altındaki kendi vatanlarına geri dönmelerine sebep olmuştur (Zenkovsky, 1971: 62). Aralarında Yusuf Akçura ile İsmail Gaspıralı’nın da bulunduğu bu geri dönenler Rus hükümetine karşı Türkçülük eylemlerinde önder rol oynamışlardır.

Ceditçilik ve Türkçülük eylemlerinde en geç kalan Türk bölgesi Doğu Türkistan olup, bu bölgenin Çin sınırları içinde bulunması, Çin’in geleneklerine uyarak, Doğu Türkistanlıları aşırı bir ırkçılık politikası altında ezik tutması, bunun başlıca sebebidir. Cesur Uygur milliyetçisi Abdurehim İsa’nın 1957’de söylediği ve kendisinin öldürülmesine sebep olan, “Çinlilerin özerk bölgesi olmaktansa, İngilizlerin sömürgesi olmak daha iyidir” dediği sözleri elbette boşuna değildir.

Kazan Türklerinde diğer Türk boylarına, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğundaki Türklere oranla, Türk milli burjuvazi sınıfının daha önce doğması, onlarda Türklük şuurunun daha yüksek olmasını sağlamıştır. Türklüğün aslı olan Türkistan Türkleri ise, Avrupa aydınlığından uzak, cehalet karanlığının derinliklerinde bocalamış, Türklük yerine ümmetçiliği benimsemiş bir vaziyette, maddi ve manevi kısırlık içinde kıvranıp duruyordu.

Pantürkizmin babası (Georgeon, 1986: 7) Yusuf Akçura, Türk birliğini “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı ünlü eserinde, Türkün geleceği için bir orijinal doktrin olarak öne sürüyordu. O, “XIX’uncu yüzyılda cihan medeniyet tarihine en çok icra-i tesir eden müessir milliyet fikridir. Milliyet fikrine, bu azim kuvvete hiçbir şey galip gelemez. Yüzbinlerle muntazam ordular, bu fikir karşısında yenildi” diyerek, milliyetçilik hareketinin geleceğine iyimser bir biçimde bakıyordu (Georgeon, 1986: 51). Akçura’nın “Türk Milliyetçiliğinin Manifestosu” olarak bilinen bu eseri 1904’te Rus-Japon Savaşı sırasında, Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” formülü ise 1905’te Rus Devrimi sırasında doğmuştur. Böylece Pantürkizm, Gaspıralı’nın sürekli 25 yıl (1883-1908) yayınladığı Tercüman Gazetesinin aracılığıyla yürütülen Ceditçilik hareketinin devamı olarak Birinci Dünya Savaşına kadar olan yıllarda doğup büyümüş ve bütün Türk dünyasında yayılmıştı.

2. Özbeklerde

İsmail Bey, “Usulü Cedit” (Eski yöntemdeki medrese eğitiminin yerine yeni yöntem ile yürütülen eğitim) maksadıyla önemli Türk bölgelerine gidip, uygun gördüğü kişiler ile görüşür, davasını anlatır. Kendisi bu tip gezilerinden birini şöyle anlatır: “Orta Asya’ya 1893’te gittim. Orada Farsçaya Türkçeden daha çok önem verildiğine tanık oldum. Semerkant’ta Orenburglu İş adamlarından Abdulgani (Gazi) Beyin evinde geçici bir Usulü Cedit mektebi açtım. Öğretmenliği Bakülü Abdulmecit Bey üstlendi. Mektep üç ay devam etti de, hükümetçe kapatıldı.”

Gerçekten Türkistan’da Usulü Cedit hareketinin nispeten ağır yürümüş olduğunu, bu hareketin ateşli taraftarı olan öğretmen ve toplumcu Münevver Kari şöyle anlatır: “Türkistan’da 1890 yılında Usulü Cedit mekteplerinden hiçbir haber ve eser yoktu. Tercüman Gazetesini okuyanlar iç Rusya’daki Usulü Cedit mekteplerinden haberdar idiyseler de, bunların sayısı bütün Türkistan’da 5-6’yı geçmezdi. Ben de o zaman Tercüman okuyucularından olduğum için, Usulü Cedit mektepleri hakkında az çok bilgim vardı. Yeni çıkan elifba ve okuma kitaplarını toplamıştım. Usulü Cedit üzerine yazılan haberleri, makaleleri her vakit izlerdim. Günün birinde Tercüman’da-Bahçesaray’da açılan bir Usulü Cedit mektebinin programı basılıp çıktı. Bu programı okuyunca bende düzenli bir Usulü Cedit mektebi açmak isteği uyandı. Bu yolda mahalle halkı arasında teşviklerde bulunup, program hazırladım, 22 çocuk yazıldı. Bu yeni mektebi 03.06.1901 günü törenle açtık. Öğrencileri 2 sınıfa ayırdım da, tek başıma okutmaya başladım. İşte, Türkistan’da az çok düzenli bir program ile açılan ilk Usulü Cedit mektebi bu mektep idi.” (Taymas, 1964: 119-125).

Özbekler arasındaki Ceditçilik hareketinin öncüleri olarak Ahmet Daniş, Münevver Kari ve Mahmud Hoca Behbudi’yi sıralayabiliriz.

3. Ahmet Daniş (1827-1897)

Türkistan’ın başına gelen felaketleri düşünen yazarlar arasında bulunan Ahmet Daniş, Buhara’da doğdu ve Buhara’da öldü. O ressam ve hattat olmakla yetinmeyip, medresede okutulan Arap dili ve İslami bilgilerden başka, kendi gayretiyle, daha çok eski eserlerden matematik, geometri ve astronomiyi esaslı şekilde öğrenmiştir. İbni Sina, Ömer Hayyam, Nevayi, Fuzuli eserlerini, bilhassa Türkistan soyundan olan Hindistanlı şair ve filozof Mirza Abdulkadir Bedil’in eserlerini büyük bir ilgiyle incelemiştir. Buhara Emirinin sarayındaki süsleme işlerini yürüten usta ölünce, Ahmet Daniş bu işte görevlendirilir. O aynı zamanda Buhara Emiri sarayındaki tarih ve felsefeye ait eski eserlerden yeni nüshalar yazmakla da uğraşır. Bu işlerin Ahmet Daniş’in genel bilgisinin artmasına faydası olmuştur. O sarayın bilgili kişilerinden olduğu için, Rusya’ya gönderilen elçilik heyetiyle birlikte 1856-1870 yıllarında Petresburg ve Moskova şehirlerinde bulunmuştur. Rusya izlenimleri, Onun dünya görüşünde büyük değişim-gelişim yaratmıştır. Onun bilinen eserleri: Nevadir-ül-vekayi, Tercümeyi-ahvali-Emiran-i Buharayi şerif, Namus-ul-azem, Menazirül-kevakib, Müntehibul-ahkam, Risale fi imal-il-kürre. Nevadir-ül-vekayi eserinin, Emir idaresi devrinde Buhara’nın ileri fikirli aydınları için, bir çeşit ansiklopedi vazifesini gördüğü bilinmektedir. Bu eserde Onun anlayışına göre, Buhara Hanlığındaki siyasi ve sosyal hayata ait birçok hususlara değinmiştir. Rusya’daki ordu, askeri teçhizat hakkında bilgi verilmiş ve Buhara’nın bu sahadaki geri kalmışlığı hatırlatılmıştır. Kendisi iyi niyetli ve itidalli bir ıslahatçı olduğundan, yapılması gerekenleri-değişikliği bir proje şeklinde Emire takdim etmiştir. Fakat, takdim reddedilmiş, kendisi saraydan uzaklaştırılmıştır. Ahmet Daniş kaderi reddeder, ıslahat ister. Ona göre, “İnsan yurduna yardımcı ve halkıyla birlik oldukça yaşamış sayılır.” (Yarkın, Türk Kültürü, sayı 181, s.43-46).

4. Münevver Kari (1880-1933)

Münevver Kari, Türkistan’da 1930’lu yıllarına kadar yetişen milliyetçi aydınların fikir ve ülkü kaynağı olmuştur. O Taşkent’te doğdu, Buhara’da medresede okudu. Eski medrese eğitim sisteminin faydasız olduğunu gördü. Yeni yöntemdeki öğretime özgü yayınları izledi. Gaspıralı, Mithat Paşa, Namık Kemal ve Ziya Paşaların yazıları ve fikirleri Türkistan’da o zamanın aydınlarınca bilinmektedir.

Münevver Kari’nin Usulü Cedit okulu 1901 haziran ayında Taşkent’te açılır. O, okulunun kısa zamanda faydalı bilgiler verebildiğini göstermek için, bitirme sınavlarını, öğrenci vekilleri ve birçok muhalif din adamları huzurunda yapar. Onun okulu aynı zamanda yeniden açılacak başka okullar için örnek olur. Münevver Kari daha sonra 4 sınıflı ilkokuluna 2 sınıflı ortaokulu ekler. Bu okul Numune Mektebi adını alır. Ortaokul sınıfları için Kazan’da yayınlanmış ve hatta Türkiye’den gizlice getirilmiş kitaplar okutulur. Açılan okulları desteklemek ve yoksul öğrencilere yardım etmek amacıyla Cemiyeti Hayriye dernekleri kurulur.

Türkistan’da 1905’e kadar gazete çıkarmak yasakmış. Yalnız, Genel Valiliğin emirname ve tebliğlerini yayınlayan ve Türkistanlıları birbirine düşüren Türkistan Vilayeti Gazetesi varmış. Münevver Kari önce Hürşid gazetesini, 1917 Devriminden sonra Necat gazetesini çıkarır. Daha sonradan çıkarılan Kengeş (Danışma) gazetesi kısa müddet Zeki Velidi Togan ve daha sonra Münevver Kari tarafından idare edilir.

Münevver Kari 1913’ten başlayarak bağımsız bir devlet kurma düşüncesiyle önce Şurayi İslam teşkilatını kurar, sonra Türkistan Merkezi Şurası teşkilatında sorumlu görevler üstlenir. 1917 yılının sonlarına doğru Münevver Kari ile Mahmud Hoca Behbudi etrafına toplanan milliyetçiler bağımsızlığı amaçlayan gizli bir teşkilat kurarlar. Kazak Türkleri de 1917 Şubat Devriminden sonra Alaş Orda adıyla bir milliyetçi parti kurarlar. Bu teşkilatlar kendi aralarında ve Türkistan dışındaki Türklerin milli teşkilatları ile ilişkide bulunurlar. Münevver Kari 1933 yılında Sovyetler tarafından öldürülür (Yarkın, 1966: 78-86).

5. Mahmud Hoca Behbudi (1874-1919)

Behbudi, Semerkant’ın din bilginleri yetiştiren eski bir ailesine mensuptur. O, Buhara’da tahsilde iken, Kırım, Kazan ve Azerbaycan’dan gelen yenilik fikirlerinden etkilenir. Rus-Japon Savaşından sonra Behbudi, gizli eylemlere girişir. Behbudi şahsiyetinde Ahmet Daniş’in elden ele dolaştırılarak okunan eserlerinin etkisi büyük olmuştur. Çağdaş eğitim ve çağdaş toplum yaşamı için ıslahat isteyen aydınlar, 1910 yılında Buhara Neşri Maarif derneğini kurarlar. İşte Behbudi bu derneğin kurucuları arasındadır. Bu aydınlar daha sonraları, Türkiye’nin Genç Osmanlılarına taklit edilerek, Genç Buharalılar olarak tanınmışlardır.

