İlhan KARAÇAY’dan Aralık 2019 (Yılsonu) Bülteni - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









İlhan KARAÇAY’dan Aralık 2019 (Yılsonu) Bülteni
Tarih: 29.12.2019 > Kaç kez okundu? 1412

Paylaş


İlhan KARAÇAY’dan Aralık 2019 (Yılsonu) Bülteni

1-2019 Yıl Sonu Yorumu: Lobi ve siyaset eksiğimiz var.

2-Hollanda Başbakanı Rutte Türkler’e hesap verdi.

3-Türkler İçin Danışma Kurulu IOT, geçim sıkıntısı çeken

vatandaşların sorunlarını ele aldı.

4-İlyas Keskin, Kongo’nun İstanbul Fahri Konsolosu oldu.

5-Corendon Airlines Rotterdam’dan İzmir ve Kayseri’ye uçacak.

6-Türk kızlarından dans yarışması rekoru.

7-Yavuz Nufel 150’nci gösterisinde büyüledi.

8-Fethiye’deki TemaPark Mayıs 2020’de açılacak.

9-Öldüğü geceyi ‘Düğün gecesi’ (Şeb-i Arus) olarak anılmasını

isteyen Mevlana’yı, 746’ncı yılında bir kez daha törenlerle andık.

10-Sint Nikolaas, Myra (Demre-Patara) ve Noel Baba gerçeği.

11-Cezmi Doğaner,‘1970'lerin CHP gençliği arasındaydı.

12-Rotterdam Klasik Türk Müziği Korosu’nun konseri 12 ocakta.

13-Magazin medyasının kralı Doğan Şener’i kaybettik.

14-Zeki Müren, (6 Aralık 2019’da) 88 yaşında olmuştu.

*****

İlhan KARAÇAY’dan 2019 Yıl Sonu Yorumu

En büyük eksiğimiz Lobi faaliyeti ve siyaset

Veda etmekte olduğumuz 2019 yılında, Hollanda ile Türkiye arasında dişe dokunur bir siyasi olay yaşanmadı. Rahatsız edici birkaç olay yaşandı ama, bu olaylar da her iki taraftan gelen sağlıklı ataklar sayesinde yumuşatıldı. Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli’nin, Hollanda’yı yakından tanımış olması ve eski dostlarının devreye girmesi de kolaylaştırıcı oldu.

Peki, 2019 yılında Hollanda’da Türkler açısından acı ve tatlı olaylar yaşanmadı mı?

Tabii ki yaşandı. Ama iki ülkeyi ve iki ülkenin insanlarını çok etkileyecek olaylar yaşanmadı.

2019’da Hollanda’daki Türk toplumu içinde kayda değer gelişmeler olmadı ama, Türkler’in pasifliği konusunda en eleştirel yıl oldu. Yani Türkler ‘Lobi oluşturma’ konusunda snıfta kaldılar. Benim açımdan kayda değer bir konu daha var. Hollanda’daki resmi kurumlarımız, kendilerine bir paye biçen bazı işgüzer ve ağzı kalabalıklardan çok rahatsızlar. Kendilerine paye biçen bu ağzı kalabalıklar, buradaki kurumlarımızı ve bu kurumların başındaki yöneticileri, Ankara’daki siyasi tanıdıklarına şikayeti moda haline getirdiler. İşin kötü tarafı, Ankara’daki siyasiler de, amaçları sırf ‘çıkar’ olan bu kişileri ciddiye alıyorlar ve kurumlarımız ile yöneticilerini rahatsız edici tavır takınıyorlar.

Hollanda’daki resmi kurumlarımızı yönetenlerin çalışma şevkini kıracak kadar yoğunlaşan bu tavırlar bir an önce sona ermelidir.

Lobicilikteki beceriksizliğimize gelince:



Türk Sivil Toplum Kuruluşları’nın yetkililerine soruyorum: 2019 yılında, Hollandalı bir Bakan’ı veya Milletvekili’ni toplantılarınıza davet edebildiniz mi?

Siyasi Parti üyesi olan Türkler’e soruyorum: Türkiye’yi ve Türkleri sürekli olarak yermekte olan partidaşlarınızın bakış açılarını değiştirmek için hangi girişimlerde bulundunuz?

Bu konuda bana bir kaç cevap gelecektir. Ama inanın ki bunlar yetmez.



Aslında bu zaafiyetin bir gerekçesi vardır.

Eskiden, tüm siyasi partiler içinde, etkinliği olan Türkler yer alıyordu. 6 Milletvekili, 10 İl Genel Meclisi Üyesi ve 250’yi aşkın Belediye Meclis Üyesi çıkaran Türkler’in şimdilerde esamesi okunmuyor.

Bu saydığım etikete sahip Türkler var ama sayıları öyle kabarık değil.

Bana göre, siyasi alanda güç kaybetmemizin başlıca nedeni DENK Partisi’dir.

Ağırlıklı olarak Türkler’den kurulu olan, yabancıların menfaatlerini korumak için mücadele edeceği sanılan DENK Partisi, başlangıçta çok iyi giden politikasını değiştirince güç kaybetti.

Genel seçim öncesinde şahsen benim de desteklediğim ve ‘Hangi görüşte olursanız olun, DENK Partisi’ne bir defalığına da olsa oy verin’ diye çağrı yaptığım bu parti, şimdilerde siyaset arenasında yok oldu gibi.

Siyaseti DENK Partisi’nde sürdürmek için kendi partilerini terk eden Türkler de şimdi açıkta kaldılar.

Şimdi yapılması gereken, Türkler’in tüm siyasi partilere dağılmaları ve eskisi gibi seçilebilir konuma gelmeleridir.

Siyasi Partiler oy kazanımına çok önem verirler. Oy uğruna siyasi ideolojilerini bile bir kenara koyarlar.

İsterseniz bu konudaki haklılığımı ortaya koymak için size yaşanmış bir olayı anlatayım.

Bu olayı okuduktan sonra, lobiciliğin de nasıl yapılması gerektiğini görmüş olacaksınız.



Uçuç Vergisi

8 yıl önce, Hollanda hükümeti uçak biletlerine bir 'Uçuş vergisi' koymak için bir yasa tasarısı düzenliyordu. Bu tasarıya göre, Atina'ya uçacak olan yolcu hiç vergi ödemeyecek, ama Ankara veya Antalya'ya uçacak olan yolcu 35 ile 50 euro arasında bir vergi ödeyecekti. Bu teklif yasalaşırsa, tatile gidecek Türk ailelerine büyük bir maddi külfet yüklenecekti. Bu duruma önce Hollanda Seyahat Acentaları Birliği ANVR, daha sonra çeşitli havayolu şirketleri itirazlarda bulundular. Corendon firması da girişimde bulundu ama fayda etmedi.



Utrecht Turizm Fuarı'nın açılış arifesindeydik. İşçi Partisi milletvekili olan eski dostum ve Agis'in Eski Genel Başkanı Eelke van der Veen'i aradım. Durum hakkında birşeyler yapılması gerektiğini söyledim. O da beni, bu tasarının hazırlayıcısı olan Paul Tang'a yönlendirdi. Aynı akşam Paul Tang beni aradı ve ne istediğimi sordu. Ben de kendisine, iki gün sonra açılacak olan Turizm Fuarı'nda buluşma teklifinde bulundum. 6 Türk tur operatörü ve birkaç basın mensubu arkadaşım ile, Turizm Müşavirliği’mizin standında buluştuk. Turizmci dostlar, biletlere eklenecek olan 'Uçuş vergisi'nin yolcular için ağır bir yük olacağını anlattılar. Paul Tang da, alınacak olan vergilerin, uçakların kirlettiği çevre için harcanacağını belirterek, çevre temizliliğinin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştı.





Toplantının sonucunda, fikir değişikliği olmadığı kanaatine vardım.

Ben de, 'Mademki bu işler siyasetle ve oy hesabıyla çözümlenir, o halde ben de bu işi bu yolla halletmeliyim' diye düşündüm ve Paul Tang'ı tren istasyonuna kadar yolcu ederken konuşmaya başladım: 'Bak Paul, sizin partiniz geçen seçimlerde, Ermeni davasını körü körüne desteklediği için Türkler'den oy alamadı. Toplum olarak Demokrat ’66 Partisi adayı Fatma Koşer Kaya’yı destekledik ve seçilmesini sağladık. Kaldı ki, bugüne kadar, sağcı olsun veya solcu olsun Türkler hep sizin partiye oy veriyorlardı. Şimdi bu uçak vergisi yüzünden Türk aileler size yine kızacak ve oy vermeyecekler. Sana tavsiyem, başkanınız Wouter Bos ile konuş ve bu durumu izah et'.



Paul Tang aynı akşam beni aradı ve Parti Başkanı Wouter Bos ile görüştüğünü, Maliye Bakanı’ndan da bu konuda randevu alındığını söyleyerek iyiye doğru bir işaret verdi.



Seyahat dalında faaliyet gösteren dostlara bunu anlattığım zaman bana, 'Boş ver abi, bu iş böyle kalır' diye umutsuz yanıtlar vermişlerdi.



Paul Tang ile konuşmam ocak ayında yapılmıştı. Mayıs ayı başında Mersin'deyken akşam telefonum çaldı. Telefon hattında Paul Tang vardı. 'Müjde

Karaçay, uçak vergisi tasarısını geri çektim.' diye iyi haberi verdi.



Bu anlattıklarım, pek çok sorunun lobi faaliyeti ile nasıl çözümleneceğinin bir örneğidir.



De Telegraaf ile kavgalar

Lobicilikte bireysel faaliyetler de çok önemlidir. Büyük ve güçlü bir gazeteyi nasıl yola getirdiğimi, Yavuz Nufel’in kaleminden okuyunuz lütfen;



İlhan Karaçay'ın bir de De Telegraaf girişimi vardır.

Çoğu zaman Türkler’e yapılan her haksızlığın karşısında artık Karaçay'ın DÜNYA Gazetesi vardır. Öyle ki, Türkler’e ve Türkiye’ye karşı her zaman acımasız davranan, kasıtlı haberler yayınlayan bir milyon trajlı en büyük gazete De Telegraaf’a âdeta savaş açar Karaçay. “Boşuna uğraşıyorsun, De Telegraaf’ı yola getiremezsin!” derlerse de aldırmaz, mahkemelere verilir; yılmaz, yıldıramazlar.

Çünkü Karaçay haklıdır ve adalet tecelli edecektir, eder de.



De Telegraaf'ın yöneticileri, Karaçay'ın kendilerini eleştiren yazılarına ilgisiz kalmaz. Zamanın Genel Yayın Yönetmeni redaksiyonda bulunanlara sorar: 'İçinizde Karaçay'ı tanıyan var mı' der. Ünlü muhabir Jos van Noord, 'Ben tanıyorum' der. Genel Yayın Yönetmeni, 'Davet et, konuşalım kendisiyle' der.

Sonunda bir öğle yemeğinde buluşma gerçekleşir.



İlhan Karaçay, gazetenin sürekli Türkiye ve Türk aleyhtarlığı yayınlarını dile getirir ve 'Turizmcilerimiz size yılda 5 milyon euroluk ilan veriyor. Siz ise Türk turizmini baltalamaya çalışıyorsunuz' der. Karaçay, kendisi ile bir röportaj teklifini geri çevirir ve 'Büyükelçimiz ile röportaj yapın' der.



Karaçay’ın bu mücadelesi sonucunda aynı gazete, Lahey Büyükelçimiz ile yapılan röportajı tam sayfa olarak yayınlar. Hem de olumlu bir yaklaşımla.



Karaçay bu konuda şöyle diyor: “Oysa De Telegraaf'ın tarihi boyunca hiçbir büyükelçiye böylesine geniş yer vermediği bilinen bir gerçektir. De Telegraaf, bununla da kalmayıp Türkiye lehinde çokça haber yayınladı. Özellikle, daha önce balta vurmaya çalıştığı turizmimiz için övgü dolu haberler yayınladı.



De Telegraaf yöneticileri daha sonra Türk turizmcileri ile de görüşmeler yapar. Beşer kişilik iki grupla ayrı ayrı yemek yenilir ve dertler dinlenir.



O zamanlar De Telegraaf 5-6 ay boyunca Türk aleyhtarlığı yapmaz ve bazen de güzel haberler yayınlar.

Kraliçe ve Başbakan’a mektuplar

Lobicilikte bireylerin de başarılı olabileceğinin bir başka örneği de, şahsımın Kraliçelere ve Başbakanlara yazdığım mektuplar ile kanıtlanmıştır.

Yine Yavuz Nufel’den kısa bir yazı:



‘İlhan Karaçay'ın 2002 yılında Kraliçe Beatrix'e yazdığı, 2017 yılında da şimdiki Başbakan Rutte'ye yazdığı mektuplar da, Türk ve Hollanda toplumunun barış içinde yaşayabilmeleri için, iyi niyetle yazılmış mektuplardı.



Hollanda'daki yaşamı boyunca, toplumsal konularda olduğu gibi, bireysel konularda da pek çok çalışmaları olan Karaçay, yurttaşları için işveren kapılarında, hastane kapılarında, karakol kapılarında ve akla gelemeyecek bir çok kapıda mücadele verdi.

Karaçay'ın bu faaliyetleri tabii ki Hollanda-Türk tarihinde yerini alacaktır.’

YENİ YILDA SAĞLIKLI VE MUTLU BİR YAŞAM DİLEĞİMİZLE…

*****

Hollanda Başbakanı Rutte Türkler’e hesap verdi



İlhan KARAÇAY’ın haberi:

Hollanda Başbakanı Mark Rutte, katıldığı bir tartışma programında, daha önceki söylemleri nedeniyle Türkler’in hışmına uğradı.

Amsterdam’daki Pakhuis de Zwijger Salonunda Hollandalı ve Türk davetlilerin katıldığı etkinlikte, ayrımcılık, entegrasyon, vatandaşlık gibi konular üzerinde yapılan tartışmanın ana teması, Başbakanın seçim kampanyası sırasında gazetelere verdiği bir ilandaki “normal davran ya da defol” cümlesiydi.



Toplantıda Başbakan Rutte’yi adeta hizaya çeken yayıncı Cemil Yılmaz, Avukat Ülkü Öğüt ve eğitimci ve yazar Halil Karaaslan, Başbakan’ın söylemleri ile pratikte uyguladıklarının çatıştığını belirttiler ve Türkler için söylemiş olduğu ‘Defolsunlar’ sözünün hesabını sordular.