Behbudi yenilikçi fikirlerinden dolayı eskilik taraftarı mollaların baskılarına maruz kalınca, 1911 yılından sonra Semerkant’a gider ve oradaki aydınları kendi etrafına toplar. Usulü Cedit okulunu açmak ve yenilik fikirlerini yaymak amacıyla neşriyat hazırlıklarına girişir. Bu arada Rus dilini de öğrenir. Abdurauf Fitret’in 1911 yılında İstanbul’da Farsça olarak yayınladığı “Beyanatı Seyyahı Hindi” adlı eserini, 1913 yılında Rusça olarak yayınlar. Onun Türkistan’daki Ceditçilik devri edebiyatında rolü büyüktür. 1912 yılında “Pederküş” (baba katili) adlı dram eserini yazar ve bu eser Taşkent’te sahneye konulur. Eserin ana konusu, okumadan cahil kalmış bir babanın oğlu da, babasını öldüren biri olacaktır. Behbudi 1913-1915 yıllarında Ayine dergisini ve Semerkant gazetesini yayınlar. O, 1917 Ekim Devriminden sonra, Türkistan’da devlet kurmaya çalışanların biridir. Behbudi 1919 yılında arkadaşlarıyla beraber, Türkistan kurtuluş hareketini dış ülkelerde tanıtmak ve destek aramak gereksinimini hisseder. Behbudi bu amaçla Buhara’nın Karşı şehrine gelir. Fakat Buhara Emiri ve onun kara cahil idarecileri, ıslahat ve yenilik taraftarı olan Ceditçileri kendilerinin baş düşmanı olarak bildikleri için, Behbudi 25.03.1919 günü Karşı şehrinde taşlanarak öldürülür. Behbudi’nin hiç sebep yokken bu şekilde öldürülmesi, tüm yenilik taraftarı aydınlar arasında Buhara Emirine karşı büyük bir nefret uyandırır. 1920 yılında Buhara Emiri kovulup, Buhara Cumhuriyeti kurulunca, milliyetçiler Behbudi’nin hatırasına Karşı şehrini “Behbudi” şehri olarak adlandırırlar (Yarkın, Türk Kültürü, sayı 90, s.50-54).

Özbek Ceditçileri ve milliyetçilerinin tanınmış lideri Abdurauf Fitret olup, Ona göre, “Düşmanı yurttan kovmak, yurdu düşman elinde görmekten zor değil”; “Zulüm mazlumları birleştiren en büyük silahtır.” Fitret 1937’de tutuklanır ve 1938 yılında “üç kişilik gizli mahkeme” kararı ile Sovyetler tarafından öldürülür (Hayıt, 1971: 21-23).

6. Özbek Ceditçileri ve Komünist Partisi

Ekim Devrimini her şeyden önce Doğunun Batılıların baskısından kurtarılması manasında anlayan Vahitov, Sultangaliyev, Zeki Velidi Togan ve diğer Kuzey Türk komünistlerinin açtıkları yolu Özbek komünistleri de izlemiştir.

Moskova’nın ve onun temsilcisi Kobazev’in mahalli parti teşkilatlarına daha çok Müslümanların kaydolunmasına ait sürekli gayretleri, nihayet yakın bir zamanda komünist olan Ceditçilerin Sovyet teşkilatına kitle halinde girmesiyle sonuçlanır. Taşkent’te 01.06.1919 tarihinde açılan Üçüncü Bölgesel Parti Kongresinde-Orta Asya’nın yüksek parti organında-Bölgesel Büronun yedi mevkiinin dördü Müslümanlara tahsis edilir. Bunlardan üçü Ceditçilik hareketinin eski elleri olan Rıskulov, N. Hocayev ve Aliyev’dir. Dördüncüsü eski bir Osmanlı ordusu subayı olan Efendiyev’dir. Ocak 1920’deki Beşinci Bölgesel Parti Kongresi sekreteri- çok tanınmış Ceditçi lideri Tursun Hocayev, bir mutlak Müslüman çoğunluğunu partinin Bölgesel Bürosuna göndererek, Ceditçiler hakimiyetini Orta Asya Parti cihazı üzerinde kuvvetlendirir. Ceditçi komünistler, Türkistan’daki komünist partisinin adını Türk Komünist Partisi olarak değiştirip, Rusya sınırları içindeki bütün Türkleri birleştirmeye çalışırlar. Bu kez Pantürkizmin merkezi Kazan değil Taşkent olur. Moskova’daki merkezi hükümet, Orta Asya’daki bu gelişmelerin kontrolünden çıkmış olduğunun farkında değildir. Türkistan’daki komünist partisi, partinin genel yoluna ve ne de Leninizmin esas prensiplerine göre hareket etmeyerek, daha ziyade Türk milliyetçiliği gayesine uygun olan eylemlere girişmiştir.

Türk komünistleri proletarya diktatörlüğü teorisini tanımıyorlardı. Ceditçilerin Türk birliğine olan inancı ve sınıf mücadelesini tanımamaları, onların eğitim politikalarında, parti üyelerinin kaydında süratle pratik tezahürünü bulmuştur. Yeni Taşkent hükümetinde eğitim komiseri hatta bir Özbek değil, Osmanlı İmparatorluğunun topçu subayı ve savaş esiri olan Efendiyev’dir. Ceditçilerin önder kuramcısı olan Rıskulov, Kazak ve Özbekleri parti saflarına girmeleri için çağırıyor yanı sıra orduyu gönüllülerle dolduruyordu.

Moskova’nın Taşkent’e gönderdiği teftiş heyeti sonunda vaziyeti öğrenir. Ceditçi komünistlerin İttihat ve Terakki adlı gizli bir örgüt kurduklarını, bunların üyeleri arasında Rusya’daki diğer Türk komünist grupları ile Orta Asya gruplarının liderlerinin de bulunduğunu keşfeder.

Ceditçilerin Taşkent’te iktidara çıkmalarından cesaret alan Genç Buharalılar, Buhara’da kontrolü ele geçirmişler. Frunze başkanlığındaki Kızıl Ordunun Buhara Hanlığına ilerlemesi 29.08.1920’de başlar. İki günlük şiddetli savaştan sonra şehir düşer, Emir kaçar. Buhara Halk Cumhuriyeti ilan edilir. Bakanlık zengin esnaf ailesi olan Maksudov ve Hocayev’in eline geçer.

Buhara’nın ele geçirildiği zamana rastlayan, 1920 yılının 01-09 eylül tarihlerinde açılan Bakü Kongresi, Üçüncü Enternasyonal lideri G. Zinoveyev ve Karl Radak tarafından örgütlenmiştir. Bu kongrede Ceditçi komünist liderlerinden Narbutabekov şöyle diyordu: “Türkistan devriminin temsilcileri olan bizler, her hangi bir ulemanın, kara cübbeli yüzlerce mollaların hiç birinden korkmuyoruz. Biz onlara karşı bayraklarını kaldıranların ilkiyiz ve onu sonuna kadar aşağı indirmeyeceğiz. Biz ya mahvolacağız veya galip geleceğiz.” Ceditçilerin Bakü’deki keskin konuşmalarını Lenin kışkırtıcı olarak nitelendirmiştir. Doğrusu Türkistan’daki parti örgütü, enternasyonal komünizmden ziyade, Türk milliyetçiliğine alet olur. Sonunda Moskova, Rıskulov’u izleyen Bölge Bürosunu dağıtır (Zenkovsky, 1971: 174-389).

Kuzey Türk komünistleri ile Özbek komünistlerinin Türklük yolunu, 1949’da Kızıl Çin tarafından işgal edilmiş Doğu Türkistan’daki Uygur komünistleri de izlemiştir. Memtimin İminov, Abdurehim İsa, Ziya Samet, Seyfullayev, İbrahim Turdi, Eshat İshak (Tatar), Polat Elimi (Özbek), Nimşehit Armiye Damolla, Nur Sadirov, Abdulla Zakir, Yasin Hudaverdi, Abdurehim Mehsum gibi şahıslar, Çin komünist partisi ve hükümetinin Doğu Türkistan’daki şubesinin önemli mevkilerine sahip olduktan sonra, komünist cihazı içinde Türk milliyetçiliği rolünü oynamışlardı. Mao Zedung onlardan aydınlara karşı yürütülen Stil Düzeltme Hareketi (1957-1958) ve Kültür Devrimi (1966-1976) sırasında acımasızca öç almıştı.

Fakat, Moskova’ya karşı Türkistan ulusal mücadelesi devam edecek, Buhara Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Sosyalistler ile Ceditçi Terakkiperverleri içeren Türkistan Ulusal Birliği kurulur. Merkez komite reisliğini Zeki Velidi Togan üstlenir. Daha önce de belirtildiği gibi bu zat Kuzey Türklerinin ulusal mücadelesinde komünist olarak, komünistleri daha yakından tanıma fırsatına sahip olduğu için, Moskova’dan uzaklaşır ve Ulusal mücadeleyi Türkistan’da devam ettirir.

Yine bir taraftan Ruslarca Basmacı (yol kesen) olarak nitelendirilen Türk silahlı birliğinin başında bulunan Enver Paşa, Döşenbe şehri civarında Ruslarla çarpışır. Fakat, Sovyetlerin baskısı sonucu Afgan hükümeti Türkistan’a yardım için gönderdiği askeri birliğini geri çekince, Türk silahlı gücü zayıf düşer. Sonuçta Enver Paşa, Devletment Bek ile beraber 04.08.1922’de Kurban Bayramı olan Cuma günü Ruslar tarafından vurulur (Togan, 1981: 452-453). Sonradan Sovyetler tarafından öldürülen, Özbeklerin Türkçü şairi Çolpan (1897-1938), bu musibet hakkında şu mersiyeyi yazar:



Feryadim dünyaning barligin bogsun

Ümitning eng songgi iplerin üzsun.

Gazaptan titregen yaş bir yigitning

Taştin sinesige oklar ornaşmiş.

Taglarda erk üçün yürgen kiyikning

Kara közlerige matemler kirmiş.

Deryalar, toklunlar titrekten bir er

Darbalar kahridin yikilmiş kalmiş.

Kurtuluş yultuzi yoklukka kirmiş

Sening song caningni yavlaring almiş.

Mermere boylari, Edirne yoli,

Çatalça kengligi, Bogaz tarligi,

Karpat belentligi, Trablus çöli,

Gözel Selanikning şirin baglari,

Şehitler yüzige tamguçi nurlar,

Kanlar yiglatti bizni bu heber.

Berlin köçeleri yigitning birin

Toptulug gulbeler koyniga aldi.

Tiflis havalari bir necat erin

Kara kanga boyap yerlerge saldi.

Tarihning renggini köp kanlar bilen

Karaytkan, toldirgan birak Belcivan.

Eng songgi ümitni kanga boyagan

Ah! Kandak ugirsiz zamanlar kelgen.

Feryadim dünyani bogup öltürsun

Kapkara behtimge şeytanlar külsun.



(Yani: Feryadım tekmil cihanı boğsun ve ümitlerin en son ipini koparsın, haşin ve sert bir kahramanın taştan yapılmış görünen sinesine oklar girmiş. Özgürlük namına dağlarda dolaşan geyiklerin siyah gözleri bile matem gösteriyor. Denizleri dalgalandıran bir er, darbeler yemiş yıkılmış kalmış. Kurtuluşun yıldızı yokluk alemine girip kayboldun. Senin son nefesini düşmanların çaldı. Marmara kıyıları, Edirne yolları, Çatalca’nın geniş ovası, Boğazın dar sahası, Karpat dağlarının yüksek yerleri, Trablus’un çölü, güzel Selanik’in bağları, bunlar şehitlerin yüzlerine damlayacak birer nurdurlar. Fakat bu son haber kanlar ağlattı. Yiğitlerin diğer birini Berlin caddelerinde dolu kan akıntıları kucağına aldı. Diğer bir kurtuluş mücahidini de Tiflis havaları kara kana boyayıp yere serdi. Fakat tarihte kendisini birkaç kez kanla boyamış, doldurmuş olan Belcivan, şimdi en son ümidini de kana boyamıştır. Ah, ne kadar uğursuz zamanlarda yaşamaktayız. Feryadım cihanı boğsun, öldürsün, kapkara bahtıma şeytanlar gülsün (Togan 1981: 455).