Amaçlarının, Hollanda’da yaşayan Türk gençlerinin duygularını yapıcı bir şekilde Başbakan’a aktarabilmek olduğunu söyleyen üçlü, tarışmada mutlu bir görüntü sergiledi.



Ayrımcılığın Avrupa tarihinde her zaman yer aldığını söyleyen Rutte, “Başka bir ülkeye göç eden topluluklar üzerinde her zaman ayrımcılık olmuştur. Ama bu topluluklar o ülkeye adapte oldukça belirli bir süre sonra bu sona ermiştir. Bazen de ayrımcılığa karşı direnmek gerekir” dedi.



Rutte, Türkiye’deki darbe girişimini protesto eden bir grup gencin, Hollandalı bir gazeteciye “Defol ” demesi üzerine, bir televizyon programında, “Sen defol git kendi ülkene” cümlesinin yanlış anlaşıldığını savundu. Bu söylemin herkes için geçerli olmadığını belirten Rutte, “Protesto sırasında bir Hollandalı gazetecinin işini yapmasına izin vermeyen o genci kastederek, Eğer burada mutlu değilsen o zaman ülkeyi terk et demek istedim” diye konuştu.



Rutte sözlerine şöyle devam etti: “Bu ülkede pek çok şeyi söyleyebilirsin. Ama bu belli bir sınır ve adap içinde olmalı. Burada kadınve erkek, siyah ve beyaz, homo ve hetero eşitliği var. Burası demokratik bir hukuk devletidir. Fikir ve din özgürlüğü çok önemlidir. Şayet bunlar beğenilmiyorsa, o zaman bunları bir çay patisinde tartışamayız”



*****

Türkler İçin Danışma Kurulu IOT, geçim sıkıntısı çeken vatandaşların sorunlarını ele aldı

666 bin yoksulun bulunduğu Hollanda’da, yerli halkın yüzde 3,3’ü, Türklerin ise yüzde13,3 yoksul



Hollanda’da Türkler İçin Danışma Kurulu (IOT), geçim sıkıntısı çeken, dar bir gelir ve borçlarla yaşamak durumunda olan yoksullara daha iyi yardımcı olabilmek amacıyla, beş yardım kuruluşuyla birlikte, Hollanda çapında kapsamlı bir çalışma başlatıyor.

Yapılacak çalışmaları kamuoyuna tanıtmak amacıyla Rotterdam’da düzenlenen toplantıya, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, basın görevlileri ve ilgililer katıldı.

Arasında IOT’ nin de olduğu, gönüllü yardım çalışmaları yapan 6 ülkesel kuruluşun bir araya gelerek oluşturduğu ittifak, 2020 yılı sonuna kadar Hollanda genelinde gönüllü yardım kuruluşları ve çalışanları arasında ortak bir çalışma anlayışı ve yöntemler geliştirecek.



Alliantie Vrijwillige Schuldhulp (AVS) adıyla oluşturulan ittifak içerisindei geçmişi 100 yılı aşan yardım kuruluşları bulunuyor. Humanitas, Leger Des Heils, Schuldhulp Maatje, Landelijk Stimuleringsnetwerk Thuis Administratie, Fas Kökenli Hollandalılar Birliği ve Türkler İçin Danışma Kurului güçlerini birleştirerek özellikle bugüne kadar yardım eli uzanmamış, ilgili kuruluşların radarına giremediği için yardımlardan yararlanamayan kesimlere ulaşmaya çalışacak.

Aynı ittifak tarafından 2018 yılında Hollanda’nın beş şehrinde gerçekleştirilen pilot proje sonunda, ihtiyaç sahibi göçmenlerin bu alandaki yasa ve düzenlemelerden yeterince haberdar olmadıkları, yardım kuruluşlarını tanımadıkları ve özelikle yoksulluk kavramı üzerine konuşmak ve kabullenmekte zorlandıkları ortaya çıkmıştı.

2017 yılı verilerine göre, Hollanda’da yoksulluk tanımına uyan 666.000 kişi bulunuyor ve bu sayının 39.159’unu Türkler oluşturuyor. Türk kökenli yetişkin nüfusun yüzde 13,3’üne denk gelen bu oran, Hollandalılar arasında yüzde 3,3 dolayında seyrediyor.

Türk çocuklarındaki yoksulluk oranı yüzde 17,9 iken, Hollandalı çocuklardaki yoksulluk oranı yüzde 4,4.

Türkler arasındaki yoksulluk oranı Hollandalılardan çok fazla görülüyor ama, toplamda 326 bin (yüzde 49) yoksula sahip olan yabancılarda, Suriyeli çocuklar yüzde 77’yi, Somalili çocuklar ise yüzde 59’u oluşturuyor.





Toplatıda birer konuşma yapan İOT Başkanı Zeki Baran, Yönetim Kurulu Üyesi Oktay Ünlü ve İOT Müdürü Ahmet Azdural yoksul durumda olan Türk kökenlilerin, durumlarından utanç duymamalarını ve kendileri için bir hak olan yardımlardan faydalanmak için girişimde bulunmalarını istediler.

İOT yöneticileri, 2020 yılı sonuna kadar tamamlanması planlanan ittifak çalışmaları kapsamında hedeflerini şu şekilde açıkladılar.

1. En az 20 şehirde faaliyet gösteren ittifak ortaklarıyla birlikte 35 toplantı düzenlenecek.

2. Bu toplantıları organize eden gönüllüler, bölgesel yardım kuruluşlarıyla göçmenler arasında kalıcı ilişkiler kuracak.

3. Toplantılara katılan ve bu alandaki çalışmalara gönüllü katkıda bulunmak isteyen 30 kişi, doğrudan yardım yapan kuruluşlarda gönüllü olarak çalışmalara katılacak.

4. Bu etkinlikler tamamlandığında 500 kişinin ortak kuruluşlara yardım ve destek için başvurmuş olmaları sağlanacak.

*****

İlyas Keskin, Kongo’nun İstanbul Fahri Konsolosu oldu



Hollanda’daki yaşamı sırasında, Türk toplumu içinde parmakla gösterilen Dr. İlyas Keskin, daha sonraki yaşamında da başarılı işlere imza attı.

Hollanda’da telekom, İstanbul’da dondurma imalatı işleri ile meşgulken bir anda Fas’a göç eden Keskin, bir gün karşımıza ‘Türk-Fas İş Konseyi Başkanı’ olarak çıktı. Fas’ta turizm işine el atan Keskin, Afrika’daki çevre ülkeler ile ilişkisini zenginleştirdi.



Vaya Group CEO’su ve Afrika Birliği Danışmanı olarak da görev yapan Keskin’in başarılı faaliyetleri, Kongo Cumhuriyeti’ni yönetenlerin dikkatini çekti.

Keskin’in bir Türk olduğunu öğrenen Kongolular O’na İstanbul Fahri Konmsolosluğu görevini teklif ettiler. Bu teklifi tereddütsüz kabul eden İlyas Keskin, geçen hafta İstanbul Hilton Oteli’nde yapılan bir törenle mazbatasını aldı.



Keskin bu görevin verilmesinden dolayı Türkiye ve Kongo Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlarına ve Dışişleri Bakanları’na teşekkür ederken şunları söyledi: “Bu göreve atanmama karar veren Kongo Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Denis Sassou N’guessou’ya, Başbakan Sayın Clément Mouamba'ya, Dışişleri Bakanları Sayın Jean Claude Gakosso ile Basile İkouebe’ye ve konudaki desteklerini esirgemeyen Büyükelçi Sayın Luc Joseph Okio ile Brazzaville Ticaret Odası Başkanı Sayın George Mampouya’ya çok teşekkür ederim. Aynı şekilde, Benim Kongo Cumhuriyeti'nin İstanbul Fahri Konsolosu olarak atanmama onay veren Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a ve Dışişleri Bakanı Sayın Mevlut Çavuşoğlu'na şükranlarımı arzederim. Şahsıma tevdi edilen ve onur duyarak kabul ettiğim bu görev sırasında, hem Türkiye'deki Kongo Cumhuriyeti vatandaşlarına ve iş insanlarına, hem de ülkemin vatandaşları ile iş insanlarına bütün tecrübelerimi aktararak yardımcı olacağıma, Kongo Cumhuriyeti Büyükelçiliği'nin talimatları ve önerileri çerçevesinde Kongo ile Türkiye arasındaki turizmin, ticaretin ve ekonomik ilişkilerin gelişmesine tüm gücümle katkıda bulunmaya çalışacağıma emin olmanızı isterim.”

Kongo Cumhuriyetinin İstanbul Fahri Konsolosluğu açılış programına, başta Kongo’nun Ankara Büyükelçisi Luc Joseph Okio olmak üzere, Cumhurbaşkanlığı Kabine Sekreteri Osman Sağlam, eski İçişleri Bakanı ve Yurt Partisi Genel Başkanı Sadettin Tantan, eski milletvekili ve halihazırda Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekmen, eski Osmaniye Valisi İsmail Fırat, Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör. çok sayıda diplomat, iş insanı, sanatçı katıldılar.





*****************************************



Corendon Air’den yeni bir hizmet…!





Yeni sezonda Rotterdam’dan İzmir ve Kayseri uçuşları…

Hollanda’da sizlere yıllardır hizmet veren Corendon, havacılık dalında yeni bir hizmeti sizlere sunuyor.

23 Nisan’dan itibaren İzmir,

26 Mayıs’tan itibaren Kayseri

seferlerimiz için rezervasyonlarınıza başlayabilirsiniz.

MailScanner has detected a possible fraud attempt from "app.inboxify.nl" claiming to be www.corendonairlines.com

********************************





ÜÇ GENÇ KIZDAN DANS YARIŞMASI REKORU





Hollanda’da 7 yıldır girdikleri dans yarışmalarında 3 defa birincilik, 2 defa ikincilik ve 2 defa da üçüncülük kazanan, bir Hollandalı ve iki Türk’ten oluşan üç genç kız, yapılan son yarışmada nihayet birinciği elde ettiler.

Girdikleri her yarışmada dereceye giren Sophie Hoogstad, Rojen Yumuşak ve Erim Çelikkol adlı genç kızlar, küçük yaşlarına rağmen, Funky Feet Dans Okulu’nun öğrencileri olarak, ‘Street Dans’ branşında girdikleri yarışmalarda bir rekor elde etmiş oldular.

Ailelerinden başka, kendilerini yakından tanıyanlar ile Türk toplumunun gururunu okşayan genç kızlara tebrik mesajları yağıyor.

*****

O bir HİÇ değil…

O BİR ŞAİR; O BİR YAZAR; O BİR GAZETECİ; O BİR SANAT ELÇİSİ

Yavuz Nufel 150’nci gösterisinde büyüledi



Gazeteciliği, yazarlığı ve şairliği ile Avrupa’daki Türkler’in yakından tanıdığı Yavuz Nufel, 150’nci dinleti programında, Hollanda'ya Göç'ün hikayesini anılarla ve şiirlerle anlattı.

Nufel, GÖÇ adlı şiir dinleti gecesine katılan konuklara tam anlamıyla bir 'poezie' ziyafeti verdi.

Başta Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli olmak üzere, Rotterdam Başkonsolosumuz Aytaç Yılmaz, Ticaret Ataşemiz Tarık Gençosmanoğlu, Din İşleri Müşavirimiz Ali Parlak, THY Hollanda Müdürünüz Cengiz İnceosman , Hollanda’daki Türk iş dünyasının önemli simaları, Sivil Toplum Kuruluşları’nın temsilcileri ve kalabalık bir yurttaş topluluğu önünde, kâh ağlattı, kâh güldürdü.







Aslında, ‘HİÇ’in ‘HERŞEY’ olduğunu vurgulamak isteyen Nufel,

daha önce Avrupa’nın ve Türkiye’nin çeşitli il ve ilçelerinde 149 kez sahne alarak, tek kişilik anlatısı ile seyirci karşısına çıktı ve Amsterdam’daki Corendon Hotel salonlarında gördüğü ilgiden sonra bir ‘HİÇ’ olmadığını ve ‘HERŞEY’olduğunu bir kez daha ispatladı.

Göçün 60 yıllık hikayesini şiirlerle, anılarla ve öykülerle anlatan Nufel, katılımcılara ,‘Hoş geldiniz’ dedikten sonra, hem kendi yaşadıklarını, hem de çevreden aldığı bilgileri şiirle harmanlayarak sundu. 60 yıllık bir döneme ait olan bu hikâyelerde izleyiciler bazen duygulandı bazen de kahkahalara boğuldu.

Başta Hollanda olmak üzere Avrupa’ya Türk işçi göçünün yaklaşık 60 yıllık sürecini çeşitli yönleri ile anlatan Nufel, “Gösterimizi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde defalarca yaptık. Yakın geçmişimize ışık tutarken yaklaşık 60 yıldır buralarda yaşayan insanlarımızın acı tatlı anılarını anlatıyorum. Gösterilerimde gülmek ve hüzünlenmek, garanti. Anlattıklarım bir hayal ürünü değil. Yaklaşık 40 yıldır yaptığım araştırmaların, gözlemlerin, izlenimlerin ürünüdür.'' diye konuştu.



Meslektaşı Nurettin Önal’ın katkılarıyla zenginleşen dinletide, ‘Hollanda’daki Türk göç tarihini sizlere daha iyi anlatabilmek için, değerli büyüğümüz İlhan Karaçay’ın Hürriyet gazetesinde yayınlanan sayfaların kupürlerine dikkatle bakınız’ dedikten sonra perdeye eski Hürriyet sayfaları yansıtıldı.

Yavuz Nufel, geçmişten anılarını anlatırken, 1999’daki Marmara depremini de yaşadığına değindi. O zaman yazdığı aşağıdaki şiiri okurken salondaki göz yaşları adeta sel oldu.

Enkaz Altında

baba bak! , o görünen annemin eli,

senin aldığın yüzükten belli, kardeşlerimi düşünme,

onlar şu anda parktadır belki, oyuncak helikopter

alamıştın ya hani, alma artık istemem,

bak onlarca helikopter, hem hepsi de sahici,

kıpırdat gözlerini, konuş benimle baba,

'Elle gelen düğün bayram', derdin ya hep,

bu nasıl düğün,, bu nasıl bayram?



neden yerde yatıyor teyzem, halam, dayım, amcam?

ne olur birşeyler söyle, konuş benimle hadi benim aslan babam...

istemezsen bu sene okula da gitmem,

eğer gidersem; geçen seneki idare eder,yeni önlük de istemem...

bir kerecik 'oğlum' de yeter. bacaklarında kan var

kırıldı mı yoksa? alçıya alsınlar, duyuyor musun? ...

geliyor ambulanslar..., sen iyileşinceye kadar

ben su satar, simit satar size bakarım;

annemin çamaşır ipleri yine kopmuş,

sen üzülme ben takarım! ..

daha dün senin kocaman adamındım;

berbere götürecektin hani, uzadığı için saçlarım...