7. Kazaklarda

İbrahim Altınsarın, Kıpçakların Karasüyek şubesinin beyi-Balguça Beyin oğludur. O Rus-Kazak muallim mektebini bitirip, 1857’den 1887 yılına dek Kostanay civarındaki evinde ölümüne kadar, Rusça öğretmenlik, tercümanlık, sulh hakimliği, tümen kaymakamı muavinliği ve Turgay tümeni tedrisat müfettişi memuriyetlerinde bulunmuştur. Meşhur şarkiyatçı misyoner İlminsky ile temasta bulunmuş ve Onun nüfuzu altında kalmıştır.

1873 yılında Kazaklar için alfabe ve diğer mektep kitapları tertip etmek üzere, Altınsarın ve Çolakoğlu Ercan dahil bir komisyon kurulmuştur. Altınsarın, Rusların emriyle Rus harflerine esasen Kazakça okuma kitapları neşretmiş, sonra bunları Arap harfleriyle de Kazan’da bastırmıştır.

Altınsarın Kazak milliyetçilerinden olup, yazdığı okuma kitaplarını Büyük Timur, Ablay Han, Canıbek Batır, Kıpçak Seyyidkul, Abulhayır Hana özgü hikayeler-şiirler yanı sıra Egüge, Urakoğlu Albek Mirza, Erden Batır, Kublandı, Çalkiyiz, Canıbek Han gibi destanlardan parçalarla doldurmuştur. Kendisi bu gibi eserleri çok sevmiş ve toplamıştır. Altınsarın’ın Orenburg Coğrafya Cemiyeti neşriyatında, Kazak etnografyasına ait yazıları basılmıştır. O yaradılışça bir eğitimci idi. Muhitine yakın bulunmasına rağmen, İlminsky’e yazdığı mektubunda Kazaklar arasında Hıristiyanlık propagandasının zararlı olduğunu samimi olarak anlatmaya çalışmış ve Kazak bozkırlarına Rus göçmenlerinin yerleştirilmesine karşı çıkmıştır (Togan, 1981: 490-491).

8. Abay Kunanbay (1845-1904)

Abay gençliğinde Arapça ve Farsça öğrenir. O, 35 yaşındayken, ülkesine sürgün edilen Rus devrimcilerinden Michaillis ile karşılaşır. Abay Ondan Rusçasını ilerletip, Puşkin, Lermontov, Nikrasov, Leon Tolstoy, Turginev, Saltikov Scedrin, Dostoyevsky gibi Rus ediplerinin eserlerini; Belinsky ve Pisarev’lerin edebi eleştirilerini; Spencer’in “Tecrübe”, George Henry Leues’in “Pozitif Felsefe”, Draper’in “Avrupa’nın Fikri Gelişmesi” gibi eserlerini; Rus devrimci Filozofu Çerneşevsky’nin neşriyatını okur. Avrupa şairlerinden bilhassa Lermontov ve Onun üstadı Bayron hoşuna gider. Abay’ın eserlerinde Farsçadan Sadi, Türkçeden Nevayi ve Fuzuli’nin tesiri görülür. Lermontov ve Puşkin’den tercümeleri vardır. Hele Puşkin’in Yevgini Onegin’inin manzum çevirisi pek parlak olmuştur. Abay yalnız bir şair değil aynı zamanda bir filozoftur. Uygar seviye itibarıyla geri kalmış Kazak göçebe ortamında kendisinin çağdaş düşüncelerini anlatabilmekten aciz kalan şair, şikayetlerini “Cartas” (Kaya) adlı maruf olan şu parçasıyla ifade etmektedir:



Cartaska bardım

Künde aygay saldım

Ondan da çıktı canggırık.

Estip ünün

Bilsem dep cönün

Köp izdedim kanggırıp

Bayagı cartas bir cartas.

Kangk eter tüktü baykamaz.

Cayavı kalıptı

Attısı çaptı

Ayrılıp sözdi kim uksın.

İşte dert kalın

Avızdan calın

Burk etip közden cas şıksın.

Küydürgen song çıdatpay

Koyama iken cılatpay?!

Mamıktan tösek

Tastay bolup kesek

Canbaska batar uyku cok.

Sabır bop sözü

Mez bop özü

Oylanar ilding sıykı cok.

Bayagı kuvlık bir aldav

Kısılgan cirde can caldav

Atadan altav

Anadan dörtev

Calgızdık körer cirim cok.

Agayın bek köp

Aytamın iptep

Sözümdi ugar ilim cok.

Molasınday baksının

Calgız kaldım tap çınım.



(Yani: Kaya taşlara gittim, her gün ay hay! Diye bağırdım, ondan da bir yankı geldi, bunu işiterek bu ses nereden geliyormuş diye arayıp sersericesine çok dolaştım, fakat kayataş yine o kayataş, “ kangk” eder ama sözün manasını hiç anlamaz. Yayalar geri kalmış, atlılar ise koşarak ileri gitmiş, onlardan kim başını çevirerek benim sözümü dinleyecek ve derdimi anlayacak? İçimde derdim büyük. İçimdeki ateşin alevleri ağzıma kadar gelmiş, dolmuş, gözden yaşlar da “burk” ederek akıyor. İçimi tahammül edilmez derecede acıtarak yandırdıktan sonra bu dertler, ağlatmadan bırakır mı dersin? Pamuktan yapılmış yumuşak yatak, bir taş parçası gibi yanlarıma batıyor, uyuyamıyorum. Çevremdeki adamların sözü fısıldamaktan ibaret, kendileri gururlarından, cehillerinden serbest, düşünen adamların itibarı yok, her yerde bakarsın aynı hile ve mekir, her taraftan yani Ruslardan tazyik gördükleri halde kendi aralarında niza eksik değil. Aynı babadan doğan altı, aynı anadan doğan dört kardeşiz. Demek ki, kendimi yalnız hissetmenin yeri değil, ağa ve küçük kardeşlerim pek çok, kendilerine sözlerimi de mülayim bir surette anlatmaya çalışıyorum. Fakat söz anlar ilim, ulusum yoktur. Baksının (şamanın) kabri gibi yapyalnız kalmışımdır, işte gerçek vaziyetim budur.)

Abay zamanında kendisi için bir muhit oluşturmuştu. Bu, Rus edebiyatına aşık ve Rus fikri ve içtimai hayatından haberdar Müslüman Kazak muhiti idi. Abay’ın kardeşi İshak’ın oğlu Kekitay da bunlardandı. 10 Şubat 1915 yılı ölümü münasebetiyle Alihan, Kekitay’a ait anılarını neşrederken, “1905 yılında Omb’a (Omsk) gelmişti, bende kaldı. Geceleyin Abay’ın, Puşkin’in, Lermontov’un şiirlerini okuyup mest oluyorduk” diyor.

Abay’dan sonra Kazak edebiyatına ve Kazak yenileşme hareketi ile Kazak milliyetçiliğine kuvvet veren en önemli şahıslar şunlardı: Bökeyhanoğlu Alihan, Baytursunoğlu Ahmet, Duglatoğlu Mir Cakıp.

Turgay vilayetinin Argın kabilesinden ve Tosun nahiyesinden olan Ahmet 1872’de doğmuş, 1895’de Orenburg’daki Rusça öğretmen okulunu bitirip, 1909 yılına kadar muhtelif yerlerde öğretmenlik yapmıştır. Argınların Madyar şubesinden olan Mir Cakıp ise, 1881’de doğmuş, hem Rusça, hem de medrese tahsili görmüştür. Her ikisinin de, Kazak halkını uyanmaya davet gibi emeli amaçla veya eski yaşamı tenkitle yazdıkları eserleri ve okul kitapları vardır. Şiirlerinde daha ziyade ateşli bir devrimci olan Mir Cakıp, Kazakların istiklal aşkını dile getirmiştir. Mir Cakıp’ın Kazakları isyana çağıran “Uyan Kazak” adlı risalesi, Yaş Türkistan Yayın Evi tarafından fotokopi şeklinde çoğaltılarak Türkiye’de yayınlanmıştır. “Uyan Kazak” risalesinin eğitime, emeğe değinmiş şu mısraları etkilidir:

Çıgadı asıl tastan, öner castan (Mücevher taştan, buluş gençten çıkar.)

Terbiye tevir bolsa evel bastan (Terbiye iyi olsa önceden.)

Misalı gılim tappak sol sekildi (Mesela, bilim bulmak şuna benzer ki.)

Bulaktın bitip catkan közin aşkan (Tıkanmış pınarın gözünü açmış gibi.)

Ahmet ve Mir Cakıp, 1913’te Orenburg’da “Kazak” adlı bir gazete tesis eder. Bu gazetenin ruhu-Bökeyhanoğlu Alihan’dır. Bu zat Cengiz evladından olup, 18. yüzyılda pek ünlü olan Kazak hanı Barak’ın torunudur. 1869’da doğmuş ve Rusça eğitim görmüştür. Onun “İki Col” gibi yazıları Kazak siyasi yaşamına yön göstermiştir. Olağanüstü enerjik, ahlaken temiz, yüksek ruhlu olan bu zat, gerçek bir aydın lider olarak tanınmıştır. 1913-1917 yılları arasında Orenburg’da “Kazak” gazetesini neşreden Alihan, Ahmet ve Mir Cakıp Kazak ulusal hareketinin üçlü lideri oluvermişlerdi. Alihan Bökeyhanoğlu başkanlığında 1918’de Simi Palat’ta ulusal devlet Alaş Orda kurulmuştur (Togan, 1981: 369).

Kazaklardaki Ceditçilik ve milliyetçilik hareketinin son temsilcilerinden biri Mustafa Çokay’dır. O, ülkesinin Kızıl Ordu tarafından işgal edilmesiyle beraber, 1919’dan itibaren faaliyetine Türkistan dışında ve hür fikirlerinin yayılabileceği Avrupa’da devam etmek mecburiyetinde kalmıştır. O, 1929-1939 yılları arasında yayınlanan Yaş Türkistan dergisinin sahibi ve başyazarı sıfatıyla, Türkistan istiklal davasının bir temsilcisi olarak, Rusya’dan ayrılmak azmiyle çalışan ulusal zümreler arasında önemli bir yer tutar ve aralık 1941’de 51 yaşındayken Berlin’de vefat eder (Oktay, 44, 49, 51).

9. Çokan Velihanoğlu (1835-1865)

19. yüzyıl Kazak fikir hayatı söz konusu iken, genç ve ünlü Kazak bilgini Çokan Velihanoğlu’ndan bahsedilmelidir. Çokan mektebini bitirdiği zaman Türkçe ve Rusçadan başka, Almanca ve Fransızca da öğrenmişti; üstelik müsteşriklerin şarka ait yayınlarıyla ilgilenmiş bulunuyordu. Türk destanları Çokan için bir ilham kaynağı oluvermiştir. O, Manas destanını ilk defa öğrenen ve onun destanlık itibarıyla bir bütün olduğunu kavrayan aydın bir Türktür. Çokan’a göre, “Kazak sultanlarının ecdadı olan Cengiz Han soyunun devletçilik geleneği, İslam geleneğinden ve Şeriattan çok daha yüksektir. Kazakların yargı işlerini ıslah ederken, İngiliz yargısı örnek edilmeli, Kazak yargısının esası, sadelik ve bürokratsızlıktır.” (Togan, 1981: 545-546). Çokan, Muhammed Peygamberin soyundan gelen hoca ve seyitleri, kendisinin mensup olduğu Cengiz soyuna karşı düşman olarak biliyordu. O, naturalist-rasyonalist idi; Kazak sultanlarından Barak Batır’ın Muhammed Peygamberin kim olduğunu bilmediğini hoşlanarak anlatıyormuş (Togan, 1981: 546). Çokan’a göre, İslam medeniyeti, çağdaş Avrupa fikir sisteminin kabulünü engelliyor (Togan, 1981: 272).

Çokan 1858-1859 yıllarında daha 20’li yaşındayken, kendi arzusuna göre, Rusya hükümeti tarafından Kaşgar’a gönderilir. Toplayabildiği bilgileri dönüp geldikten sonra “Congariye Tasviri”, “Altışehir Ülkesinin Vaziyeti” başlıkları altında 1861’de Rus Coğrafyası Cemiyeti neşriyatında neşreder. Bu yazılar, o zamanki bilim alemi için bir keşif mahiyetinde olmuştur (Togan 1981: 544). Çokan, iki Türkistan’ın da birleştirilerek, Rus himayesi altında Cengiz oğulları tarafından idare edileceğini düşünmüştür (Togan 1981: 548). Onun Ruslara karşı kalbinin çok derinliklerinde yaşayan kini, ancak kendisinin de katıldığı Türkistan’ın işgali seferlerinde patlak verir. O, Sibirya’dan hareket eden Rus başkumandanının yaveri idi. Taşkent’e yürürken, Evliyaata’da Ruslar bir Kazak kadınını süngüye kaldırmışlardır. Çokan bu sahneyi görünce, “Bu ülke, benim babamın ülkesidir, artık dayanamam” diye kızmış ve askeri üniformalarını atıp, çöle çekilmiştir (Togan, 1981: 549).

10. Magcan Cumabay (1884-1937)

Kazak ulusal şairi Magcan Cumabay, 1884’te Balkaş gölü doğusundaki Sasık Köl mıntıkasında doğmuş olup, medrese tahsilinden sonra Omsk’ta Rus öğretmen mektebini, sonra Sovyet devrinde Moskova’daki Rus Yüksek Edebiyat ve Sanat Enstitüsünü bitirmiştir. Bu büyük Türkçü şairin en çok sevdiği ve övdüğü ulusal kahraman-Büyük Timur idi. Şair diğer şiirlerinde kendisine tarihte ulusal askeri kahramanların göstermiş oldukları yolu, bir kurtuluş ve yükseliş yolu olarak biliyor. Fakat, esir ve zebun halde olan Türk ulusuna hakiki necatın, yer yüzünü tekrar işgal edecek olan yeni bir tufandan-Rusu hakim, Türkü mahkum yapan bugünkü şartları temelinden değiştirecek olan büyük ve cihanşumul bir siyasi devrimden beklediğini, “Cer Cüzün Tupan Bassa Eken” (Yer Yüzünü Tufan Bassa İdi) adlı şiirinde ateşli ibarelerle anlatır. Bu dilek gerçekleştiği an, şair Türk ulusundan yepyeni bir adam yaratacak (Togan, 1981: 567-568).

Cumabay’ın öz yurdu zulüm altında olmasına rağmen, O Türkiye Türklerinin de başına gelmiş felaketlerle dertlenir. 16.03.1920’de İstanbul işgal edilirken, “Alıstagı Bavrıma” (Uzaktaki Kardeşime) adlı şiirini yazar:

Alısta avır azap çekken bavrım (Uzakta ağır azap çekmiş kardeşim)

Kuvargan beyçeçektey kepken bavrım (Solmuş lale gibi olmuş kardeşim)

Kamagan kalın cavdıng ortasında (Kuşatmış kalabalık düşman ortasında)

Köl kılıp közding casın tökken bavrım (Göz yaşlarını göl gibi dökmüş kardeşim)

Şiirin sonunda:

Bavrım, sen o cakta, men bu cakta (Kardeşim sen o yanda, ben bu yanda)

Kaygıdan kan cutamız birbirimizding atına ( Kaygıdan kan yutuyoruz, birbirimizin adına)

Layıkba kul bop turu, kel kitelik (Kul olarak yaşamak yakışır mı, gel gidelim)

Altayga, ata miras altın tavga (Altay’a, ata miras altın dağa)

Bu cesur Türkçü şair de 1937’de, Stalin kurbanları sırasından yerini alır (Hayıt, 1971: 48-49).

11.Uygurlarda

Altışehir’deki Türkleşmiş son Çağatay Hanlığının (Seidiye Hanlığının) çökmesinden (1678), Birinci Çin İşgalinin tüm Doğu Türkistan topraklarında cereyan etmesine kadar (1759) süren 81 yıllık bir zaman Hocalar Devri olarak anılmaktadır. Türkistan Türklüğü için onarılması zor yıkıcı sonuçlar getiren bu devreden 100 yıl sonra, Yakupbeg dönemi (1865-1878) ortaya çıkmıştır. Fakat Yakupbeg idaresi de Doğu Türkistan için tam bir kurtuluş getirememiştir. Yakupbeg Doğu Türkistan’da, Buhara, Hokant, Hive Hanları gibi teokratik bir sistemi kurmaya-uygulamaya çalışır; netice yine 1878’de İkinci Çin İşgali ile biter. Doğu Türkistan’ın adı 1884’te, yeni toprak anlamına gelen Çince “Şin Cang”a çevrilir.

Hem Milliyetçi Çin, hem Komünist Çin dönemlerinde, Doğu Türkistan’ın siyasi ve eğitim sahaları boyunca yüksek mevkilerde bulunan Burhan Şehidi (1894-1990), eğitim konusunda şunları anlatmaktadır:

“Şin Cang’ın eğitimi sadece bir süs-gösteriş eşyası gibi idi. Nahiyelerde hükümet tarafından kurulan bir ikişer ilkokul olsa bile, öğrencilerin sayısı çok azdı; azınlıklar için okuma fırsatı daha da azdı; üstelik kişiler kendi evlatlarını öyle okullara vermek de istemiyordu. Şangyu (kaymakam) ve tercümanlar çocuklarını, biraz Çince dil ve yazı öğretip, gelecekte kendilerine varis yapmak için, hükümet tarafından açılan özel ilkokullara gönderiyordu. Doğu Türkistan boyunca en yüksek eğitim kurumu olarak bilinen-Rusça Kanun-Siyasal Okul öğrencilerinin çoğunu memur çocukları oluşturuyordu…. Tüm eyalet boyunca sadece Ürümçi ve Gulca’da ortaokul vardı. Kız okulları hiç yoktu. Ancak Cin Şurin devrinde (1928-1933) Ürümçi’de memurların kızlarını okutan özel kız okulu açılmıştı. İslam dini müritlerinin az sayıdaki evlatları medreselerdeki molla ve imamlardan Arapça dini kitapları ve bazı bilgileri öğreniyordu. Kaşgar ve Turfan’da birer yüksek medrese bulunup, özel dini görevlileri eğitiyordu. Bunlardan başka, bazı büyük şehirlerde zengin tüccarlar ve toprak ağalarının para karşılığında açtıkları okullar vardı. Parası çok okullar Türkiye’den öğretmen aldırıyordu. Orta Asya’daki aydınlardan böyle okullarda öğretmenlik yapanlar da az değildi. Bu sebepledir ki, bunun gibi okullardaki fikir cereyanları çok karışıktı. Bazı okullar Pantürkizmin-Panislamizmin propaganda yeri oluvermişti. Öğretmenler genelde kendilerinin düşünce-inançlarını esas alarak, kendi fikirlerini, mesela, sosyalizm, milliyetçilik, yerel milliyetçilik, Pantürkizm, Panislamizm fikirlerini ileri sürüyorlardı” (Burhan, 1986: 272).

12. Ahmet Kemal İlkul

Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa tarafından 1913’te Doğu Türkistan’a öğretmen olarak gönderilen Rodoslu Ahmet Kemal İlkul’un anlattıkları:

Kaşgarlı Musabay soyadı ile ünlü Ebulhasan Haci adlı bir zat vardı. Bu zat rehberlik eden, o zaman İstanbul’da tahsilde bulunan birçok Kaşgarlı gençler ve Musabay ailesine mensup Galata mektebi Sultaniyesinde tahsil eden Sabit Bey vardı. Ayrıca Tıbbiye mektebi talebesinden Gulcalı Mesut Sabri Bey de bu gençler arasında bulunuyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu gençleri manen himayesine almış ve bu suretle memlekete gelen nüfuzlu kişiler ile temas imkanları temin edilmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti merkezine bir gün Ebulhasan Haci davet edilerek, Talat Paşa tarafından, Kaşgar’a bir öğretmenin gönderileceği söylenip, Onun himaye edilmesi rica edilir. Böyle bir teklife teşne bulunan Kaşgarlı derhal teklifi kabul eder.

“O gün akşama kadar hazırlıklar yapıldı, talimatlar alındı. Bütün bu işlerin bitmesinden sonra akşama doğru Nuriosmaniye’de İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi binasında bulunan Ziya Gökalıp Beyi ziyarete gittim. Bu büyük Türkçünün, emsalsiz alimin ellerini öperek yarın Türkistan’a hareket edeceğim, kıymetli emir ve öğütlerinizi almaya geldim, diye söze başladım. Ziyalı gözlerini gözlerime dikerek keskin bakışlarla baştan aşağı bir süzme yaptıktan sonra:

Oğlum, bu karardan haberdarım. Size verilen vazifenin kutsiyetini takdir ettiğinize eminim. Yolun çok tehlikeli gibi görünür. Fakat bu yolun sonunda bilinmeli ki, cennet vardır, gaye mukaddestir; bu nurlu topraklara ve insan melekleriyle meskun diyarlara salimen ulaşmanı dilerim. Tanrı yardımcın olsun, her yerde ve her işte nefsine hakim ol, girdiğin elin adetlerine uy, temiz kalpli, yumuşak huylu bu halkın arasında yaşadığın müddetçe dilinde dirlik ve temizlik, gönlünde iyilik yer etsin, iyi huylarınla muhitte sevgi ve benlik yarat, sen şimdi bu diyarlara gönül avcılığına gidiyorsun, iyi ahlak, tevazu ve feragat en müessir silahın olacaktır, dedi.”

Fakat o zamanlar Doğu Türkistan’da bilime dayalı bir eğitimin yürümesi çok güç olmuştur. “Tarih ve coğrafya bilimleri okumak haram imiş; hesap, hendese aklı bozarmış; resim dersi Allah’ın yarattığı şekli tahrif ve tahkir etmekmiş; diye Selim Molla bir zararlı fetva çıkarmış.” A. İlkul bu gibi cehaletin zararlarını halka anlatmak için, “Cahil Baba, Katil Oğul” adlı üç perdelik tiyatro hazırlamıştır. Sonunda gönlü kara bazı zenginler ve mollalar arzularına nihayet muvaffak olmuşlar, İlkul’un açtığı okulların kapatılması ve gençlerin tevkifi ile muhakeme edilmesi hususunda merkezi hükümetten şiddetli bir emir getirmişler. Bu emir üzerine birçok aydın gençler ile beraber A. İlkul da, ihtilal çıkarmak suçu ile yakalanmıştır.

A. İlkul, Kaşgar’daki okul ve eğitim durumu hakkında şunları yazıyordu:

“Kaşgar’da o zaman 114 mahalle, 108 cami mevcut olup, bu camilerin en büyüğü, içinde binlerce kişinin namaz kıldığı Heyidgah camiidir ki, onu Yakupbeg inşa ettirmiştir. Kaşgar’da ünlü 115 medrese vardır. Her birinde 200’den az olmamak üzere talebe okumaktadır. Esas tahsilleri Arapçadır. Bu medreselerde okuyan gençler fen ve sanatın çağdaş okullarına büyük heves göstermekte idiler. Daima hayalimde yaşattığım bu cevval ve kabiliyetli asil Türk gençleri, yobazlar tarafından medreselerin köhne sakafları altına gömülmüş ve içinden çıkılmaz kitapların ezgisi altında boğulmaya mahkum edilmiş olmalarına rağmen, kabiliyet ve yaradılışın kendilerine bahşettiği enerji sayesinde zaman zaman mevcudiyet göstermekten geri kalmamışlardır” (İlkul, 1955: 23-71).