'Yavrum' de; okşa saçlarımı, öp yanaklarımı,

babacığım ne olursun! ...

hadi kalk! sen de bağır, sende çağır,

her taraf yanıyor cayır cayır! ...

'Erkekler ağlamaz' dersin ama, ağlamak istiyorsan ağla,

vallahi kimseye söylemem baba...

gözlerine toz dolmuş! silsene baba!

baba! .. baba! .. yoksa? ! . Baba! ...

BABAAAAAAAAAA! ...



Nufel’in perdeye yansıttığı slaytlarda, 50 yıllık göç tarihindeki amaçlar şöyle anlatıldı:

50 YIL ÖNCE 50 YIL SONRA (AVRUPA’YA GÖÇ TARİHİ)

ADIMIZ

1960-1970: Misafir

1970-1980: Yabancı

1980-1990: Göçmen

1990-2000: Yeni Vatandaşlar

2000- .... : Sorunlular, uyumsuzlar



BİRİKİMLERİMİZ

1960-1970: Köyde, kasabada akraba eş dost tarafından,

1970-1980: Kooperatifler tarafından,

1980-1990: Banka ve bankerler tarafından,

1990-2000: İslami Holdingler tarafından sömürüldü, alındı

2000- .... : büyük çoğunluk geçim derdine düştü...



KONUTLARIMIZ

1960-1970: Kamplar,

1970-1980: Pansiyonlar,

1980-1990: II Dünya savaşından kalma banyosuz evler,

1990-2000: Gettolar,

2000- .... : Fakir mahallelerle birlikte az sayıda da kendi konutlarımız...



DÖNÜŞ PLANLARIMIZ

1960-1970: Bir- iki sene sonra

1970-1980: Ailece hep birlikte çalışıp en kısa zamanda

1980-1990: Çocukların okulu bitince

1990-2000: Çocuklar dönmüyor, emekli olunca

2000- .... : Uçağın altında dönüş (ölünce)



SAĞLIĞIMIZ

1960-1970: Çelik gibi sağlam

1970-1980: Demir işleyen ışıldayan

1980-1990: Alüminyum gibi yumuşak ve hala işe yarayan

1990-2000: Metal Yorgunu

2000- .... : Hurdaya ayrılmış metal



BİZE BAKIŞLARI

1960-1970: Meraklı ve İlgili

1970-1980: Mesafeli ve ürkek

1980-1990: Sorgulayıcı ve Şüpheci

1990-2000: Korkulu ve Nefret dolu

2000- .... : Sorunlarda çıbanbaşı...



ANKARA’YA ÇAĞRI

Corendon Oteli salonlarında dinleyicilerini kâh ağlatan kâh güldüren Yavuz Nufel, bir ara Büyükelçimiz Şaban Dişli’nin gözüne bakarak şöyle seslendi: ‘Bundan sonraki 151’inci programımı Ankara’da Külliye’de yapmak istiyorum. 7 milyon Avrupalı Türk’ün göç öyküsünü Cumhurbaşkanımıza da anlatmak istiyorum. Eeee, nede olsa yurtdışındaki yurttaşlarımız da Türkiye’nin muhtarları sayılır.Buradan işadamlarımız, sanatçılarımız, Sivil Toplum Kuruluşlarının temsilcileri ile bir heyet ile Cumhurbaşkanımız’ı ziyaret etmek güzel olur. Aramızda bulunan THY Müdürü Cengiz bey de bize yardımcı olabilir. 60 yıllık sevinçlerimizi ve başarılarımızı Cumhurbaşkanımıza da anlatmak istiyorum. Bu dileğimi kendilerine iletiniz lütfen.’



Program sonrasında sahneye çıkan Büyükelçimiz Dişli, ‘Burada geçirdiğiniz 60 yılın öyküsünü acısıyla ve tatlısıyla gözler önüne süren Yavuz Nufel, bizi zaman zaman duygulandırdı. Ben de gözyaşlarımı tutamadım. Nufel, yıllardır gazeteci olarak gözlemlerini ve şair olarak de şiirlerini sunuyor. Ben duygularımı anlatmakta Yavuz kadar usta değilim. Kendisini tebrik ediyorum. Cumhurbaşkanımıza iletmemi istediği mesajını da mutlaka ileteceğim.’ dedi.

Yavuz Nüfel’in sizlere daha iyi tanıtabilmek için, O’nunla yapmış olduğum bir söyleşiyi sizlere sunuyorum. Biraz zamanınızı alacak ama, O!nun yaşam öyküsünü tam olarak bilmek de güzel olacaktır.

İlhan KARAÇAY Yazdı...

Kendine 'HİÇ' adını yakıştırmış ama, aslında o 'ÇOK' şey...

Yavuz Nufel, kalemi ve dili ile muhteşem bir şair-yazar

O'nu ilk kez yıllar önce Rotterdam'da bir restaurantta, Zeki Müren'in rakibi olarak lanse edilen Yılmaz Morgül konseri sırasında görmüştüm.

Ailece gitmiştik oraya. Gecenin sunuculuğunu yapmakta olan bir genç, güzel laflar ediyor ve çok da güzel şiir okuyordu. Piyanist Şantör Ferdi Özbeğen gibi, salondakilere de ismen hitap ediyor ve 'Hoş geldiniz' diyordu. Öyle ki, hemen hemen söylenmedik isim kalmamıştı.

Yanımdaki kızım bana, 'Baba, bu beyefendi herkesin ismini zikretti de senin ismini neden zikretmedi. Seni tanımıyor mu, bilinçli mi yapıyor' diye sordu.

Ben de, 'Tanımıyordur herhalde. Zira ben de kendisini ilk defa görüyorum.Yeni gelmiştir herhalde' dedim ama, kafamda istifhamlar dolaşmıştı.

Aradan aylar geçti, bazı yayınlarda aynı gencin yazılarını görmeye başladım.

Adını da o zaman öğrendim: Yavuz Nufel.

O da yazar takımına iştirak ettikten sonra bir şekilde tanıştık. Kafamda istifham yaratan tavrının nedenini çok merak etmiştim ama, o konuya hiç girmedim. Zira bende iyi bir hava yaratmıştı.



Yavuz Nufel, Hollanda'da artık tanınan bir yazar olmaya başlamıştı.

Daha sonra O'nu şiirleriyle tanımaya başladık. Marmara depremi sonrasında yazdığı şiir, okuyan ve duyan herkese göz yaşı döktürecek nitelikteydi.

Yavuz Nufel, Hollanda'da artık bir simge olmaya başlamıştı. O'nu sahnelerde görmeye başladık.

Özel olarak organize ettiği programlarda, One Man Show misali sanat icra ediyor ve şiirler okuyordu.

Yavuz Nufel, Hollanda'da artık bir ekol olmuştu.

Ama O, Hollanda sınırlarını aşmak istiyordu. Türkiye'nin çeşitli kentlerinde özel programlar yapmaya başladı. Adana'ya ve Mersin'e geldiği zaman ben de oradaydım. Evimde misafirim oldu.

O zaman bana, 'Abi senin yaşam öykünü yazayım mı' diye sordu.

Ben de, 'Yazılmış bir yaşam öyküm var. Onu al ve kafana göre işle' dedim. Ama O, bununla yetinmedi. Sorular sıraladı. Daha sonra da benim yaşam öykümü kendine has kıvrak diliyle yazdı.

Yavuz Nufel, benim hakkımda yazdıklarını şöyle değerlendirmişti:

'40 Yıl 40 İnsan 40 Öykü kitabımdaki öyküsünü severek, mesleki büyük bir ilgi ile dinleyip yazdığım İlhan ağabey, bir anılar deryası idi. Kitapta sayfa sayısı sınırlı olması nedeniyle yer veremediğim anılarını bir şekilde gelecek nesillere duyurmazsam; 40 yıllık Avrupa Türk Tarihinin; göç destanının büyük bir kısmı eksik kalacaktı.

Kitabım yayınlandıktan iki sene sonra yayın hayatına başlayan Kanal Avrupa için bir belgesel çekmek için anlaşmıştım. Yapımcım, Amsterdam Türk Evi olacaktı. Uzun görüşmeler sonunda “Mavinin Destanı” adıyla 13 bölümlük bir belgesel çekmeye karar vermiştik. Her bölüm kendi içinde “Kök salanlar, İz bırakanlar, Gezdik-Gördük-Sorduk” başlıkları altında üç ayrı bölümden oluşacaktı..

İlhan Ağabeyin anlatacakları her üç bölümün de içini öyle dolduracak türden şeylerdi ki, bir haftalık yayının her üç bölümünü de ona ayırsak yine yetmeyecekti. Karşımda bir ömre sığmayacak olaylara tanıklık etmiş bir yaşayan tarih vardı.

Televizyonculuğu bilen bilir, ekranlarda bazı şeyleri anlatmak, yazı ile anlatmaktan çok daha zor ve farklıdır. Çünkü zamanla yarışırsınız. Bir çok konuyu kısa başlıklar, özet halinde anlatmaya çalıştık.

İlhan ağabey anlatıyor, anlatırken yaşıyor, ben ise pür dikkat dinleyerek notlar alıyordum.'



Çok beğendiğin o öyküyü, 'Türkiye-Hollanda Arasında 400 Yıllık Resmi İlişkiler ve Hollanda^ya Türk Göçünün 50'nci Yılı' kitabımda kullandım.

Programlarına 'HİÇ' adını yakıştıran ve kendini bir hiçmiş gibi lanse eden Yavuz Nufel, aslında 'ÇOK' şeydi. O ÇOK'lar o kadar çok ki, kendisinden bir 'dahi' larak da bahsedilebilirdi.

Yavuz Nufel, aslında Nufel Yavuz'muş.

Adana ve Mersin'e geldiği zaman, Harika Ufuk O'nunla bir söyleşi yapmış ve yayınlamış.

O söyleşi şöyleydi:

-Sevgili Nufel, sizi tanıyanların pek çoğu adınızın Nufel soyadınızın Yavuz olduğunu bilmez.

Neden Nufel Yavuz değil de Yavuz Nufel’i tercih ettiniz?

-'Evet, adım pek bilinen bir ad değil. Adımı ilk kez duyan doğru telaffuz etmek için bir kaç kez soruyor. Hatta “ü” harfi ile söyleyenler ve Nüfel diyenler var. Nilüfer, Nüfel, Lüfer diyorlar. Ben de babamın bana koyduğu bu istisna, müstesna ad deforme olmasın diye böyle bir çözüm buldum. Adım soyadım, soyadım ise adım oldu.'

-Yavuz Nufel kimdir diye sorsam bana kendinizi nasıl tanıtırdınız? (Eğitim, aile, medeni durum…)

-'Yavuz Nufel; Hallac-ı Mansur, Ömer Hayyam, Hz. Mevlana ve Neyzen Tevfik çizgisinde bir ‘Hiç’.

O yüzden boğazında taşıdığı tasmasında, parmağında taşıdığı yüzükte ‘HİÇ’ yazar..

1960 Samsun / Havza’da doğmuşum. Şanslıyım yani. Samsunlu olmaktan değil, o gece 4-5 milyon canlıdan ( spermadan) tek ben doğmuşum. İnsanın doğumu ana rahmine düşmesi müthiş bir olay, hayatttaki en büyük şansı… O çileli, öğrenci kanının dere olup aktığı dönemde öğrenciydim. Bizim kuşak kayıp kuşak. İlk telif ücretimi lise yıllarında dönemin Gırgır dergisinde yaynlanan bir esprimden dolayı Oğuz Aral’dan aldım. O gün bu gündür kalem emekçisiyim. 38 yıldır gazetecilik yapıyorum. Ta ilk okul yıllarımdan başlayan bir şiir sevdası, söylenecek sözü farklı söylemek merakı. O dönemde Hollanda’ya gittim. Sonra 1982 de gelip askerliğimi yaptım. 1985 yılında tekrar Hollanda’ya evlilik yolu ile gittim. Eğitimime bir süre devam ettim. Ben hep öğrenci kalmalıyım düşüncesi ile “HİÇbir” okulu bitirmedim! Dört fakülteyi de yarım bıraktım. Ailem tipik bir Karadeniz ailesi. Beş kardeşiz. İlk evliliğimden üç çocuğum var. İkinci evliliğimi yeni yaptım, mutluyum.'

-Yıllardır yurdunuzdan uzakta Hollanda’da yaşıyorsunuz. Hollanda’ya gelme ve buraya yerleşme kararınızda etken olan neydi?



-'Hollanda’ya gidip görmüştüm. Daha sonra evlilik yoluyla gittim. Benim gittiğim yıllar Gether konuda Türkiye ile Avrupa arasında başta maddi olmak üzere her konuda dağlar kadar fark vardı. İş eğitim, düşünce özgürlüğü, insan hakları vs. Oraya yerleşmemde bunların etkisi elbette oldu.'

-Sevilen bir şairsiniz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

-'Teşekkür ederim. Sevdiğime bağlıyorum. Sevmek kesin ve garantidir, bundan emin olabilirsiniz. Ben insanları sevdiğimden eminim. Sevilmek de sevmenin geri yansımasıdır genelde. Ayrıca şair yönümle sevilmem, o insanların duygularına tercüman olmamdan kaynaklanıyor sanırım. Onların söyleyemediklerini söylüyorum gerekirse onlar adına küfrediyorum şiirlerimde. Küfredemeyenler de “Hay ağzına sağlık!” diyorlar.'

-Şimdiye kadar kaç kitap yayınladınız? Bunların adlarını öğrenebilir miyim?

-“Yatsıda Sönmeyen Mum Işığında”, “Şiirmatik”, “Lalezarda Deli Var”, “40 Yıl 40 İnsan 40 Öykü”

(Avrupa’ya göçün 40. yılında belgsel araştırma), “Zer mi Hiç mi” ve bir kaç ay önce çıkan

“HİÇ İŞTE”… Ayrıca “Hiç” adında kendi şiirlerimden oluşan bir Şiir CD yayınlanmış durumda.'

-Şiirlerinizi yazarken ruh haliniz genelde nasıldır?