İlkul’un yarıda bıraktığı işini İli vilayetinin Gulca şehrinde Mesut Bey ele alır ve bu işi tüm zorluklara, sürgünlere, hapislere rağmen ömrünün sonuna kadar devam ettirir. Doğu Türkistan 1949’da Komünist Çin işgali ile yani Üçüncü Çin İşgali ile karşılaştığı zaman, Mesut Beyin kaçmadan, “Vatanımda ölmeyi tercih ederim” diyen sözleri, Onun tesirli bir vatan sevgisinin ölümsüz yankısı idi.

13. Mesut Bey hakkında Burhan Şehidi

“Mesut Pantürkist idi. Pantürkizm Türkiye’de meydana gelmiş. Onun tesiri Rusya’daki Tatar, Özbek milletleri aracılığıyla Şin Cang’a girmiştir. Pantürkizm Türk dilinde konuşan bütün milletleri birleştirip, büyük Turan devleti kurmaya teşebbüs eder. Mesut Bey Türkiye’de tahsil görürken bu fikirleri kabullenmiştir. O tam Yang Zıngşin (1911-1928), Şin Cang’da idareci olduğu zaman İli’ye dönmüştür. O zaman İli’de Türkiyeliler çoktu. Mesut onlarla birleşip bir okul açarak Pantürkistlik fikrini yaymıştır; Türkiye şarkılarını söyletmiştir. Onlar Mesut’u merkez edinerek, Pantürkizmi yayan bir teşkilat kurmuştur” (Şehidi, 1986: 685).

Ankara’da oturan Mesut Beyin kızı Gültekin Pehlivan’ın babasına ait “Bir Nutuk” başlığıyla fotokopi olarak çoğaltılmış yazısına göre, Mesut Bey 1887’de Doğu Türkistan’ın İli vilayeti Gulca şehrinin Araboz köyünde doğmuştur. O, okul yaşına gelmeden, babası Sabir Haci ailesini alarak Gulca’ya göç etmiş. Mesut Bey ortaokulu bitirdikten sonra 1904’te tahsil için babası tarafından Türkiye’ye gönderilmiştir. O, İstanbul’da liseyi bitirip, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine girmiş ve 1914’te doktur olarak ülkesine dönmüş ve işe eğitimden başlamıştır. O zaman Gulca’daki “Reşidi” adlı okul ilgisizlikten, parasızlıktan kapanmak üzere iken, okul müdürü ayrılmış, öğretmenler dağılmıştır. Mesut Bey, önce öğretmenleri toplayıp onlarla okul programı yapmış, okulun adını değiştirmiş ve okul binası onarılmıştır. Diğer Uygur okullarının da aynı programla eğitim yapmasını istemiştir. Okulun mali durumunu karşılamak için ramazan aylarında zenginlerin zekatlarını toplamış. Böylece bu okuldaki eğitim güçlükle 2 buçuk yıl devam etmiş. Çinlilerle işbirlikçi bazı kimseler, kendi çıkarlarına engel olur korkusuyla Mesut Beyi okuldan uzaklaştırmışlar. Bu arada Birinci Dünya Savaşında Ruslara esir düşmüş Türk askerlerinden Halil ve Turgut Beyler Gulca’ya kaçıp gelmişler. Mesut Bey onlarla birleşip, 5 okulu birden açmış; bu okullara “Dernek Okulları” adını verip, kendisi okul yönetim kurulunda görev almıştır. Fakat bu okullar yine hükümetçe kapatılmış, Halil Bey ülkesine dönmüştür. Hükümet idarecilerinin değişiminden istifade eden Mesut Bey, yine “İli Okulu” adıyla bir okul açmış. Bu okul tatil edilirken, Mesut ve Abdurahman Beyler yakalanır, el ayaklarına zincir vurulur ve demir kafes içinde At arabasıyla Ürümçi’ye götürülür. Ürümçi’de zindana atılan Mesut Bey ve arkadaşları, zamanının genel valisi olan Çinli Yang Zıngşin tarafından sorguya çekilir. Sonuçta Ürümçi’den 50 kilometre uzaklıktaki Sendungli denen bir çöle sürgün edilir; orada 6 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılır.

Bu engellemeler Mesut Beyi yıldıramaz, kendisi arka planda durarak, Merkez Rüştiyesi ve Döng Mahallede Gani Ahun Okulunu açar. Bu okulların tüm gereksinimini karşılayan Mesut Bey, haftada bir kez öğretmenlere bizzat kendisi ders verir. Fakat bu ulusal duygu ve çabalara şimdi Sovyet yayılmacılığı yol koymaz. Aralık 1933 yılında İli ve Tarbagatay bölgelerini Rus askeri birlikleri işgal edince, Mesut Bey de Gulca’dan kaçmak zorunda kalır; Kaşgar’da 6 ay kaldıktan sonra Hindistan’a ve oradan da deniz yoluyla Çin’e gider. Böylece Doğu Türkistan göklerini kapsayan sömürgeciliğin-cehaletin karanlığı, Mesut Bey gibi birçok Türkçü aydınları, vatanını terk etmek zorunda bırakmıştır.

İşte o zamanlar, Kaşgar’da 12 kasım 1933’te kurulup, bir yıl sonra Rus-Çin işbirliğiyle yıktırılan Şarki Türkistan İslam Cumhuriyetinin kurucularından olan Turfanlı Mahmut Muhiti, yurt dışında istiklal uğruna savaşmaya devam ediyordu. Ömrü boyunca Rus-Çin oyununa gelmeyen seçkin lider, Türkistan Türklüğünün iftiharı olan bu zata göre, Türkistan Türklüğüne karşı Rus-Çin işbirliği geçmişte de olmuş ve bundan sonra da olacaktı. O halde, onların herhangi birine ümit bağlamak, onlarla barışmak, onların isteklerini el bağlayıp kabul etmekten başka bir şey olamazdı. Vatanın kimin esaretindeyse düşmanın o idi. Muhiti ümidini ilk olarak milletine, haklı olarak da yardım alma ümidini, düşmanının düşmanına yani Japonlara bağlamıştı. O bu amaçla dünyayı gezerek, Japon elçi ve diplomatlarıyla görüşmüş, Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk de Onu kabul etmiştir.

Gerçekten o zamanlar (1930’lu yıllarda), Sovyet Emperyalizmine karşı, Japonların tutumunda, bütün Türkistan’ın önemi çok büyüktü. Japonlara göre, Asya Asyalıların idi. Japonların Asya’ya sahip olmaları için önce Türkistan’a sahip olmaları gerekirdi. Bu yüzden Japonlar, özgürlük ve istiklal arayışı içindeki Türkistanlıları toplayıp, bir teşkilat kurmuş ve Osmanlı şehzadelerinden Abdumuhat Abit’i (Bu şehzade, II. Abdülhamit’in oğlu Mehmet Abit olabilir) Büyük Türkistan’ın gelecekteki hakimiyetine padişah olarak elinde tutmuşlardır (Şehidi, 1986: 483-484). Evet, Japonların bu tutumundan Mahmut Muhiti de vatanı için yararlanmak istemiştir.

Ünlü Türkçü Yusuf Akçura da, 1904-1905 Rus-Japon Savaşı başlarında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı eserinde, Japonlara büyük bir ilgi göstermiştir. Bu kez, Mahmut Muhiti bir Türkistan Türkü olarak, bir Kazan Türkünün izini takip eder. Akçura 1935’te İstanbul’da vefat ettiği sıralarda, Muhiti, Akçura’nın bıraktığı yerden, bu kutsal gaye uğruna savaşmaya devam eder. Ne yazık ki, İkinci Dünya Savaşının sonuçlarıyla hayal kırıklığına uğrayan bu büyük insan, Pekin’de (Pekin o zaman Japonların elindedir) aniden vefat ettiği sıralarda, savaşın galibiyeti ile sarhoş olan komünistler, istiklal ve özgürlüğün sadece eylemlerini değil, onun hayal ve düşüncelerini de çiğneyip geçer. Yalnız o, 1940’lı yıllardaki gelişmeler değil, dünyamızın 1980’li yıllardaki ve günümüzdeki gelişmeler de, Muhiti’nin düşünce ve eylemlerinde ne kadar haklı olduğunu bir daha kanıtlamıştır. Urus ve Çin’in tarih boyunca, toprağımız uğruna kalbinde beslediği derin Türk düşmanlığı, kolay kalay değişecek-silinecek gibi görünmüyor. Evet, bizim ezeli ve ebedi değişmez düşmanımız Urus ve Çin’dir. Çünkü bugün, toprağımızın-ulusumuzun bir kısmı onların pis ayaklarının altında çiğnenmektedir.

II. Bölüm

BASMACILAR

1. Giriş

(Basmacı, haydut-yol kesen anlamında olup, Türkistan Ulusal Kurtuluş Hareketinin savaşçılarına Sovyetler tarafından verilmiş addır. Bu savaşçılar kendilerini askeri ekip başkanı anlamındaki “korbaşı” sözcüğü ile adlandırmıştır. Bu savaşçılar Türkistan tarihine “Basmacılar” adı ile girdiği için, ben de bu yazımda onlar için bu adı kullandım. Onlar bu sözcük anlamındaki gibi haydut değil, kurtuluş savaşçılarıdır. Sovyetler bu insanların kimliğini tam karşılayabilecek “karşı devrimci” ifadesini neden kullanmamıştır? Bu ifade, bu insanları halkın nezdinde yüceltecektir, ondan. “Basmacı” sözcüğü onları küçük düşürmek için uydurulmuştur.)

Coğrafya, tarihin anayurdudur.

Fergane Havzası:

Bugünkü Özbekistan’ın en doğu bölgesi olan Fergane Havzası, Kırgızistan ve Tacikistan ile sınırlanmaktadır. Bu havza sanki bir avuç içi gibi, birbirinden pek de uzak olmayan beş parmağa benzer aralıklarla yerleşen beş şehri içine almaktadır: Fergane, Mergilan, Hokant, Endican, Namengen. Bir de bugünkü Kırgızistan sınırları içinde bulunan Oş şehri de coğrafi bakımdan bu bölgeye aittir. “Fergane” sözcüğü hem bu havzanın, hem bu havzanın en güneyine yerleşen bir şehrin adı olmaktadır. Havzanın en kuzeyine Namengen şehri yerleşmiştir.

Uzak geçmişten bu yana “İki Nehir Arası” (Sır Derya ile Amu Derya arası) anlamında Arapların diliyle “Maveraünnehir”, Avrupalıların diliyle “Transaxiana” diye adlandırılan ve tarih boyunca çok kanlı savaşlara sahne olan bu cennet yurdun bir parçası, işte bu Fergane Havzası’dır. Fergane şehrinin 30-60 km. güneyine doğru Vadil kasabası ve bu kasabaya bağlı Şahimerdan ilçesi, daha güneyde ise, yüksek Alay sıradağları bulunmaktadır. Bu sıradağların güneyi Tacikistan, Tacikistan’ın güneyi Afganistan’dır.

Alay Dağı’nın zirvesi kış yaz bembeyaz karla kaplanmış olup, adı geçen Sır Derya işte buralardan başlıyor. Dağın orta yüksekliğinde oluşan Kök Köl (Gök Göl) ile dağ eteğindeki yerleşim sahası arasına şu anda teleferik tesisatı kurulmuştur. Ben 1994 yılının temmuz ayı ortalarında burada idim. Havanın 40 derecenin üstünde sıcak olmasına rağmen, çok duru olan dağ suyu eli donduruyordu. Suyun aşağıya doğru büyüyerek akan dere kenarları yemyeşil çimenlik olup, temiz suyu ve güneşli havasıyla burası, şehir halkı için dinlenme, rahatlama yeridir. Bu özelliklerinden dolayı, Türkistan’daki tam 100 (651-751) yıl süren Arap istilasının en yoğun ve kalıcı etkisi buralarda-Maveraünnehir’de gerçekleştirilmiştir. Çünkü Maveraünnehir Arapların hayalindeki cennetti.

İşte yukarıda bahsettiğim coğrafya, bir zamanların ünlü hükümdarı ve yazarı olan Hindistan fatihi Babur’un (1483-1530) yurdudur. Babur buralarda taht kurmuş, düşmanlarıyla çarpışmış ve zor günlerinde bu dağların mağaralarına, yalçın kayalarına sığınmıştır. Ayrıca burası, dağ eteğine yerleşen Şahimerdan ilçesindeki, ünlü ceditçi (yenilikçi) şair Hemze Hakimzade Niyazi’nin (1889-1929) mezarı ile Ona ait müzeyi bağrına basarak, yakın çağımızdaki bir faciaya tanıklık etmektedir. Hemze’nin mezarı üstündeki mermer taşa şairin şu mısraları yazılmıştır:

Tüzemiz yengi turmuşni (Kuracağız yeni hayat

Zaman içre. Zaman içinde.

Ebedi sungra yeşeymiz Ebediyete kadar yaşarız

Cahan içre. Cihan içinde.)

Şairin mezarının ve Ona ait müzenin bu dağ eteğinde bulunmasının önemli bir sebebi vardır. Şair Hokantlı yani bu yörenin insanıdır. O burada ceditçilik fikirleriyle ortaya çıkarak, kadınlara peçe ve başörtülerinden kurtulup, çağa-bilime ayak uydurmalarını söylediği sırada (1929), dinci gruplar tarafından taşlanarak öldürülmüştür (Özbek Sovyet Ansiklopedisi: 365). Şairin başına gelen bu olay, 1930 yılında Menemen’de hasıl olan Kubilay olayı ile 1993 yılında Sıvas’ta hasıl olup, 37 aydının ölümüyle sonuçlanmış yangın olayının hemen hemen aynısıdır. İşte Ruslar-Çinliler gibi istilacıların, komünizm gibi yabancı ideolojilerin Türk topraklarında tutunabilmesini sağlayan başlıca amil-etken, bunun gibi olaylar ve bu olayları doğuran VII. Yüzyıl Arap zihniyetinin temsilcileridir.

Tapıların, heykellerin yıkıldığı devrimizde, şairin görkemli heykeli bugün Taşkent’te dimdik ayaktadır. Tıpkı Kubilay’ın Menemen’deki heykeli gibi. Çünkü bu iki kardeşin düşmanları aynı olduğu gibi, amaçları da aynı idi: Ulusunu çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmak ve yüceltmek. Aralarındaki tek fark, Hemze’nin Kubilay’dan bir yıl önce öldürülmesidir (1929). Onlar öldürüldü, fakat ölüm her insan varlığının sonu değildir. Nasıl yaşamış ve niçin-nasıl ölmüş olmalarına göre, bu ölümlü dünyamızda bazı insanlar ölümsüzleşir. Böyle insanları doğurabilen ulus, O ölümsüz bireylerinin omzunda sonsuza kadar yaşar.

2. Petersburg, Taşkent ve Hokant’ta Devrim

XIX. Yüzyılın ikinci yarısında Batı Türkistan Çar Rusya’sı tarafından tamamen işgal edilerek, buranın engin toprakları Rus köylüleri tarafından bir dereceye kadar yerleşim alanına değiştirilir. Taşkent’te kurulan Türkistan Valiliği bütün Batı Türkistan’ı Çar’ın emriyle tek elden yönetir. Moskova ile doğrudan doğruya demir yolu ile bağlanan Taşkent, aynı zamanda Rusya’da ve Avrupa’da gelişmekte olan çeşitli fikir akınları ile de doğrudan doğruya bağlanır. Bu sebeptendir ki, Petersburg’da 07.11.1917 tarihinde gerçekleşen Bolşevik Devrimi, Taşkent’te 03.09.1917 tarihinde gerçekleşecektir. Bu Komünist Devrimi, Petersburg’a nispeten daha hızlı Taşkent’te gerçekleşmesinde, her şeyden önce, Türkistan’daki şeriatçıların yarattığı tiksindirici ortama borçludur.

Şubat 1917 Rus Burjuva Devrimi, Kerenski başkanlığında bir geçici hükümet kurmuş olsa da, bu hükümet Bolşeviklerin etkili propagandaları karşısında tutunamaz. Bolşeviklerin:

Bütün hükümet Sovyetlere!

Bütün topraklar köylülere!

Bütün fabrika ve işletmeler işçilere!

Şeklindeki sloganlar çiftçi, işçi ve askerleri etkiler. Lenin’in ilke şeklinde ortaya attığı, “Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirleme hakkı” taahhüdü, Rus mahkumu ulusların Bolşevik Devrimine karşı sevinç ve güven duygularını uyandırır.

Bolşeviklerin bu iyi niyet gösterişlerinden de ilham alan Türkistanlılar, 07 kasım 1917 Bolşevik Devriminden bir ay sonra, 08.12.1917 günü Türkistan Milli Birliğini temsil eden Hokant Kurultayına toplanırlar. Hokant Muhtariyet hükümeti kurulup, hükümet başına Mustafa Çokay getirilir. Fakat Taşkent’teki Bolşevik hükümetinin buna tahammülü yoktur. Hokant’taki Milli Muhtariyet iki ay sonra acımasız kanlı bir saldırı ile dağıtılır. Hokant şehri ateşe verilir. Bolşeviklerin o iyi niyet gösterişlerinin arkasındaki gerçek ortaya çıkar. Mustafa Çokay yurt dışına kaçar.

Mustafa Çokay Kazak Türklerinden olup, 1929-1939 yılları arasında, Berlin-Paris şehirlerinde Arap harfleriyle çıkarılan “Yaş Türkistan” dergisinin sahibi ve baş yazarıdır. İkinci Dünya Savaşına doğru, 10 yıl boyunca Türkistan’ın (Doğu Türkistan dahil) bağımsızlık savaşının organı olarak yayınlanmış bu dergi, hatırı sayılır tarihi bir eserdir. Bu eser Ankara’daki Milli Kütüphanede 10 cilt halinde saklanmaktadır. Mustafa Çokay İkinci Dünya Savaşının en ateşli günlerinde (1941) Paris’ten Berlin’e getirilir ve burada Almanlara esir düşen yurttaşları ile görüştürülür. Bu görüşmeden Mustafa Bey çok memnun olur. Ne yazık ki, bu hasret dolu görüşmelerde, birbirine sarılarak, ağlaşarak, üzüntülerini gidermeye çalışan kafile, güya Ona tifo mikrobunu bulaştırmış. Mustafa Çokay çok geçmeden bu tifo hastalığından ölmüştür (17.01.1890-27.12.1941) (Çokay: 5-6). Mustafa Beyin bu ani ölümü hakkında kuşkular vardır. Geçen yıl (2007) Almanya’da ölen Baymirza Hayıt hakkında, Maria J.Çokayeva’nın “Mustafa Çokay’ın Hatıraları” adlı kitabında şu ifadeler bulunmaktadır: “Mahmut Aykarlı Pakistan’da Kayyum Han komitesinin idarecisi olarak bulunuyordu. 1953’te Münih’ten Kayyum Han’ın sağ kolu olan Baymirza Hayıt Pakistan’a gelmiş, Mahmut Aykarlı ile buluşmuş ve Mustafa Çokay’ın ölümünden söz açarak, Onun cebri ölümle öldüğünü, Onu zehirlediklerini söylemiştir.” (Çokayeva: 216).

Hokant Muhtariyet hükümetinin kanlı bir şekilde dağıtılmasından sonra, bizim Türkistan Ulusal Kurtuluş Hareketi diye adlandırabileceğimiz Basmacılar hareketi ortaya çıkar. İşte Basmacılar hareketinin başlangıç noktası burasıdır. Şimdi bu hareketin içeriğine geçmeden önce, Taşkent’teki Bolşevik hükümetine bir göz atalım:

Bolşevikler, Çar Rusya’sı sınırlarının değişmesinden, küçülmesinden yana değildir. Onlar Taşkent’i Türk komünistleri aracılığıyla ellerinde tutmayı denerken, Bolşeviklerin bu tutumunu fırsat bilen ceditçiler de, iktidarı komünist parti cihazı içinde ele geçirmeyi denerler. Özbek komünistleri, devrimi her şeyden önce Doğunun Batılıların “baskısından” kurtuluşu manasında anlayan Vahitov, Sultangaliyev, Togan ve diğer Türk komünistlerinin açtıkları yolu izlerler. Onlar RKP (B)’nin Türkistan örgütünün adını Türk Komünist Partisi olarak değiştirirler. Bu ceditçi komünistler, Rusya’nın tüm Türk halklarını tek bir politik amaç için birleştirmeye karar verirler. Bu kez Pantürkizmin merkezi Kazan değil Taşkent olur. Özbek komünistleri, yalnız Rusya sınırları içindeki Türkleri değil, dünya Türklerini (Afganistan, İran ve Türkiye Türklerini) birleştirmeyi düşünmüşlerdir (Zenkovsky: 210-211).

Yıl 1920, eylül ayının 1-9 günleri arasında açılan Baku Kurultayında ceditçi komünist liderlerden olan Narbutabekov şunları söyler: “Türkistan halkı iki cephede savaşmaktadır. Bir eliyle kendi aralarındaki siyah cüppeli mollalarla, öteki eliyle mahalli Avrupalıların dar milliyetçi taraftarlarıyla. Ne yoldaş Zinoviyev, ne yoldaş Trotsky ve ne de Lenin Türkistan’daki işlerin gerçek durumunu bilmemektedir. Biz hayatta özgürlük, eşitlik ve kardeşlik prensiplerini kağıt üzerinde değil, gerçek manada gerçekleşmesini istiyoruz.” (Zenkovskiy: 216). Baku’daki ceditçilerin bu konuşmasını Lenin, “kışkırtıcı” diye nitelendirmiş ve çok geçmeden güç kullanarak, Taşkent’teki Türk komünist partisi yönetimini tamamen değiştirmiştir.

Ulema ve din adamları ise, ceditçileri Allahsız hainler, diye suçlamış ve ceditçilerden öldürülenler de olmuştur. Evet, ceditçi Narbotabekov’un dediği gibi, ceditçiler iki düşman ile karşı karşıyadır: Bolşevikler ve şeriatçılar. Birbirine karşı olarak şekillenmiş bu üç gücün elbette ikili ittifak kurabilen tarafı savaşı kazanacaktır. Bu mantık gereği ceditçiler komünistler ile birleşme yoluna gider. Bu da Rusların işine gelir.

Türkistan’daki ideoloji ve siyaset cephesine özgü bu savaş, Türkistan Ulusal Kurtuluş Hareketinin silahlı savaşına nasıl yansır? Bu sorunun yanıtını ancak, Basmacıları yakından tanıyarak, onların eylemlerinin içine girince bulabiliriz. Kim bu Basmacılar?