-'Şair yaşadıklarını yaşatan, hissettiklerini hissettirendir.Yaşadığı dönemin ve olayların canlı tanığıdır, olmak zorundadır diye bir tezim savunumum, ilkem var. İyi bir gözlem şart. Yani rüyaya yatar gibi şiire yatmam ben. Ismarlama şiir hiç yazamam. Aşık olmadan aşk yazılır mı? Depremi yaşamadan deprem yazılır mı? Yazılsa yazılsa şiir değil ama şiire benzer başka bir şey olur ki, şiiri öldüren de budur. Yaşamadan hissetmeden yazmak...

Evinde saksı çiçeği yetiştirmeyi bilmeyen, istemeyen, balkonunda bir çiçek bulunmayan bir kimse kalkıyor, Babil’in asma bahçelerinden bahsediyorsa, ben bu insanı ne yazarsa yazsın şair diye ciddiye almam.'

-Şairler genelde yalnızlığı severler diye bir kanı var. Size göre bu kanı doğru mudur?

-'Evet doğru, aslında oradaki yalnızlık kafasındaki imgelerle flört etmek içindir. Dış etkenlerden kurtulup kelimelerle imgelerle sevişmek içindir. Derlerki, her şair biraz delidir. Doğru, gerçek şairin iki delilik dönemi vardır: Şizofrenik ve Nevrotik. Şizofrenik döneminde çölde saray yapar imgelerle, herkes yanarken o donar. Şiir bitince Nevrotik döneme geçer ve şizofren haldeyken çölde yaptığı sarayın içinde ikamet etmeye başlar. “Şairler yalnızlığı severler.” dedikleri olayın iç yüzü budur.

-İlham perileriniz size günün hangi saatlerinde daha çok uğrarlar?

-'Günün muhasebesini yaparken yazarım genelde. O gün yaşadıklarım, tanık olduklarım, izlediklerimi beynimde geçirirken yazarım. İlham perisi diye bir şey olduğuna da inanmıyorum ayrıca...'

-Marmara depremini anlatan bir şiiriniz var. Klip de çekmişlerdi. Televizyonlarda da çok gösterildi.

Bu şiirle ilgili bize neler söylersiniz?

-'17 Ağustos 1999 sabahı o çocuğun çığlığını gördüm, duydum, şahidim. Ben sadece kelimeleri dizdim. Az önce söyledim, şair yaşadıklarını yaşatan, hissettiklerini hisettirendir.Yaşadığı dönemin ve olayların canlı tanığıdır ve olmak zorundadır. Her şair empati yapmak zorundadır.'

-“Hiç” denince aklıma ilk gelen Yavuz Nufel oluyor. Neden “HİÇ”?

-'Bu sorunun da bir kısmını az önce cevapladım. Hiç, aslında her şeydir. Gidin huzur evlerinde yaşlılara hayatlarının nasıl geçtiğini sorun. ( Ben yaşlılarla fırsat buldukça sohbet ediyorum. En mektep medrese görmemişi bile ansiklopedi gibidir, ikinci nüshası olmayan... Ve huzur evleri birer kütüphane sayılır.) Nasıl geçti 80 yılınız, 90 yılınız deyin “HİÇ” derler, “HİÇ İŞTE” derler. O HİÇ’in içinde ne sevdalar, ne ölümler, ne acılar gizlidir değil mi? Ama sorduklarında düşünmeyi bilmeyen, okumayı sevmeyenler, Hayyam’ı Neyzen’i, Hallac-ı Mansur’u, Mevlana’yı okumamışlara HİÇ’i, Hayat İnsan Çİle kelimelerinin baş harfleri diyorum ve genelde ingilizce bilmeyenler bile İngilizce Wouwww diye hayret ediyorlar! (İroni))'

-Yazmaktaki gayeniz nedir? Neden şiir yazıyorsunuz?

-'Hiç bir gayem yok, normal insanlar her şeviştiklerinde çocuk yapmak için mi sevişir. Hayır. Şiir beynin orgazmı, boşalması benim için... Şiirin ne olduğunu yukarıda yazdım. Neden yazıyoruma gelince bugünü yarınlara taşımak için... Siz şimdi Kuvayı Milliye Destanı’nı yazabilir misiniz, Nazım’ın, Necip Fazıl’ın Sakarya’sını, Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine’sini? Mümkün değil. O halde neymiş, şair yaşadığı dönemin ve olayların canlı tanığı olmak zorundaymış. Kısaca şair biraz da tarih yazan tarihçidir.'

-Pek çok konuda şiir yazdığınızı biliyorum. Şiirlerinizde en çok işlediğiniz konu hangisidir?

-'Bilmiyorum ama hiciv şiirleri ağırlıkta sanıyorum. Olayları irdeliyor, sorguluyor, baş kaldırıyorum, isyan ediyorum şiirlerimde. Son kitabım “HİÇ İŞTE” aforizma ağırlıklı…'

-Sizi bilge biri olarak nitelendiriyorum. Çünkü öyle özlü sözleriniz var ki, her biri altın değerinde…

Bu sözlerinizden birkaç örnek vererek, hangi deneyimler sonucu oluşturduğunuzu anlatır mısınız?

-'Bu sözler, kitaplarımda var ha deyince çıkmıyor. Ama mutlaka bir haksızlık, bir mağduriyet karşısında çıkan öz deyişler… Çok güzel ata sözlerimiz var ama, gelişen dünya ile onlar da yetersiz kalıyor. Anında sosyal medyada paylaşıyorum. Mesela: “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” sözü yerinde ama yetersiz! Bu sözü ben “Yarım anne evlattan, yarım baba servetten eder.” diye ekleyerek söylüyorum.'

-Bendeki imzalı kitaplarınızdan biri “Lalezarda Deli Var” diğeri de “Şiirmatik” … İsimleri oldukça farklı… Nereden aklınıza geldi şiir kitaplarınıza bu isimleri koymak?

-'Lalezar, lale bahçesi, yani Hollanda. Her köyün bir delisi var derler. Şair de deli ise… Eski haber müdürüm Zeki Şahin bana Lalezar’ın Delisi diye hitap ederdi. Kitabıma isim oldu. Şiirmatik ise, her şey gibi şiirin, dilin kirlenmesine bir tepki. Nasıl xxx matikler çamaşırları temizliyorsa şiirmatik de şiiri temizlesin istedim. Yoksa otomatik şiir yazan anlamında değil...'

-İşinizi yaparken ailenizden destek alıyor musunuz? Onların sizin bu çalışmalarınızdaki rolü ve yeri nedir?

-'Hayır, ne desteği, şiir yazılırken destek alınır mı? Bittikten sonra ya beğenirler ya da beğenmezler herkes gibi. Ama tek kişilik dinletilerde, organizasyonlarda müthiş destek verirler her detaya kadar. Sevgi bağlarımız güçlü olmasa sevgisizliği nasıl anlatabilirim. Rolleri yerleri destekleri sevmek, sevildiğimi hissettirmek, o yönüm garantide olduğu için başka işlere kafa yorup, insanları hicvediyorum ya!'

-Siz sadece şiir yazmıyorsunuz, çok da iyi yorumluyorsunuz. Üstelik sahnede hoş bir gösteri eşliğinde… Şiir Show sizinki… Kapadokya’da ve Adana’da sizi sahnede izlemiştim. İzlemeyenler için sahnedeki bu güzel şiir gösterileriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?

-'1960’dan günümüze kadar olayları her yönü ile ele alıyor anlatıyorum. Şiir okuyan Meddah diyebilirsniz. Yani aklım erdiğinden beri yaşadıklarımı anlatıyorum. Tanık olduklarımı. İnsanları hem güldürüyor hem de ağlatıyorum. 1970 -1980 döneminin kardeş kavgalarını, depremi, ölümleri, almacıların 50 yıllık hayatlarını, 10 yıllık dilimler halinde anlatıyor ve o dönemlere ait yazdığım şiirleri okuyorum.'

-Sizce başarının sırrı nerede gizlidir?

-'Öz güven, bilgi ve sabır… Babam “Düşman öldürmekle bitmez, başarı düşmanı öldüren en güçlü silahtır.” derdi.'

-Yapmayı düşünüp de çeşitli nedenlerden dolayı yapamadığınız farklı projeleriniz var mı?

-'Değil yapmayı, isteyip de hayal edip de gerçekleştiremediğim bir hayalim bile yok. Projelerim var.

50 yıl belgeseli çekmek istiyorum. Sahne programım HİÇ, GÖÇ ve SIR olmak üzere üç farklı anlatı / dinleti / gösteri… Gitmedik yer bırakmadan turne yapmak istiyorum. Şu ana kadar 108 kez sahnede seyirci karşısına çıktım ve yaklaşık 25 bin kişi izledi. Kısaca 250 bin, 500 bin, seyirciye ulaşmak, kazandığım para ile de ölmeden bir okul yaptırmak için uğraşmak en büyük hayalim ve projem...'

-Bundan sonraki hedefiniz nedir?

-'Hedefim, her ay en az iki dinleti yapmak, kuruş kuruş o okulun parasını biriktirmek. Projem çalınsın ya da biri “Gel, ortak yapalım.” desin diye ilk kez size ve okurlarınıza söylüyorum: Okul sıradan okul olmayacak, sınıflar 20 öğrenci en fazla 25 kişilik... Okul geniş bir bir alanda bulunmalı... Her öğrencinin bir hayvanı olacak özellikle de sokak köpekleri... Yani okul ve sokak hayvanları barınağı iç içe. Diğer hayvanlar da olabilir koyun, kuzu, tavşan, kedi vs. Öğrenciler teneffüslerde cep telefonundan sanal hayvan beslemek,sanal çiftlikle uğraşmak yerine kendi gerçek hayvanının bakımı ile ilgilenecek, onları sevecek…'

-Harika bir proje... Umarım gerçek olur. Özellikle her çocuğun bir hayvanı olması fikrine bayıldım. Sınıfların 20-25 kişilik olması da gerçekten muhteşem... Bana vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Son olarak okurlarımıza neler söylemek isterdiniz?

-'HİÇ İŞTE, ben teşekkür ederim.'



*******************************

FETHİYE'DEKİ TEMAPARK MAYIS 2020'DE AÇILACAK



Orka Grubu'nun Fethiye'de yapımı devam eden ‘Water World Tema Park'ı Ege'nin en büyük tema parkı olacak.

Konu hakkında bilgi veren Orka Grup Yönetim Kurulu Başkanı Turgut Torunoğullan, Mayıs 2020’de açılması planlanan Tema Park’ın içerisinde, 2 küçük otelin ve etrafında yüzlerce villanın olacağını söyledi.

Torunoğulları, yoğun kitlelerin ziyaret edebileceği Tema Parkın en büyük özelliğinin bölgede benzersiz ve tek olduğunu söyledi.

"Yabancı ortaklar sıcak bakıyor"

Tema Park’ın, içerisinde kanalların, suların, dağların ve tepelerin olduğunu ifade eden Torunoğulları, yabancı ortakların bu projeye çok sıcak baktığını söyledi.

Bunun başlangıç olduğunu vurgulayan Torunoğullan, ileride bu projeyi Türkiye çapında yaygınlaştırmayı planladıklarını dile getirdi.

***********************************

İlhan KARAÇAY Mevlana ve Konya’yı anlatıyor…



Öldüğü geceyi ‘Düğün gecesi’ (Şeb-i Arus) olarak anılmasını isteyen Mevlana’yı, 746’ncı yılında bir kez daha törenlerle andık



Dünyadaki en etkin 500 Müslüman arasında gösterilen fotoğrafçı ve film yapımcısı Amerikalı Şems Friedlander, Büyük Türk düşünürü Hz. Mevlana Celaleddin Rumi’nin, vefat etmeden önce söylediği şu sözlere dikkat çekmişti:

’Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!

Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir’,



‘Gel, Gel, ne olursan ol, gel!

İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!,



‘Ölümsüz aşk istiyorsan, ölümsüze âşık ol. Aşk nasip işidir, hesap işi değil. Aşk adayıştır, arayış değil. Sen adanmış ve yanmışsan bu uğurda, aşk sana uzak değil!’

Friedlander, Mevlana’nın bu sözleri ile, ömrünü ilahi aşka adamış, ölümünü en mutlu gün diye beklemiş, evrensel bir sevgi timsali olduğunu belirtiyor.

Frielander, ‘Mevlana için gerçek aşkın anlamı Allah’a duyulan aşk; Onu sevgili olarak anması da bu yüzden. Ölümü üzüntü değil sevinç olarak görmüş hep; Allah’a kavuşacağı günü hasretle bekleyip bu bekleyişi eserlerine yansıtmış. Şiirlerini okuyanların hasret ve vuslat vurgusunu fark etmemesi mümkün değil. İşte bu yüzden onun ölüm yıldönümü, bir yas günü olarak görülmüyor, kutlama törenleriyle yâd ediliyor. Anısına düzenlenen “Şeb-i Arus” törenleri de ‘düğün gecesi’ anlamına geliyor.’ tanımlamasını yapıyor.

Şeb-i Arus törenlerinin merkezi Konya’da 7 Aralık’ta başlayan geniş bir program 10 gün sürdü ve 17 Aralık’ta kapanışı yapıldı. İç turizm için de önemli bir hareketlilik anlamına gelen bu tarihlerde, sadece Türkiye’den değil dünyanın birçok yerinden Mevlana ve Şems hayranı Konya’ya akın etti. Bu yıl “746. Vuslat Yıldönümü” adıyla düzenlenen törenler, yine geleneksel Kandil Uyandırma Merasimi ile başladı. Tiyatro, panel, sergi, konferans, mesnevi dersleri, tasavvuf konserleri, sema ayinleri gibi birçok etkinliğin yer aldığı program, 17 Aralık Cumartesi günü sema ayinleri ve tasavvuf müziği konseriyle sona erdi.

Amsterdam’da Şeb-i Arus programı yapıldı





Her yıl olduǧu gibi bu yıl da, büyük Türk Mutasavvıfı ve düşünürü Mevlana Celaleddin Rumi 746. Vuslat yıldönünde Amsterdam’da yapılan bir programla yad edildi. 20 Aralık 2019 Cuma günü, Amsterdam Halk Kütüphanesinde organize edilen program’ın konuşmacısı Mevlana’nın en tanınmış eseri Mesnevi’yi de Hollandacaya tercüme eden Abdulwahid van Bommel oldu.



Ayşegül Tirgil’in sunduǧu Amsterdam Şeb-i Arus programı, Belçika’da Mevlana düşüncesi üzerine araştırmalar yapan Afganistanlı bayan Saleha Waheb Wassel’ın, Mesnevi’nin ilk onsekiz beyitini Frasça okumasıyla başladı.

Amsterdam’da yaşayan genç neyzen Hakan Uyrum’um Ney dinletisinin eşlik ettiǧi Mesnevi okumasının Türkçe ve Hollandacası büyük ekrana yansıtıldı.

Türk İslam düşünürleri; Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Ahi Evran, Evliya Çelebi, Sarı Saltuk gibi Hollandaca eserlerin sahibi araştırmacı yazar Abdulwahid van Bommel konuşmasının konusu ‘İki Okyanusun Birleşmesi: Mevlana ve Şems’i Tebrizi’nin Buluşması” üzerine oldu.

Mevlana Celaleddin Rumi’nin düşünce hayatının dönüm noktası olarak görülen bu anlamlı buluşma ve Şems’in Mevlana’ya sorduǧu ilk soruya dikkat çeken Bommel, bu diyalogdan sonra, Mevlana’nın hayatının, düzeninin, ontolojisinin tamamen yeniden şekillendiǧini söyledi. İşte bu büyük deǧişimi saǧlayan ilk konuşma şöyleydi: Şems, Mevlana’ya şu soruyu sordu: “Niçin Hz. Muhammed, ‘Allah’ım, seni tesbih ederim; seni layık olduğun vech ile bilemedik!” diye nida ederken; Bayezit Bestami, “Kendimi her türlü eksiklikten tenzih ederim diyordu!”. Soruyu duyan Mevlana, bir anda şoke oldu. Çünkü soru mükemmeldi. Mevlana kendini hemen toparladi ve şu cevabı verdi: “Bayezid, bir yudumda kandı, idrak bardağı hemen doluverdi; oysa ki Hz. Muhammed Mustafa’nın susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah (cc) tarafından açılmıştı, sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah’a daha yakın olmak istiyordu.”



Çeşitli kaynaklardan Mevlana



Mevlana 30 Eylül 1207 yılında Afganistan’da doğmuş. Ailesi Moğol istilasından kaçarak Konya’ya sığınmış. Esas adı Muhammed; Celaleddin ise tıpkı babası ve dedesi gibi kendisine verilen lakap. Mevlana “Efendi, önder, rehber”anlamlarına geliyor. Özellikle batı dünyasının onu anmak için kullandığı “Rumi” lakabı ise “Rum ülkesinden; Anadolulu” manasını taşıyor.

Annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşahlar hanedanından Fars Prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan'dır.

Babası, "alimlerin sultânı" unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî'dir. Babasına Sultânü'l-Ulemâ unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır. Etnik kökeni tartışmalı olup; Fars, Tacik veya Türk olduğu yönünde görüşler mevcuttur.

Ömrünü Konya’da geçirdiği için bu isimle anılmış.

Mevlana hep çok sevilen ve sayılan bir İslam âlimiymiş. Fakat bugün tanıdığımız kimliğine bürünmesini sağlayan yani hamlıktan yanmaya giden yolda ışığı olan Tebrizli Şems’miş. Onu tanıdığı gün değişen hayatı, bir daha asla eskisi gibi olmamış. İslamiyeti yaşamaya bakışındaki derinleşmeyi sığlaşma olarak gören müritleri, özellikle tüm zamanını Şems ile geçirmeye başlamasından rahatsızlık duymaya başlamış. Hiç hoşa gitmeyen bu durum, çok geçmeden şehirde ciddi bir huzursuzluğa neden olmuş ve Şems’i Konya’dan ayrılmaya zorlamışlar. Şems’in gidişiyle kahrolan Mevlana ise değil eskiye dönmek adeta hayata küsmüş. Yaptıklarından pişman olan müritleri Mevlana’dan af dileyip Şems’i tekrar getirmeye karar vermişler. Görevi üstlenen Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, uzun bir yolculuk sonunda Şems’i bularak Konya’ya dönmeye ikna etmiş.

Ne var ki bu geri dönüş uzun sürmemiş ve Şems birkaç ay sonra sonsuza dek gitmiş. Bu gidişe dair görüşler ikiye ayrılıyor. Bir kısım tarihçiler ve İslam bilginleri Mevlana’nın müritlerinin Şems’i öldürdüğünü düşünüyor; bu görüşe katılmayanlar ise Şems’in bir kez daha Konya’yı terk ettiğini ve izini kaybettirdiğini anlatıyor.

Nasıl gittiğine ilişkin görüşler ayrılsa da gidişinin etkisi konusunda herkes hemfikir. Şems’i bir daha yitirmek Mevlana’nın hayatını tamamen değiştirmiş. Her şeyden elini eteğini çekip kendini şiirlerine adamış ve 25 bin beyitten oluşan Mesnevi’yi yazarak asırlardır insanlara ışık tutan muhteşem bir eser bırakmış ardında.

*****

KONYA'YI ANLATMAK İÇİN EHLİNDEN ÖĞRENMEK LAZIM



İlhan KARAÇAY yazdı...

Konya'yı çeşitli kalemlerden okumuş ve de çeşitli görüntülerle tanımışızdır.

Konya, çoğumuzun hatırasında, 'tutucu' bir kent olarak canlanmaktadır. Benim Hollandalı eşim bile Konya'yı aynı minvalde hatırlamaktadır. Taaa ki, birkaç yıl önce (2016) Marmaris'ten Mersin'e giderken Konya üzerinden geçmemize kadar.

Konya'yı geçerken gördüğümüz manzara karşısında şaşıran eşim, 'Muhteşem bir şehir, muhteşem bir yapılaşma, muhteşem bir temizlik ve muhteşem bir medeni görüntü' diye mırıldanmıştı. 'Mırıldanma, yüksek sesle söyle'dediğim eşim, bu görüşünü yıllardır her yerde vurguluyor.



Şahsen ben Konya'ya ilk defa yine eşim ile birlikte gitmiştim. Yıl 1972'ydi. O zaman Mevlana türbesini, Meram'ı gezmiştik. Aklımızda fazla birşey kalmamıştı.

Konya'ya daha sonra Sultan Havayolları'nın konuğu olarak gitmiştim. Kombasan'ı tanıdığımız yıllarda. Birkaç otel ile değişik bir çehre kazanmıştı Konya...

Konya'ya son gidişim 25 Temmuz 2017 günü oldu.

Mersin'deki eşimi ve çocuklarımı uçak ile Hollanda'ya gönderdikten sonra, ben de tek başıma otomobil ile yola çıkmıştım. Planım çok geniş kapsamlıydı. Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki dostlarımı ziyaret ederek gidecektim. Ama olmadı. Sadece Konya'daki Veyis Güngör dostumu ziyaret edebilmiştim.

Veyis dostum benim için Dedeman Oteli'nde bir suit ayarlamıştı. Otelime yerleştikten 15 dakika sonra Veyis otele gelmişti. Beraberinde ortak dostlarımızdan Mustafa Gök vardı.



'Nereye gidiyoruz?' diye sorduğum zaman, 'Konya'yı gezmek için profesyonel rehberlere ihtiyaç var. Konya amatörlerle gezilmez' dediler ve Konya İl Turizm Müdürlüğü'ne doğru yol aldılar. Turizm Müdürü Abdüssettar Yarar bizi hararetle karşıladı ve makamında misafir etti. Daha sonra en iyi protokol rehberlerden Osman Sağ’ı çağırdı ve bize eşlik etmesini söyledi. Rehber Sağ bizi önce Mevlana Müzesi'ne götürdü. Daha önce anlamsız bir şekilde gezip gördüğümüz Mevlana Müzesi'ni şimdi çok anlamlı bir şekilde gezmeye başladık. Rehber Osman Sağ müzedeki tüm detayları bize iki saat boyunca uzun uzun anlattı. Ben de size Mevlana'yı anlatmadan önce, yaşadığımız birkaç anıyı anlatayım.

Mevlana Müzesi'nden çıktıktan sonra Veyis Güngör'ün okul arkadaşı Osman Güzel ile buluştuk. Sonra hep birlikte Konya’nın en eski yerleşim birimlerinden, Mevlana Celaleddin döneminde Hıristiyanların yaşadığı Sille’ye gittik. İkindi vaktinde vardığımız Sille’de bizi, yeni restarosyandan geçmiş Aya Eleni Kilise’si karşıladı.Yerli ve yabancı turistler bu kiliseyi ziyaret ediyorlardı. Veyis Güngör, Sille sokaklarını gezerken, ‘Mevlana Celaleddin Rumi’nin zaman zaman şehir dışına çıkıp, Sille’ye geldiği ve burada Hıristiyan rahiplerle fikir alışverişi yaptığını’ söyledi.

İlginç bir konaklama ve mesire yeriydi burası.



Daha sonra Meram Yaka yolu üzerindeki Konya'nın meşhur Etli Ekmeği'ni en iyi yapan ve servis eden lokantaya gittik. Akşam üzeri de Meram'a çıktık ve onbinlerce insanın dolurduğu Meram'da unutulmaz bir akşam yaşadık. Meram’da Tavusbaba’ya çıktık. Konya’nın meşhur tatlısı höşmerim yedik. Akşam ilerleyen saatlerde gece Konya’yı en güzel şekilde seyredilen Akyokuş tepesinde de kahvelerimizi içtik. Akyokuş tepesi de çok kalabalıktı. Saat bir hayli ilerlemişti, değerli dostlar Mustafa Gök, Osman Güzel ve Veyis Güngör’e veda ederek, istirahata çekildim.

Konya her zaman mistik ve huzurlu

Şehirlerin kendilerine göre karekterleri vardır. Mimarisi, insanların birbiriyle iletişimi, gelenekleri hatta mutfağı o karakterin parçasıdır. Konya da Türkiye’nin en mistik, huzurlu ve misafirperver kentlerinden biri. Bu nedenle Şeb-i Arus törenleri için gidenler bu kentin altını üstüne getirmeden, belli başlı yerleri ziyaret etmeden dönmemeli. Bu yerlerin başında ise Çatalhöyük geliyor.



Çatalhöyük’e ayak basmak tarih ve arkeoloji meraklıları için büyük bir heyecan kaynağıdır.

O heyecana sahip değilseniz, gördükleriniz toprak yığınından ibaret gelebilir gözünüze. En güzeli, Çumra ilçesindeki Küçükköy mevkiine doğru yol almadan önce, insanlık tarihinin dönüm noktasına tanıklık edeceğinizi düşünün. Çünkü yolun sonunda varacağınız Çatalhöyük, insanlık tarihindeki ilk yerleşim, ilk ev mimarisi ve ilk kutsal yapıların olduğu yer. Mağaralardan çıkıp toplu halde yaşamaya başladıkları yöre burası.

Konya’daki zengin tarihin izlerini sürmek için gideceğiniz tek yer Çatalhöyük değil. Beyşehir Gölü’nün güneybatısında yer alan Kubâd-âbad Sarayı, 1. Alaeddin Keykubad tarafından 1226-1236 arasında yaptırılmış. Türklerdeki saray külliyesi örneklerinin en eskilerinden biri kabul ediliyor.

Selçuklu ve Osmanlı camileri

Konya’yı camileri olmadan düşünmek mümkün değil. Hem Selçuklu hem de Osmanlı döneminde yapılan çok sayıda cami var kentte. Gezmeye Alaeddin Camii ile başlayabilirsiniz. Anadolu Selçukluları döneminde yapılan Konya’nın en büyük ve en eski camisi.

13’üncü yüzyıldan kalma İplikçi, Sahip Ata, Sadrettin Konevi camilerini de listenize ekleyin. Konya’daki en etkileyici dini yapılardan biri de taşıdığı manevi değer itibarıyla Şems-i Tebrizî Camii ve Türbesi; Şems Parkı’nın içinde yer alıyor.



Osmanlı döneminden kalan camiler içinde ise klasik Osmanlı mimarisinin izlerini görebileceğiniz Selimiye Camii dikkat çekiyor. 2. Selim’in Konya Valisi olduğu yıllarda yaptırdığı cami, Mevlana Müzesi’nin hemen yanında yükseliyor.Osmanlı’dan kalma en büyük dini yapı ise Kapı Camii. Konya’nın ortasında tüm görkemiyle yer alan Aziziye Camii ise çarşısının ortasında yükseliyor.

MEVLANA MÜZESİ

Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlâna Dergâhı'nın yeri, Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi iken bahçe, Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlâna'nın babası Sultânü'l-Ulemâ Bâhaeddin Veled'e hediye edilmiştir.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 tarihinde vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Bu defin gül bahçesine yapılan ilk defindir.

Sultânü'l-Ulemâ'nın ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlâna'ya müracat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlâna "Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur" diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled Mevlâna'nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. "Kubbe-i Hadra" (Yeşil Kubbe) denilen türbe dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine 130.000 Selçukî dirhemine Mimar Tebrizli Bedrettin'e yaptırılmıştır. Bu tarihten sonra inşaî faaliyetler hiç bitmemiş 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir.



Mevlevî Dergâhı ve Türbe 1926 yılında "Konya Âsâr-ı Âtîka Müzesi" adı altında müze olarak hizmete başlamıştır.1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adı "Mevlâna Müzesi" olarak değiştirilmiştir.

Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır.

Müzenin avlusuna "Dervîşân Kapısı" ndan girilir. Avlunun kuzey ve batı yönü boyunca derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, matbah ve Hürrem Paşa Türbesi'nden sonra, Üçler Mezarlığı'na açılan Hâmûşân (Susmuşlar) Kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa türbeleri yanında semahane ve mescit bölümleri ile Mevlâna ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır.

Avluya Yavuz Sultan Selim'in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile "Şeb-i Arûs" havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır.

Tilâvet Odası

Tilâvet Arapça bir kelime olup,Kur'an-ı Kerim'i güzel sesle ve usulüne uygun olarak okuma anlamına gelir. Geçmişte bu oda da Kur'an-ı Kerim okunulduğu için buraya tilâvet odası denmiştir. Halen Hat Dairesi olarak kullanılmaktadır.

Hat Dairesi'nde Mahmud Celaleddin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarizâde gibi devirlerinin meşhur hattatlarının levhaları yanında, Sultan II. Mahmud'un yazdığı altın kabartma bir levha da yer almaktadır. Gümüş kapı üzerinde teşhir edilmekte olan Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi'nin hattı ile yazılmış olan Molla Cami'ye ait Farsça beyitte şöyle denilmektedir.