3. Mehmet Emin Bek (1889-1920)

Mergilan şehrinde doğar. Anne ve babası okuma yazması olan, çevresi tarafından sevilen itibarlı kişilerdir. Uzun gecelerde babası tarafından söylenmiş Rüstem Destanı ve Emir Timur savaşlarına özgü hikayeler, Mehmet Emin Bek’in çocukluk duygularına, hayallerine kahramanlık aşılar. Onun kişiliği, dünya görüşü dürüstlük, sadakat ve samimiyet gibi manevi değerler ile oluşur-gelişir. Fakat bu değerler Onu mutlu etmez. Çar hükümeti Onu, 1914 yılında “evinde silah sakladın” denilen bir bahane ile Sibirya’ya sürgün eder. Bu haksız sürgün, Onun siyasi kimliğini oluşturur. Yıl 1917, “halklar zindanı” olan Çar Rusya’sı sarsılır. Şubat Burjuva Devrimi bütün Rusya halklarına, bütün mahkumlara özgürlük ilan eder. Bu özgürlük havası içinde Mehmet Emin Bek de heyecan coşkusuyla vatanına döner.

Fakat, ister Şubat Burjuva Devrimi olsun, ister Ekim Bolşevik Devrimi olsun, Çar Rusya’sının “halklar zindanı” kimliğini değiştirmez. Bolşevik Devrimi bu kimliği biraz daha belirgin hale getirir. Petersburg’daki Şubat Devriminden hemen sonra Taşkent’teki Türkistan Valiliği sarayına toplanan vekiller arasından bir Rus öğretmeninin söylediği şu sözler dikkate değerdir: “Devrimi Rus devrimcileri, Rus işçileri, Rus askerleri yaptılar. Onun içindir ki, Türkistan’daki hakimiyet ve idare biz Ruslarındır. Yerliler biz ne verirsek onunla kanaat etmelidirler” (Çokay: 22).

Evet, hayal kırıklığı…. Türkistan’ın yiğit insanları çareyi silaha sarılmakta bulur. Silaha sarılanların başında Mehmet Emin Bek ve Şir Mehmet Bek vardır. Bu iki Basmacı liderinin, İslam dinine ne kadar bağlı olan bir ailede dünyaya geldiğini, onların adından da anlamaktayız. İslam peygamberinin adı olan “Muhammed”, Türkistan Türklerinde “Mehmet” şekli ile de kullanılır; “şir” Farsça “arslan” demektir.

4. Şir Mehmet Bek (1893-1970)

Mergilan şehri civarındaki küçük Gerbaba köyünde doğar. Bu köy stratejik bir konuma sahip olup, burası sonradan Basmacıların karargahı olacaktır. Gerbaba, çok eski devirlerde bu civarda yaşamış hikmetli bir dervişin adıymış. Bu köyü 3-5 km. uzaktan çevreleyen Yeketüt, Bostan, Bozala, Hanarık, Yerkesek, Neymen, Kumarık köyleri, sanki bir çember üzerine dizilmiş biraz daha ufacık köylerdir. Gerbaba’nın bitişiği adı geçen köylerin müşterek mezarlığıdır. Derviş Gerbaba’yı temsil eden türbe de, bu mezarlığın orta yerindedir. Türbe, çevre halklarınca kutsal bilinir; muhtelif zamanlarda ziyaret edilir; Derviş Gerbaba adına kurbanlar kesilir; mevlid-i şerif okutulur. İşte Şir Mehmet Bek bu mistik toprakta, bu mistik ortam içinde büyür. Babası Kuşak Bek, 1913 yılında, Hicaz dönüşü Kırım’da vefat eder. Geride okullarda hiç okumadığı beş oğul bırakır. Bu oğulların ikincisi Şir Mehmet Bek’tir.

Şir Mehmet Bek, 17.08.1917 günü diye tahmin edilen tarihte, Gerbaba civarındaki 7 köyün ileri gelenlerini Gerbaba türbesine davet ederek, Ruslara karşı bir ulusal mücadele hareketini başlatmak niyetinde olduğunu beyan ile yardım talebinde bulunur. Yedi köyün imamı hemen çevreyi dolaşarak, yardım toplayacaklarını bildirirler. Şir Mehmet Bek’in örgütlenmesi, hakimiyet kurması işte böyle imamlar eşliğinde başlar (Bademci: 215-218).

Hokant Muhtariyet Hükümeti kurulurken, Mehmet Emin Bek bu hükümetin milis kuvvetleri terkibinde görev alır. Hükümet dağılınca, Mehmet Emin Bek yakın silah arkadaşlarıyla beraber ilk karargahını Gerbaba köyünde kurar. Buradaki İski Korgan (Eski Kale) korunmak için kolaydır. Burası Mergilan, Fergane, Kuva, Endican, Oş, Namengen şehirlerine giden yol kavşağında olup, düşmana karşı saldırıda önemli stratejik noktadır. Geniş alandaki kamışlık da gizlenmek için işe yarayacaktır. Çevreden gelen çiftçi delikanlılar burada askeri eğitim görür. 1918 yılının bütün yazı burada, Mehmet Emin Bek çevresinde toplanan insanların silahlanması, büyümesi devam eder. Bu işe Beyaz Rus subayları ile Afgan mücahitlerinin büyük katkısı olur. Şir Mehmet Bek’in ekibi de, Oş şehrinden gelen Halhoca İşan’ın (Türkistan’da din hocalarına işan denilir) ekibi de bu ordunun terkibindedir. Ordunun başında Büyük Ergeş Bek “Emirül Müslimin” (Müslüman Ordusunun amiri), Mehmet Emin Bek 1.vekil, Şir Mehmet Bek 2. vekil olarak görülür.

5. Küçük ve Büyük Ergeş’ler

Bu iki Basmacı lideri kardeş değildir. İsimleri benzediği için, farklandırmak için boylarına göre Küçük ve Büyük (Kiçik ve Katta) olarak adlandırılmıştır. Çar hükümeti tarafından Sibirya’da sürgünde tutuklu bulunan bu iki Ergeş, 1915 yılının sonlarına doğru, iki Rus bekçisini öldürüp, iki Rus beşlisi ile yurtları Fergane Havzası’na dönerler. 1916 yılındaki bütün Batı Türkistan’ı kapsayan ayaklanmaya katılırlar. Hokant Muhtar Hükümeti kurulunca, Küçük Ergeş, polis müdürlüğü ve milis kumandanlığına tayin edilir. O sonradan silah arkadaşlarına ihanet ederek, Kızıl Orduya girer. Büyük Ergeş ise, Kızıl Ordunun Basmacılara yönelik son saldırılarında yakalanır ve hemen öldürülür.

Gerbaba’yı karargah yapan Basmacıların Kızıl Ordu ile ilk çarpışmaları 1918 yılının sonbaharında başlar. Onların sloganı: “Türkistan Türkistanlılar için! Baskıncılara ölüm!” şeklinde olup, iyi organize edilmiş az kişilik ekipleri ile ani ve hızlı saldırılarında başarılar elde eder. Kızıl Ordu askerlerini çil yavrusu gibi dağıtır ve kılıçtan geçirirler. Örneğin, 1919 yılının başında Fergane şehrinde tutuklu bulunan 200’den fazla mahkum böyle saldırı sonucu kurtarılır. Çarpışmaların ilk dönemindeki bu başarılar Basmacıların tesirini genişletir, sayısını çoğaltır. Fakat Basmacı saldırılarından ders alan düşman da ciddi tedbirler almaya başlar. Bu tedbirlerin başında, Kırgızistan’da doğup büyüyen, Türkistan coğrafyası ve Türkistan insanlarını iyi tanıyan Frunze’nin Türkistan cephesinin baş komutanı olarak tayin edilmesidir. Frunze’nin danışmanı olarak, bir numaralı Stalinci olan Kuybişev atanır. Avrupa’daki savaştan boşalan Rus birlikleri Türkistan’a kaydırılır. Bu askeri tedbirlere ek olarak siyasi tedbirler de uygulanmaya başlar. Sovyet hükümeti adına yayınlanan Rusça ve Özbekçe bildirilerde şu ifadeler bulunmaktadır:

“Halkı huzurlu yaşama kavuşturmak için, hakimiyeti yerli halka teslim etmek için, çiftçileri toprak ile, işçileri iş ile temin etmek için, Fergane vilayetinin yöneticileri, Kızıl Ordunun komutanları değiştirilmiştir. Ermeni çeteleri silahsızlandırılmıştır. Halka zulmeden caniler cezalandırılacaktır. Kendiliğinden silah bırakan Basmacılar affedilecektir.” (İbrahim: 33-36).

Sovyetler tarafında bu gelişmeler sürerken, Basmacılar tarafında iç çekişmeli bölünmeler baş gösterir.

6. İhtilaf ve Bölünme

Mehmet Emin Bek, zamanının şartlarına göre aydın olan bir ailenin tahsilli çocuğudur. O kişiliği, aklı ve tedbirleri ile çevresi tarafından sevilen güvenilir bir lider durumuna gelir. Onun Taşkent’teki Türk Komünistleri Partisinin lideri Turar Riskolov gibi ceditçi Türk aydınları ile aynı fikri paylaştığı bilinmektedir. O, kaynağı olmayan, siyasi mücadele ile birleşmeyen kör silahlı savaşın amacına ulaşmayacağını tahmin eder. Onun, Kaşgar ve Sibirya’ya adamlar gönderip, İngilizlerden yardım isteğinde bulunma girişimleri de sonuçsuz kalır. O zamanki İngilizlerin Türkistan siyaseti, “Türkistan Beyaz Rusların eline geçmeyecekse, orasında Kızıl Ruslar oturabilir” şeklindedir (Togan: 422). Üstelik Halhoca İşan’ın Şir Mehmet Bek’i de yanına alarak, Mehmet Emin Bek’e karşı yürüttüğü düşmanlığı, makam düşkünlüğü, şeriata dayalı hanlık kurma söylentileri Basmacıları bölünmeye doğru sürükler. Daha önce, Halhoca 19 tane kadın aldığı için, Mehmet Emin Bek Onu, ordumuzun namını lekeledin, diye kovar. Sonra Şir Mehmet Bek’in araya girmesiyle O tekrar geri döner (İbrahim: 43). İşte kişilik ve özel çıkarlardan başlayarak, yüksek siyasi amaçlara kadar boy gösteren bu farklılık Basmacıların cephesini, moralini sarsar, savaş ekiplerini bir elden yönetmek güçleşir.

Frunze, Basmacılar sorununu halletmek için önce siyasi-sulh yolunu denemeye karar verir ve bu iş için Verevkin-Roxalskiy’i görevlendirir. İşte o zaman Mehmet Emin Bek, Namengen yakınındaki kendi karargahında bulunmaktadır. Sovyetler tarafından gönderilen Molla Abdukahar ve Hacmemet İşan adlı iki kişi karargahta Mehmet Emin Bek ile görüşüp, sulh teklifini sunarlar.

Bu ilk görüşmeden bir hafta kadar sonra, Mehmet Emin Bek, sulh için görüşmeye razı olduğunu Sovyetler tarafına bildirir. Resmi görüşme Mehmet Emin Bek’in isteğiyle Gerbaba karargahında yapılır. Sovyetler tarafından görüşmeye okçu tümen komutanı Verevkin-Roxalskiy başkanlığında bir ekip gelir. Gerbaba görüşmesinden bir gün sonra ikinci görüşme 05.03.1920 günü Mergilan’da yapılır. Sulh şartı olarak öne sürülen üç madde şudur:

1.Mehmet Emin Bek Sovyet hükümetini tanıyacak ve ona hizmet edecek.

2.Mehmet Emin Bek’in başında bulunduğu tüm birlik aynen kalacak, birliğin karargahı Namengen şehri olacak.

3.Mehmet Emin Bek Taşkent’e gidip, Türkistan Sovyet hükümetiyle görüşecek.

Sulh 06.03.1920 günü Fergane şehrinde imzalanır ve sulh töreni tantanalı bir şekilde Namengen şehrinde yapılır. Mehmet Emin Bek’in 3500 kişilik birliği, Kızıl Ordunun 1000 kişilik birliğiyle yan yana Namengen sokaklarından geçer; halk sevinir (İbrahim: 55).