Kabetü'l-uşşâk bâşed in mekam

Her ki nakıs amed incâ şod temam

(Bu makam aşıkların kâbesi oldu. Buraya noksan gelen tamamlanır)





Huzûr-ı Pîr (Türbe)



Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa'nın oğlu Hasan Paşa'nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan girilir. Burada bulunan iki vitrin içerisinde Mevlâna'nın meşhur eserlerinden Mesnevi'nin, Divân-ı Kebir'in en eski nüshaları sergilenmektedir. Türbe salonunu üç küçük kubbe örter. Üçüncü kubbeye post kubbesi de denilir ve yeşil kubbeye kuzey yönünden bitişiktir.

Türbe salonu doğuda, güneyde ve kuzeyde yüksekçe bir set ile çevrilir. Kuzeyde iki parça halinde yer alan yüksek setlerde 6 Horasan erinin sandukaları yer almaktadır. Horasan erlerinin hemen ayak ucunda ise İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han için yapılmış nisan tası sergilenmektedir.

Yine burada yer alan iki levha, Mevlâna'nın felsefesini ve düşünce sistemini açıklaması açısından mühimdir. 1. levha Türkçedir ve şöyledir;

"Ya olduğun gibi görün

Ya göründüğün gibi ol"

2. levha ise Mevlana'nın Farsça bir rubaisidir. Rubainin Türkçe çevirisi şöyledir;

"Gel, Gel, ne olursan ol, gel!

İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel!"



Türbe salonunu doğuda ve güneyde çevreleyen yüksekçe set üzerinde ise Mevlâna ve babası Bahaeddin Veled'in soyundan gelme, 10'u hanımlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile, Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin Zerkûbî ve Şeyh Kerimüddin gibi Mevlevîlikte makam sahibi olmuş 10 kişiye ait toplam 65 mezar bulunmaktadır. Hanımlara ait mezarların üzerinde yer alan sandukalara sikke konulmamıştır.

Yeşil kubbenin tam altında Mevlâna'nın ve oğlu Sultan Veled'in mezarları yer almaktadır. Mezarların üzerindeki iki bombeli mermer sandukayı 1565 yılında Kanunî Sultan Süleyman yaptırmıştır. Sandukaların üzerinde yer alan altın sırma tellerle işlenilmiş Pûşîde ise Sultan Abdülhamid II. tarafından 1894 yılında yaptırılmıştır.



Halen Mevlâna'nın babası Bahaeddin Veled'in mezarı üzerinde bulunan ve bazı kişilerin "oğlu gelince babası ayağa kalkmış" dedikleri ahşap sanduka ise, bir Selçuklu şaheseri olup, 1274 yılında Mevlâna için yaptırılmıştır. Kanunî, Mevlana ve oğlu Sultan Veled'in mezarları üzerine 1565 yılında yeni bir mermer sanduka yaptırınca, ahşap sanduka buradan kaldırılmış ve sandukası olmayan Mevlâna'nın babasının mezarının üzerine konulmuştur.

Semâhâne

Semâhâne bölümü, mescid bölümü ile birlikte XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Semâhâne'de semâ, 1926 yılında dergâh müze oluncaya kadar devam etmiştir. Semâhâne'de yer alan naat kürsüsü ve müzisyenlerin oturdukları mutrib hücresi ile erkekler ve hanımlara ait mahfiller orijinal halleri ile korunurken, Semâhâne'nin uygun duvarlarında tarihi halılar ve yine vitrinler içerisinde madeni ve ahşap eserlerle Mevlevî musiki aletleri sergilenmektedir.

Mescid

Mescide çerağ kapısından girilir. Ayrıca mezarların bulunduğu huzûr- pîr ve semâhâne bölümlerinden de birer küçük kapı ile geçişler vardır. Bu bölümde müezzin mahfili ve mesnevîhân kürsüsü orijinal halleriyle muhafaza edilmektedir.

Mescidin güney duvarı üzerinde çok değerli halı ve ahşap kapı numuneleri sergilenirken, Mescid içerisine serpiştirilen 10 adet vitrinde de çok değerli cilt, hat ve tezhip numuneleri sergilenmektedir.



Mevlana Müzesi ve türbesi, Türkiye'nin en çok turist çeken yerlerinden biridir. Turizm Müdürlüğü'nün protokol rehberlerinden Osman Sağ (sağda), Mevlana Müzesini bize iki saat anlattı



Halı Kumaş Bölümü - Derviş Hücreleri

Mevlâna Dergâhı'nın ön avlusunun batı ve kuzey yönünü çevreleyen, her birinde birer küçük kubbe ve baca bulunan 17 hücre bulunmaktadır. Bu hücreler Padişah III. Murat tarafından 1584 yılında dervişlerin ikameti için yaptırılmıştır.

Bu hücrelerden giriş kapısının sağında kalan dört hücre, halen gişe ve idare binası olarak kullanılmaktadır. Girişin solunda kalan 13 hücrenin baştan iki tanesi postnişîn ve mesnevîhân hücresi olarak, orijinal eşyaları ile teşhir edilmiştir.



En sondaki iki hücre ise değerli kitap koleksiyonlarını müzeye hediye eden Rahmetli Abdülbakî Gölpınarlı ile Dr. Mehmet Önder'in kitaplarına tahsis edilmiştir. Halen kütüphane olarak hizmet vermektedir.

Diğer 9 hücrenin ara duvarları kaldırılarak birbirine bağlı iki büyük koridor elde edilmiştir. Bu koridorlardan birinde ülkemizin Kula, Gördes, Uşak, Kırşehir gibi yörelerine ait tarihi halıları, diğer koridorda ise Konya İli'ne bağlı, Ladik, Karaman, Karapınar, Sille gibi yörelerde dokunmuş tarihi halılar sergilenmektedir.

Bu hücrelerin koridora açılan pencere ve kapı boşluklarına yapılan vitrinlerde ise Mevlevî etnografyasına ait pazarcı maşası, mütteka, nefîr gibi dergâhtan müzeye nakledilen tarihi nitelikteki eşyalarla, müze koleksiyonunda yer alan son derece değerli Bursa kumaşları sergilenmektedir.



Matbah Bölümü

Matbah müzenin güneybatı köşesinde yer alır. 1584 yılında Sultan III. Murat tarafından yaptırılmıştır. Dergâhın müzeye dönüştürülüğü 1926 yılına kadar yemek ihtiyacı burada karşılanıyordu.

1990 yılında yapılan onarımlardan sonra bu bölümün teşhir ve tanzimi mankenler ile yeniden yapılmıştır. Matbahın asıl işlevi olan yemek pişirme ve somat denilen sofrada yemek yeme adabı mankenlerle anlatılmaya çalışılmıştır. Matbahın diğer işlevlerinden olan Nev-ni-yâz denilen Mevlevî aday adayı saka postu üzerinde otururken, semâ talim çivisi yanında ise semâ dedesinin can tabir edilen Mevlevî derviş adayına semâ talim ettirişi anlatılmaya çalışılmıştır.



Konya’nın en lezzetli 10 hali

Hürriyet Gazetesi yazarlarından sevgili Saffet Emre Tonguç, ‘Mevlana’nın 746’ncı vuslat yıldönümü’ etkinliklerine katılmak üzere Konya’ya gidecekler için, uzmanlara sorup bir lezzet listesi hazırlamış.

Konyalılardan ve yeme içme yazarlarından oluşan büyük jüride yer alanlar:

Uğur İbrahim Altay / Konya Büyükşehir Belediye Başkanı

İsmail Akkaya / DHA Konya şefi

Yılmaz Sandıkçı / Konya’nın Sesi Gazetesi köşe yazarı

Saffet Emre Tonguç / Hürriyet Seyahat yazarı

Eray Kılıç / Yeme-içme yazarı

Salih Seçkin Sevinç / Harbiyiyorum.com kurucusu

Sinan Hamamsarılar / Yeme-içme, seyahat blogger’ı

Nilhan Aras / Yemek kültürü yazarı

Aylin Öney Tan / Yeme-içme yazarı

Oğulcan Tatar / Hürriyet Seyahat gezgini

İşte Konya’ya gitmişken tatmadan dönmememiz gereken en iyi 10 lezzet ve bunları tadabileceğiniz adresler.





FIRIN KEBABI

6 saatte pişiyor, jet hızıyla bitiyor

Selçuklular döneminden gelen fırın kebabı, kuzu etinden yapılıyor. “Ön kol ve kaburga etinin kullanıldığı kebabın Konya’da tadımını yapabileceğiniz en iyi adres ise Ali Baba Fırın Kebap Salonu” diyor Saffet Emre Tonguç.

Büyük tencerelere konulan etler, meşe odununda yaklaşık altı saat pişirildikten sonra yanında pide ve kuru soğanla birlikte servis ediliyor.



ETLİ EKMEK

Tescilli bir Konya klasiği

Konya’nın yöresel lezzetleri denilince akla ilk olarak ince hamur üzerine kıymadan yapılıp, odun ateşinde pişirilen etli ekmek geliyor.

1200’li yıllardan beri Konya’da üretildiği belirlenen ve 1923 yılından itibaren de kebapçılarda sunulan etli ekmeği şehirde yiyebileceğiniz birçok nokta var. İsmail Akkaya coğrafi işaret tescili olan bu lezzetin en iyisinin Havzan Etli Ekmek’te yenilmesini öneriyor.



BAMYA ÇORBASI

Düğünlerin de damakların da vazgeçilmezi

Konya’da özellikle düğün ve özel davetlerdeki yemeklerin vazgeçilmez lezzetlerinin başında bamya çorbası geliyor. Kuru haldeki bamya önce biraz kavrulduktan sonra, daha önce hazırlanan kavrulmuş kuşbaşı etle birlikte pişirilip servis ediliyor. Bu çorbayı yöresel yemeklerin sunulduğu ve kenti kuş bakışı izleyebileceğiniz Akyokuş Konya Mutfağı’nda tadabilirsiniz. FOTO: Abdullah COŞKUN /Anadolu Ajansı



TİRİT

Yetişen yiyebiliyor.

Bayat ekmekleri değerlendirmek için yapılan ‘tirit’; kuzu eti ve kare kare doğranmış tandır ekmeği ile yapılıp üzerine yoğurt dökülerek sunuluyor. Bu lezzeti Tiritçi Mithat’ta yiyebilirsiniz. Başka bir yemeğin olmadığı bu lokantada tirit, öğle saatlerinde hızla tüketiliyor ve dükkân kapatılıyor. Lokantanın şırası ve zerdesi de çok seviliyor, gitmişken denemeden dönmeyin. FOTO: Halil Fidan / Anadolu Ajansı



SAC ARASI

Çıtır çıtır bir final

Konya’nın lezzetli yemeklerini taçlandırmak için tatlılar arasında yöreye özgü sac arası öne çıkıyor. Kaymakla yağlanan hamuru rulo halinde fırında pişirildikten sonra üzerine şerbet ekleniyor.

Salih Seçkin Sevinç “Sac arası Konya’ya özgü çıtır çıtır meşhur bir tatlı ve bu tatlının en güzel örneklerinden birini ‘Mevlana Konya Mutfağı’nda yiyebilirsiniz” diyor.



ARABAŞI ÇORBASI

Bozkır kışının vazgeçilmezi

Konya lezzetleri arasında önemli yer tutan çorba çeşitlerinden biri de arabaşı. Bütün tavuğun içi didiklenerek yapılan bu çorba üzerine maydanoz serpilerek ve yanında baklava dilimi şeklinde kesilen hamurla servis ediliyor.

Konya’da soğuk kış günlerinde sık tüketilen arabaşı çorbasını ‘Zemzem Çorbacı’da deneyebilirsiniz.



PATLICAN ORTA KEBABI

Yemeden dönen kaybeder.

Patlıcan orta, diğer bir deyişle patlıcan orta kebabı Konya mutfağına has yemeklerden... Bu lezzet patlıcan, domates, biber ve kuzu kaburgadan yapılıyor. Birçok restoranda yapılan bu yemeğin en iyilerinden birini Lokmahane’ye Lokantası’nda tadabilirsiniz. Uğur İbrahim Atalay “Patlıcan Konya’nın tadılmadan dönülmemesi gereken lezzetlerinden birisi” diyor. FOTO:Müslüm ETGÜ / Anadolu Ajansı



KONYA KÜFLÜSÜ

Tarihi Konya kadar eski

Bu bir peynir çeşidi… Yerli rokfor da denilebilir. Türkiye’nin en iyi peynirleri arasında gösteriliyor ve yerlileri tarafından Konya’nın tarihi kadar eski olduğu iddia ediliyor. Koyun, keçi, inek sütlerinden tek tek yapılabildiği gibi, karışık sütlerden de yapılıyor. Püf noktası ise sütün yağının tamamen alınmış olması ve özel olarak deri tulumlar içinde küflendirilmesi. En iyisini alabileceğiniz adres ise ‘Kadınlar Pazarı’.



RECAİ BÖREĞİ

Bir börekten daha fazlası

Bir çeşit pide olup, ‘zırhla’ çekilmiş bıçak arası etin üzerine, Konya küflü peyniri koyularak fırınlanması ve fırından çıkarken de tereyağı ile yağlanmasıyla yapılıyor. Ekstra lezzet vermesi için, bıçak arası ete çok az domates ve taze yeşil biber de karıştırıyor. Börekle birlikte masaya maydanoz, salata, turp ve soğan ezme de geliyor. Eray Kılıç bu özel ve lezzetli böreğin ‘Halk Etliekmek’te yenilmesini öneriyor. FOTO: DHA



YAĞ SOMUNU

Yedi çeşit peynirle yapılıyor

Hamur işi sevenlerin mutlaka denemesi gereken bir lezzet... Yağ somunu içine yedi çeşit peynir koyularak fırınlanan bir somun. Aylin Öney Tan “Küflü peynir düşkünüyseniz hemen Konya’ya doğru yola çıkın. Mis gibi tereyağı ve Konya küflü peyniri ile hazırlanan susamlı ve çörek otlu yağ somunu aklınızı başından alacak. Pideci Hasar Şendağlı Fırın’ında bu lezzeti tadabilirsiniz” diyor. FOTO: İHA

*****

İlhan KARAÇAY gitti, gördü ve yazdı…

Sint Nikolaas, Myra (Demre-Patara) ve Noel Baba gerçeği



5 Aralıkta kutlanan Sint Nikolaas etkinliği nedeniyle medyaya yansıyan çeşitli hikâyeler gerçeği yansıtmamaktadır.

Noel Baba olarak bilinen hayali kişi ile, Anadolulu Sint Nikolaas karıştırılmaktadır.