Mehmet Emin Bek, kafasında yoğurulan şu tez ile Taşkent’e gidecektir:

“Lenin’in, Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirleme hakkı, denilen ifadesinde, eğer Sovyet hükümeti samimi ise, o zaman elbette silahlı ulusal ordunun da varlığı Sovyet hükümeti tarafından kabul edilecektir.”

Mehmet Emin Bek Taşkent’ten döndükten sonra bütün Korbaşıları toplayıp, Gerbaba’da bir toplantı yapar. Fakat bu toplantıya 2000 kişilik silahlı birliğin başında bulunan Şir Mehmet Bek ile Halhoca İşan katılmaz. Mehmet Emin Bek konuşmasını şu ifadelerle özetler:

“Halkımız savaştan bıkmıştır, sulh istemektedir. Biz hepimiz halkımızla birleşip, ulusal hükümetimizi, ulusal ordumuzu kurmalıyız. Dinimiz de birlikten yanadır. Sulhu bize muhaliflerimiz teklif etmektedir. Onu kabul etmemek nankörlük olur. Bizi bu sulha bağlayan en büyük delil şu ki, o da Bolşeviklerin önderi Lenin’in “Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirleme hakkı” denilen prensibini Sovyet hükümetinin kabul etmesidir. Ayrıca, Gerbaba’da bir kale kurulup, burada bir Türk tümeni yerleşecek; bu tümenin başına Şir Mehmet Bek getirilecektir.” (İbrahim: 59-609).

Mehmet Emin Bek’i “hain” ilan eden Şir Mehmet Bek ile Halhoca İşan, bu sulh gelişmeleri sırasında Kızılkıya’nın Üçkorgan (Kırgızistan’da) denilen yerindedir. Buraya Mehmet Emin Bek adam gönderir, fakat olumlu cevap alamayınca, eski dostluğuna güvenerek kendisi gider. Bu gidişe, Şir Mehmet Bek’in “Burası daha sakin, rahat konuşuruz, kendin gel”, diye yazmış mektubunun da etkisi olur. Mehmet Emin Bek 8 kişi eşliğinde Şir Mehmet Bek’in karargahına ulaşıp, atlarından inmekte olduğu sırada, hepsi el ayağı bağlanıp hapsedilir. İki günlük hapisten sonra, Halhoca’nın fetvası ile, el ayağı bağlanmış halde yere yatırılan Mehmet Emin Bek’in başı, Saki denilen bir celladın eliyle “Allahü Ekber” sözcüğü eşliğinde kesilir. Kesik baş karşı tarafa gönderilir (İbrahim: 64).

Bu gelişmeler, Taşkent’te siyasi mücadele vermekte olan Türk ceditçilerinin ulusal davasına gölge düşürür. Rus komünistlerinin Türkistan’da istediği gibi at oynatmalarına vesile olur. Konuyu Halhoca ile Şir Mehmet Bek’in sonlarına değinerek bitiriyorum:

Halhoca İşan kaçıp Alay sıradağlarına sığınırken, birçok kişileriyle beraber çığ altında kalıp ölür (Bademci: 360). Şir Mehmet Bek ise, 1923-1951 yılları arasında Afganistan’da, 1951-1959 yılları arasında Pakistan’da, 1959-1970 yılları arasında Türkiye’de yaşar, Adana şehrinde ölür.

Sonuç



Aşağı yukarı 19. yüzyılın son çeyreğinden, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar bütün Türk aleminde cereyan eden Ceditçilik hareketi, aslında 400 yıl önce meydana gelmiş Avrupa’nın Rönesans ve Reformasyon’una benzer bir eylem idi. 16. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’daki Hıristiyan aleminin şartları nasıl Rönesans-Reformasyon devrini ve Fransız Devrimi ile insan hakları ilkesini doğurmuşsa, 19. ve 20. yüzyıllardaki Türk aleminin şartları da, Ceditçilik ile Türkçülük ilkesini doğurmuştur. Bu ilkenin asıl gayesi, Türk ulusunun diğer uluslarla aynı haklara sahip olmasını sağlamaktır. Türkçülük, komünistlerin ifade ettiği gibi “emperyalist gaye” değil, belki Türkü emperyalist baskıdan kurtarmanın bir yoludur.

Bugün 20. yüzyılın sonlarında Türk aleminde bir şeyler oluyorsa, bu 20. yüzyılın başlarında cereyan eden olayların devamından başka bir şey olamaz. Fakat, aynı yüzyılın iki ucundaki göze çarpan fark, yüzyılın başında fikirlere karşı silah üstün olmuşsa, yüzyılın sonunda silaha karşı fikirlerin üstün olmasıdır. Almatı zirvesinde 5 Türk Cumhuriyetinin topluluk oluşturması, birlik ve dayanışma gereği, gelecek Türk alemi için atılmış ilk adımdır. Tarihte birkaç kez düşen bu ulus, kalkmasını da bilmiştir. Düşen Türk tekrar kalkacak ve o mukaddes Türkistan’da tekrar Türk devleti kurulacaktır.

Gittikçe daralan dünyamızda, düşen birine kendi millettaşı elini uzatabilmektedir. Bugün herkesçe söylenen haklar, işte bu yolla, yani milliyetçilik yolu ile gerçekleşmektedir. Bugün Almanya birleşebilmişse, bunun için her şeyden önce Alman devleti, işlenmiş ve gelişmiş Alman milliyetçiliğine burçludur. Günümüz dünyasında Türk ulusunun yarısından çoğu düşmüş durumdayken, Türkün bugün Türkçülükten başka ilkeye ihtiyacı yoktur. Türkün hakları ancak bu ilke ile elde edilebilir. Yakın tarihte Azerbaycan’daki kanlı olaylar ve bu olaylara karşı dünyanın tutumu şu gerçeği yine bir kez vurgulamıştır ki, Türkün dostu Türktür. Bu da Türk birliği demektir.

Haberleşmenin sınır tanımadığı günümüz dünyasında, Türkün bir siyasi çatı altında birleşmesine gereksinim kalmamıştır. İmparatorlukların devri bitmiştir, dünyamız ulusal devletler dünyası olacaktır. İsmail Gaspıralı döneminde uygulanması zor olan ve hatta imkansız görünen “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” formülü, artık bilimin-mantığın egemen olduğu dünyamızda, Türkçülük ilkesinin de ışığı altında tedrici olarak gerçekleşecektir. Düşmanlarımızın en çok korktuğu Türklük olgusu-Türk birliğidir. Bu sebepledir ki, Türk birliği-Pantürkizm bizim her şeyimizdir.

Sınıf kavgası nazariyesi ile 100 yıldır insanlığı rahatsız eden ve aynı zamanda Rus-Çin işgalciliğine-sömürgeciliğine alet olan komünizmin karşısında, son nefesine kadar savaşan ulusların başında biz bulunduk. Biz bu eşitsiz kanlı savaşta Enver Paşa, Mirseyit Sultangaliyev, Çolpan, Fitret, Osman Batır, Magcan Cumabay, Mesut Sabri, Yakup Rahmanoğlu, Abdurehim İsa gibi büyük Türkçüler başta olmak üzere, yüzbinlerce şehit verdik. Bizim ülkümüz yani Türkçülüğümüz bu çetin savaşlar sırasında gelişmiştir. Bizim ülkümüz yalnız Türklüğe değil, geçmişte olduğu gibi tüm insanlığa hizmet edecektir. Bugün eğer komünizm çöküyorsa, bugün eğer insanlık bu felaketten kurtulmanın ümidini yaşıyorsa, bu işte Türk ulusunun ve Türkçülük ilkesinin payı son derece büyüktür.

Bir zamanlar biz dürüst ve mert olduğumuz için yenik düşmüştük, tıpkı Bruno’nun (1548-1600) “Dünya Dönüyor” dediği için yenik düştüğü ve öldürüldüğü gibi. Fakat, dünyanın dönüşünü ne Engizisyon durdurabildi ne de komünizm. “Dünya Dönüyor”, dönen bu dünya ile beraber, büyük Türk ulusu da, daha geniş ufuklara doğru dönecektir. Dürüstlük, en cahil-en gaddar insanları bile etkilemeye muktedir olan manevi bir güçtür. Fakat zamana muhtaçtır.

Kaynakça

Badamci, Ali, Korbaşılar (1917-1934 Türkistan Milli İstiklal Hareketi ve Enver Paşa),

İstanbul 1975.

Broxup, Marie, Basmacılar (Orta Doğu Teknik Üniversitesi), Ankara 1984.

Çokay, Mustafa, 1917 Yılı Hatıra Parçaları, Ankara 1988.

Çokayeva, Maria J., Mustafa Çokay’ın Hatıraları (Hazırlayan: Erol Cihangir), İstanbul 2000.

Elişirbek, Ezim Derya, Büyük Cihad, Büyük Mücahid, Yazyavan 1992.

Georgeon, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri (Yusuf Akçura), Ankara 1986.

Hayıt, Baymirza, Türkistan’da Öldürülen Türk Şairleri, Ankara 1971.

Hayıt, Baymirza, Türkistan Rusya İle Çin Arasında, İstanbul 1975.

İbrahim, Kerim, Medeminbek (Mehmet Emin Bek), Taşkent 1993.

İlkul, Ahmet Kemal, Türkistan Ve Çin Yollarında Unutulmayan Hatıralar, İstanbul 1955.

“Kazan İslamları”, Tercüman Gazetesi, 9 Eylül 1895.

Kerimov, Şadi, Kafesteki Kuş Arzusu, Taşkent 1991.

Oktay, A. Türkistan Milli Hareketi Ve Mustafa Çokay, İstanbul 1950.

Özbek Sovyet Ansiklopedisi, “Hemze” maddesi, Taşkent 1980.

Sadri, Roostam, “The İslamic Republic Of Eastern Turkestan: A Commemorative Reviev”,

Journal İnstitute Of Muslim Minority Affairs, cilt 5, nu 2, s.294-319, Londra 1984.

Saray, Mehmet, Rusya İşgali Devrinde Osmanlı Devleti İle Türkistan Hanlıkları Arasındaki

Siyasi Münasebetler (1775-1875), İstanbul 1984.

Sayrami, Musa, Tarihi Hamidi, Pekin 1986.

Şehidi, Burhan, Şincangning 50 Yili, Pekin 1986.

Şincangning Kiskiçe Tarihi, Ürümçi 1984.

Taymas, A.B. Kazan Türkleri, Ankara 1966.

Togan, Z.V. Türkistan, İstanbul 1981.

Yarkın, İbrahim, “Türkistan’da Uyanış-Milli Hareketler Ve Münevver Kari”, Türk Kültürü,

sayı 46, s.78-86.

Yarkın, İbrahim, “Türkistan Ceditçilik Devri Rehberlerinden, Edip ve Siyaset Adamı Mahmut

Hoca Behbudi (1874-1919)” Türk Kültürü, sayı 90, s.50-54.

Yarkın, İbrahim, “Türkistan’ın Ceditçi Fikir Adamı, Yazar Ve Şair Abdurauf Fitret”,

Türk Kültürü, sayı 147, 148, 149, s.55-58.

Yarkın, İbrahim, “19. Yüzyılın İkinci Yarısında Buhara’da Islahatçı Fikir Adamı Ahmet

Daniş (1827-1897)”, Türk Kültürü, sayı 181, s.43-46.

Zenkovsky, Serge, A. Rusya’da Pantürkizm Ve Müslümanlık, Ankara 1971.

Zenkovsky, Serge, A. Rusya’da Pantürkizm Ve Müslümanlık (Çeviren: Prof.Dr. İzzet

Kantemir), İstanbul 1983.