İşe size gerçek hikâye:

Hollanda’da ‘çocukların sevgilisi’ konumundaki Sint Nikolaas’ın, Anadolu topraklarındaki Myra’da doğduğunu bilenler olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hollanda’da Myra’nın nerede olduğunu sorduğunuz zaman, akıllarına ilk gelen ülke İspanya olur.

Her yılın 5 aralık günü, Sint Nikolaas’ın gelişini kutlayan çocuklar hediyelere boğulur ve bu gün çocukları çok mutlu eder.

45 yıl önce, Sint Nikolaas’ın, bu gün adı Patara ve Demre olan yerlerde doğduğunu ve rahip olduğunu belirten bir yazıyı gönderdiğim Hollanda medyasından bazıları bu yazıyı kullanmış ve başta Enschede’deki Tubantia gazetesi olmak üzere, bazı gazeteler ise bu yazıyı bana posta ile geri göndererek, ‘Bilginize ihtiyacımız yoktur’ gibi bir mesajla terbiye sınırını aşmışlardır.



Bir ara yolumuz Demre’ye düştü. Gittik ve Sint Nikolaas’ın rahip olduğu kiliseyi ziyaret ettik. Sorduk, soruşturduk ve tarih sayfalarını karıştırdık. Sonuçta biz de Sint Nikolaas’ı sayfalarımıza aktarmayı yeğledik.

Bütün dünyada “Noel Baba” adıyla tanınan, Avrupa ülkelerinde çoğunlukla Santa Klaus olarak bilinen Aziz Nicholaos, Anadolu’da yaşamış bir din adamıdır. Günümüz İtalya’sının Sicilya Adası, Napoli, Bari, Almanya’nın Frieburg ve hatta Amerika’da New York kentinin 'Koruyucu Aziz'i olma derecesine varan önemi, her yılın 6 Aralık günü (Hollanda’da 5 aralık) yapılan anma törenleri ile daha da pekişmektedir.



Günümüzde Santa Klaus, hiç şüphe yok ki, İskandinavya ülkelerindeki iyilik sever, çocukların koruyucusu ve sevindiricisi olan Noel Baba efsanesi ile, Myra’lı Aziz Nicholaos’ın kişiliklerinin birleştirilmesiyle, yarı dinî ve çok popüler bir tipin doğmasıyla oluşmuştur. Bu tipin kökünün İskandinavya ülkelerinin çok eski inançlarından alındığı, Noel Baba’nın geyikler tarafından çekilen bir kızakla dolaşmasından anlaşılır. Halbuki gerçek Myra’lı Aziz Nicholaos’ın yaşadığı yerler hiç kar yağmayan Akdeniz kıyılarıdır. Onun zor durumda olan çocukları, insanları koruyucu kişiliği, kuzeyin kutsal bir varlığı, belki de çok erken çağların karanlıklarında kaybolmuş bir tanrısıyla birleşerek, Noel geceleri ortaya çıkan, çocuklara hediyeler getiren sempatik bir ihtiyara dönüşmüştür. Ne derece gerçeklere aykırı olursa olsun, Hıristiyan ülkelerinde Noel Baba, özellikle çocukların heyecanla bekledikleri sevimli bir kişi olarak yaşamaktadır.



Aziz Nicholaos’ın hayatı hakkında, azizlerin birçoğunda olduğu gibi fazla bir şey bilinmez. Sonraları pek çok efsane ile hayatı süslenmiştir. Tahıl ticareti yapan bir ailenin çocuğu olduğu bilinir. Hayatına dair yazılan dinî kitaplarda, göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve verdikleri sadakaların bir meyvesi, fakirlerin kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiş, daha bebek iken mucizeler yarattığına inanılmıştır.





Aziz Nicholaos’ın ölüm günü tüm Hıristiyanlarca 6 Aralık olarak kabul edilir. Ancak bu tarihin kesin bir kaynağa dayandığı söylenemez. Aziz'den bahseden en eski kaynaklar olan, VI. yüzyıla ait “Vita Sionitae” ile “Vita de Stratelatis” adlı eserler de kesin bir ölüm tarihi vermezler. Bu kaynaklarda sadece Aziz'in doğum yerinin, Likya’nın en büyük limanı Patara olduğu kaydedilmiştir. Hıristiyanlığın ilk yıllarında Havari Paulos’un, Patara’da kaldıktan sonra yoluna devam etmesi, Patara’ya İncil’de adı geçen kentlerden biri olma özelliğini kazandırmıştır. Bu bölümde Havari Paulos’un arkadaşı Luke ile üçüncü seyahatleri sonunda, Miletos’tan Kudüs’e dönerken Patara’da kaldıkları ve buradan muhtemelen daha büyük bir gemiye binerek seyahatlerine devam ettikleri anlatılır.



Aziz Nicholaos’ın Milattan sonra III. yüzyıl sonlarında Patara’da dünyaya geldiği ve Myra’ya papaz olana dek, gençlik yılarının Patara’da geçtiği söylenmektedir. Gençliğinde Filistin ve Mısır’a yaptığı seyahatlerden söz edilmiş, yaşadığı devrin İmparator Konstantinos dönemi veya III. yüzyıl sonu ile IV. yüzyıl başı olduğu belirtilmiştir. Ölümünden sonra Avrupa’nın birçok kentinde adına kiliseler inşa edilmiştir ki, bunlar arasında VI. yüzyılda İstanbul’da inşa edilen Bazilika en göze çarpan yapıdır. Rusya ve Yunanistan’ın en saygın Azizi olarak tanınmış, çocukların mahkûmların, denizcilerin ve gezginlerin koruyucusu olarak saygı görmüştür.



Yaşantısı ve mucizeleri hakkında gerçekliği tartışılacak, sayısız hikâyeler anlatılmıştır. Piskopos olma kararının kehanetlere veya seçim toplantısı kararına göre, ertesi günü kiliseye giren ilk adam olmasına dayanılarak verildiği söylenir. Diğer hikâyeler, İmparator Dioeletianus devrinde (284-305) Hıristiyanlara yapılan zulümler sırasında çektiği acılarla ilgilidir. İnancından dolayı hakimler tarafından tutuklanıp zincire vurulmuş, birkaç yıl sonra Hıristiyan İmparator Konstantinos tarafından serbest bırakılarak Myra’ya geri dönmesi sağlanmıştır.



Bir başka hikâyede Aziz'in Milattan sonra 325 yılında Nicaca’da (İznik) toplanan Konsüle katıldığı anlatılır. Bir keresinde İmparator Konstantinos’un rüyasına girerek, haksızlıkla ölüme mahkûm edilmiş olanları serbest bırakmasını söyler. Bir keresinde de Mısır’dan İstanbul’a giden bir gemiden aldığı hububatla Myra halkını açlıktan kurtarır. Ancak gemi İstanbul’a vardığında yükünde hiçbir eksilme görülmez. Bu belki de Aziz’in, denizcilerin patronu olmasına bağlanan mucizelerden biridir. Çünkü, Akdeniz’de seyreden gemicilerin sefere çıkmadan önce birbirlerine iyi dilek olarak “Dümenini Aziz Nicholaos tutsun” demeleri gelenek olmuştur. Aziz’in sağlığında din adamı olarak çalıştığı Likya sahilleri, Akdeniz’in en önemli denizcilik merkezi, burada yaşayanlar da Akdeniz’in ünlü denizcileriydi. Bu nedenle, Aziz’in denizle ilgili birçok mucizesine din kitaplarında da rastlanır.



İki hikâye aynı zamanda onun, çocukların da patron azizi olduğunu gösterir. Birinde insanlar açlıktan kırılırken, kasap üç genci evine davet edip satmak için uykularında parçalar. Aziz Nicholaos, bunu duyar duymaz kasabın evine koşar ve gençleri yeniden diriltir. Bir diğerinde fakir bir tüccar, kızlarını evlendirmeye gücü yetmeyince, onları satmayı düşünür. Aziz Nicholaos, tüccarın evine üç kese dolusu para atarak, kızları kötü yola düşmekten kurtarır. Bu hikâyeden çocukların Santa Klaus gününde hediye almalarının sebebi olduğu gibi Avrupa’da rehinecilerin, dükkânlarına üç altın top asma geleneğinin de kaynağı olduğuna inanılır. Aziz’in resminin ikonalar da üç altın top ile tasvir edilmesinin sebebi de bu hikâyeye dayandırılır.



Noel Baba Kilisesi



Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki depremde yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir.



Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042’de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zoe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır.



XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir. 1833- 1837 yılları arasında Anadolu’yu gezen C. Texier, Myra’ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra’ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir. 1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi’nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876’da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.



Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba’ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O’nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion’da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır.



IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri’nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır. Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba’ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır. Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı bizi, lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır. Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.



Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba’ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba’nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087’de Bari’li korsanlar, Noel Baba’nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari’ye götürmüşlerdir. İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir. Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır.



Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır. Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba’nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir. Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise bir başka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır. Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.



Myra (Antalya-Demre)



Aziz Nicholaos’ın piskoposluk yaptığı ve bu nedenle tüm Orta Çağ boyunca ününü sürdüren Myra, önemli bir Lykia kenti olup ismi "Yüce Ana Tanrıçasının yeri" anlamına gelmektedir. Lykia dilinde "Myrrh" olarak geçen Myra, Demre ovasını kuzeybatıdan çeviren dağların denize bakan yamacına kurulmuştur. Önce bugünkü kaya mezarlarının üzerindeki tepeden kurulan şehir daha sonraları aşağıya inerek genişlemiş ve Lykia’nın çok önemli altı büyük kentinden birisi olmuştur. Kentin M.Ö. IV. yüzyılda basılan ilk sikkesi üzerinde ana tanrıça kabartması vardır.



Antik kaynakların M.Ö. I. yüzyıldan itibaren Myra’dan bahsetmelerine rağmen, kaya mezarlarından ve bastıkları sikkelerden, şehrin en az M.Ö. V. yüzyılda varolduğu anlaşılmaktadır.



Şehrin içinden geçen Demre Çayı (Myros) deniz ticaretini geliştirmiş ancak korsanların kolayca baskın yapmalarına neden olmuştur. Bu nedenle Myralılar limanları Andriake’de, nehrin ağzına bir zincir gererek bu baskınları durdurmaya çalışmışlardır. M.Ö. 42’de Sezar’ı öldüren Brutus asker toplamak için Lykia’ya gelmiş, Xanthos’u aldıktan sonra komutan Lentulus’u para toplamak için Myra’ya göndermiştir. Myralılar buna karşı çıkmışlar ve kendilerini müdafaa etmeye çalışmışlarsa da komutan nehrin ağzına gerilen zincirleri kırarak şehre girmiştir. M.S. 18’de Tiberius’un evlatlığı olan Germanicus ve karısı Agrippina burayı ziyaret etmişler ve Myralılar limanları olan Andriake’ye onların heykellerini dikerek kendilerine olan saygılarını göstermişlerdir. M.S. 60’da ise St. Paul Roma’ya giderken Myra’da gemi değiştirir. Eski kaynaklar Myra ile Limyra arasında gemi seferlerinin yapıldığını kaydederler.



Lykia Birliği’nin metropolisi olan Myra M.S. II. yüzyılda büyük bir gelişme göstermiş, burada Lykialı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı yapılmıştır. Örneğin Oinoandalı Licinius Langus 10.000 dinar vererek tiyatro ve portikoyu yaptırmıştır. Ayrıca Rhodiapolisli ve Kyeanaili Iason’un da Myra’nın imarı için çok yardım ettigini kitabelerden anlıyoruz. Aziz Nicholaos’ın Myra’da başpiskoposluk yaptığı II. Theodosion (408 - 450) zamanında Myra’nın Lykia Bölgesi’nin başşehri olduğu bilinmektedir. Şehir, VII. yüzyıldan başlayarak IX. yüzyıla kadar devamlı Arap akınlarına uğramış, 809 yılında Harun El Reşit’in komutanlarından birisi Myra’yı zaptetmiştir. 1034 tarihinde Arapların yaptığı deniz hücumlarında St. Nicholaos Kilisesi yıkılmıştır. Arap akınlarının verdiği huzursuzluk, Myros Çayı’nın sık sık taşması, bu taşma nedeniyle gelen toprakla bazı yapıların dolması ve bu arada meydana gelen depremler şehrin terk edilmesine neden olmuştur.



Tiyatronun üzerindeki dağda bulunan akropolde fazla bir şey kalmamıştır. 1842’de Myra’yı ziyaret eden ve akropole çıkan Spratt burada küçük taşlardan başka bir şey kalmadığını görmüştür. Roma Devri’nden kalma şehir surlarında yer yer Hellenistik Devir’den kalma ve hatta M.Ö. V. yüzyıla ait olan duvar kalıntıları bulunmaktadır. Tiyatronun yakınında şehre doğru giderken, yolun sonunda hamam veya bazilika olabilecek geç devir kalıntıları görülmektedir.



Myra’nın su ihtiyacı Demre deresinin aktığı vadi kenarındaki kaya yüzüne açılan kanallarla karşılanmaktaydı. Bugünde bu kanalları görmek mümkündür. Myra’nın diğer yapıları bugün toprak altında olup gün ışığına kavuşacakları zamanı beklemektedirler. Myra’ya gelirken yol üzerindeki Karabucak mevkiinde, günümüze kadar iyi korunmuş Roma Devri mezar anıtı dikkati çeker.



Çay ağzındaki Myra’nın limanı olan Andriake’nin üzerinde kehanet merkezi olmasıyla ünlü Sura antik kenti Sura’dan birkaç km uzaklıktaki Gürses’te ise Trebenda antik kenti yer alır. Myra’nın görkemli tiyatrosu oldukça sağlam olarak günümüze kadar gelebilmiştir. Arkasındaki dik dağın yamacında kurulan tiyatronun caveası büyük ölçüde kayalara oyulmuştur. Tiyatro daha sonraları arena olarak da kullanılmış, bu nedenle bazı düzenlemeler yapılmıştır.



Kaya mezarlarıyla ünlü Myra’da mezarlar hemen tiyatronun üzerinde ve doğu taraftaki nehir nekropolü denilen yerde olmak üzere iki yerde toplanmıştır.

Hollandalı yazar gözüyle:



Sizlere, Hollandalı yazar Henk de Koning’in Sint Nikolaas hakkında yayınladığı bir yazıyı sunuyorum. Doğruları ve yanlışlarıyla bu yazıyı Hollandalı dostlarınıza okutabilirsiniz.



Inwoners van Myra noemen hem

Noël Baba, vadertje kerst...

Turkije, thuisland van Sint Nicolaas

door HENK DE KONING

MYRA - In het centrum van het dorpje Demre aan de zuid-westkust van Turkije bevindt zich een oeroud kerkje gewijd aan de heilige Nicolaas. Sint-Nicolaas wel te verstaan, bij ons bekend van het strooien en zie-ginds-komt-de-stoomboot.

De fraaie kerk dateert uit derde eeuw, maar werd grotendeels herbouwd in de elfde eeuw. Nicolaas werd later bisschop van Myra, destijds een van belangrijkste steden van de Turkse landstreek Lycië. Van Myra resten nog slechts ruïnes. Ze bevinden zich op enkele kilometers ten noorden van Demre.

Ook de wieg van Sint-Nicolaas stond in Lycië. In het jaar 280 zag de goedheiligman het levenslicht in het Turkse havenstadje Patara. De ruïnes van het stadje zijn nog altijd te vinden te midden van duinenrijen aan de zuid-westkust van Turkije.

Je zou denken dat de Sint in zijn geboortestreek als wonderdoener en groot kindervriend wel op een voetstuk zou staan. Dat is ook zo, maar niet als bisschop. Vreemd genoeg wordt Sinterklaas door zijn eigen dorpsgenoten geëerd als....de kerstman. 'Noël Baba', Vadertje Kerst, zeggen ze in het vroegere Myra, als ze het over ONZE Sint Nicolaas hebben!

Turkije kent tal van rustieke plekjes die nog niet door het massatoerisme zijn ontdekt.

Dit harde feit was ons al eerder geopenbaard: Sint Nicolaas komt niet uit Spanje, doch uit Turkije. Rijdend over daken en alom pepernoten strooiend moet hij rond de vijfde december in ons land dan ook worden beschouwd als een der vroegste Turkse gastarbeiders van ons land.

Met zijn knechten is de Sint hier bovendien dan illegaal aan het werk. De vreemdelingendienst ziet dit door de vingers. Het is historisch zo gegroeid en bovendien zou de hele Nederlandse kinderschare heftig in beroering komen indien Sint Nicolaas bij de grens al zou worden toegeroepen: "Ho, ho! Vol is vol!"

Op 6 december in het jaar 342 overlijdt de bisschop van Myra op 62-jarige leeftijd. In 1087 verdwijnen zijn stoffelijke resten uit de stad. Geroofd door Italiaanse zeelieden. In de Italiaanse stad Bari stellen ze de beenderen ten toon. Plots duiken hier ook de verhalen op dat Sint-Nicolaas bij leven tal van hemelse wonderen zou hebben verricht. Een lokmiddel voor vele duizenden pelgrims. Het stadje vaart er wel bij. Bari behoorde destijds tot het Spaanse rijk en wellicht om die reden is de Sint in onze ogen altijd Spanjaard gebleven.

Lycië zit toeristisch bezien vol verrassingen om in Sinterklaasstijl te blijven. Eeuwenoude rotsgraven, unieke grafhuizen en vreemdsoortige sarcofagen doemen in grote getale op in het afwisselende landschap van bergen, bossen, baaien en schilderachtige vissersdorpjes. De rust wint het hier nog van het massatoerisme.

Vanwege de vele natuurlijke havens hebben de Turkse zuid- en westkust altijd een belangrijke rol gespeeld bij de zeer levendige handel in het Middellandse-Zeegebied. De wateren rond Turkije liggen bezaaid met wrakken van schepen die het bij stormweer niet haalden of bij zeegevechten ten onder gingen. Een staalkaart van vele eeuwen maritieme geschiedenis bevindt zich hier onder water. Een interessant domein voor duikers.

Graven

Heel bijzonder in Lycische grafarchitectuur zijn de zogeheten 'pijlergraven'. Losse, uit een stuk gehouwen pijlers met een grafkamer uitgehouwen aan de top. Een forse steen dekt die ruimte af. Sommige van de graven zijn voorzien van inscripties en reliëfs. Grafschriften die iets vertellen over het roemrijke verleden van de verstorvene. De 'grafhuizen' zijn rustplaatsen aangelegd in de vorm van een huis met uitstekende balken aan de buitenzijden. Honderden grafkamers, uitgehakt in een steile rotswand, vindt u in de plaats Pinara.

De Turkse zuid- en westkust zijn uiterst belangwekkend vanwege de vele overblijfselen uit de tijd van de zevende eeuw voor Christus tot in het Byzantijnse tijdperk. Ook de Romeinen heersten hier en lieten tal van interessante sporen achter. Zoals het Romeinse theater van Xanthos, gebouwd tegen de noordhelling van de Lycische akropolis. Neem er een kijkje, de eeuwen knielen aan uw voeten.

Een bronzen beeld van Sint-Nicolaas in Demre toont een bebaarde man omringd door kinderen. De rijzige figuur heeft een Pietermanzak over de schouder geslagen. Echter het hoofd getooid met de karakteristieke afhangende muts van de kerstman. Nee, niet met een mijter!

Merk op dat de kerstman in veel landen wordt aangeduid met Santa Claus en u voelt de relatie met onze Sinterklaas. Wie de kerstman zoekt moet dus eigenlijk in Turkije zijn en niet aan de noordpool. Het is maar dat u het weet mocht u al bezig zijn met koffers pakken.

In de Sint-Nicolaaskerk van Demre bevindt zich nog altijd de lege tombe van Nicolaas. Het deksel is die van een Romeinse sarcofaag, dus niet oorspronkelijk meer. De prachtige wandschilderingen in de kerk dateren uit de tiende tot de veertiende eeuw.

Sint-Nicolaas was de beschermheilige van zeelieden, handelsreizigers, dieven, pandjesbazen, maagden, maar ook van prostituees. Beroemd is het verhaal van Sint-Nicolaas die enkele nachten achtereen een zak met goudstukken binnen de deur wierp van een arme man. Dank zij deze bruidsschat konden zijn dochters alsnog trouwen. Aan die daad van de Sint is mogelijk het strooien ontleend. In 1970 schrapte de rooms-katholieke kerk Sint Nicolaas van de lijst met officiële heiligen. Het Vaticaan geloofde er niet meer in. Slechts heimelijk wordt in de vertrekken rond de paus door een twijfelaar nog wel eens een schoen gezet. Doch zonder resultaat.

*****

Hollanda’dan Cezmi Doğaner, ‘1970'lerin CHP gençliği’ arasındaydı



1970'li yıllarda Türkiye'nin farklı illerinde CHP Gençlik Kolu Başkanlığı yapmış isimler Antalya'da buluştular. Bu toplantıya, Hollanda’daki Türkler’in yakından tanıdığı Cezmi Doğaner de katıldı.

1973 - 1978 CHP Antalya İl Gençlik Kolları Yönetim kurulu Üyesi Giray Ercenk'in yönettiği, "1980 Öncesi CHP Gençliği'nin Gözüyle 2019 Türkiyesi" başlıklı panelde, çeşitli dönemlerde Gençlik Kolları Genel Başkanlığı yapmış olan Sabri Ergül, Zeki Alçın ve Musa Çam birer konuşma yaptılar. Toplantıya Hollanda’dan katılan Cezmi Doğaner de bir konuşma yaptı.



Cezmi Doğaner yaptığı konuşma ile tüm dikkatleri üzerine çekti. Çoğunluk tarafından takdir edilen Doğaner şöyle konuştu:

‘Cumhuriyet Halk Partisi, dünyada ilk kez emperyalizme karşı kurtuluş savaşı vererek Bağımsız Türkiye Cumhuriyetini kuran bir düşüncenin ürünüdür.

CHP, dünyada ilk kez kan dökmeden, Avrupa’nın yüzyıllara sığdırdığı devrimleri kısa sürede gerçekleştirmiş bir partidir. .

Kurulmakta olan teokratik düzen, toplumdaki dengesizlikleri ve adaletsizlikleri artırarak kutuplaşmayı keskinleştiren, dolasıyla ulusal birliği ve toplumsal barışı ciddi biçimde tehlikeye sokan bir düzendir.

CHP’nin görevi; mevcut yönetim sistemini ve Anayasayı değiştirmektir. Bu anayasayı değiştirmek için, CHP önce kendi tüzüğünü çağdaş, demokratik partilerin anlayışına uygun hale getirmeli ve değiştirmelidir. Türkiye’nin yeniden bir demokratik yaşama geçmesinin öncülüğünü CHP yapacaktır.

Cumhuriyeti kuran parti Türkiye’de demokrasiyi tekrar kurum ve kurallarıyla kuracaktır. CHP kurtarılmadan Türkiye kurtarılamaz…

CHP, Türkiye’de özgürlükçü ve çoğulcu düzenin bir daha geri dönülmemek üzere yerleştirilmesi mücadelesinin öncülüğünü üstlenecektir. Devletin değil, bireyin temel hak ve özgürlüklerini savunacak bir anayasa ve hukuk düzeni; her türlü siyasi yasağın kalkması; başta anlatım ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere, tüm siyasal ve sendikal hakların yasal güvencelere kavuşturulması ve siyasal katılımın yaygınlaştırılmasını ancak Sosyal Demokrat CHP yapar.

CHP, bu dönemde yepyeni bir siyaset anlayışı geliştirerek, deneyimli kadroları ve örgütüyle Türkiye'nin önünü açacak demokratik çözümleri kamuoyu ile paylaşmalı. Bunun için de ivedilikle kendi düşünce ve inançlarını yüreklice savunabilen, sosyal demokrat ideolojiye inanmış, özgüvenleri sağlam insanları bir araya getirmek, sağlam ve sağlıklı bir yapı oluşturmak temel amacı olmalıdır.

Amacımıza varmak için sorun yaratan konuları hep birlikte halka anlatabilmemiz lazım. Cumhuriyet Halk Parti’sinin ilk görevi; bu meclis ve yönetim sistemini değiştirmektir. Bu anayasayı değiştirmek için, önce CHP kendi tüzüğünü çağdaş, demokratik partilerin anlayışına uygun hale getirmeli ve değiştirmelidir.



Tekrar ediyorum, CHP kurtarılmadan Türkiye kurtarılamaz…

CHP’de yukarıdan aşağıya değişim şart. Değişim ve yenileşme CHP’de başlayacak, Türkiye değişecek ve yenilenecektir…

Türkiye, bir yandan ekonomik gelişmesini hızlandırmak, bir yandan çağdaş, demokratik barışçı bir toplum yaratmak, toplumun farklı kümeleri arasında hoşgörüyü, kardeşliği ve bütünlüğü sağlamak zorundadır. Bunun önceliği sosyal demokrat hareketin görevidir.

Türkiye; işsizlik, üretimsizlik ve eşitsizlik sorunlarını çözmek, tarihi, kültürü ve insan birikimiyle hem ulusal hem de uluslararası düzeyde saygın bir ülke olacak, insanlarına yeni ufuklar açarak kaos ortamından kurtulacaktır. Bu, sosyal demokratların öncülüğünde gerçekleşecektir.

Sol bir kitle partisinde, üyelerin siyasi kararların oluşum sürecine katılımları son derece önemlidir. Öte yandan parti ile toplumun, özellikle emekçi kesimlerin ve mağdurların arasında sürekli ve yoğun bir iletişim ve etkileşim kurulması zorunludur.

Tüm bu nedenlerle; CHP örgütleri ve üyeleri, milletvekili, belediye başkanı, yerel meclis üyesi seçme aygıtı olarak görülemez. Parti bir ‘seçim derneği’ne indirgenemez, lideri ‘kurtarıcı’ olarak gören bir anlayışa mahkum edilemez.

CHP hızla ‘lider partisi’ anlayışından kurtulmalı, kendisini "üye / örgüt ve program" partisi olarak tanımlamalı ve bunun gereği olan örgütsel ve tüzüksel düzenlemeleri gerçekleştirmelidir.

‘Üye / örgüt ve program’ partisi anlayışı köklü bir zihniyet değişikliği anlamına geldiğinden, bu süreç yaygın ve sürekli bir parti içi eğitimle desteklenmelidir.

Tüzük değişikliğinin çerçevesini belirleyecek olan şey, öncelikle ‘nasıl bir parti?’ sorusuna verilecek yanıtla ilgilidir. O nedenle ‘üye/ örgüt ve program partisi’nin anlamı konusunda açıklık ve uzlaşma önem taşımaktadır.

CHP’nin içerisinde bulunduğu zor durumdan çıkabilmesi, Sosyal demokrat bir çekim merkezi olabilmesi ve halka güven verebilmesi için ideolojik netliğin yanı sıra, örgütsel yapı ve çalışma tarzının baştan aşağıya yenilemesi kaçınılmazdır. Örgütsel yapı yenilenmeden, ideolojik tutarlılığı sağlamak ve ideolojinin yerini kısır çekişmelerin almasını önlemek de kolay olmayacaktır.

Partinin yeniden yapılanmasına ilişkin esasları aşağıda sunuyoruz. Bunların ve başka önerilerin, önümüzdeki süreçte tartışılarak, olgunlaşmasını ve parti tüzüğünün en kısa zamanda bu yönde değiştirilmesini öncelikli görev olarak görüyoruz. Herkesi, kişisel yarışların ötesine geçerek bu konularda görüş bildirmeye, CHP’nin yenilenmesine ve güçlenmesine katkıda bulunmaya çağırıyoruz.”

GENÇ KALMANIN FORMÜLÜ MUSTAFA KEMAL

Panel yöneticisi Giray Ercenk yaptığı açış konuşmasında şunları söyledi: "Bizim yaş kuşağımız, yüzde 25'i kentte yüzde 75'i kırsalda yaşayan bir toplumla yola çıktı. Bugünün gençliği, yüzde 75'i kentte yüzde 25'i kırda yaşayan bir toplumda yaşıyor. Bizim koşullarımız artık yok. Alanya'nın, Kaş'ın, Gazipaşa'nın parti binalarına girdiğinizde katırla yolculuk yapan siyasetçilerin fotoğraflarını görürsünüz. Gençlik dönemimizde bizim işimiz mütevekkil kırla ilgiliydi. Şimdiki gençlik müdahaleci, çok konuşan, internet olduğu için her şeyi bilen açık bir toplumla iş tutmak zorunda. Şimdiki gençliğini işi bizimki kadar zor. Bu zorluğu aşmak, hep genç kalmak istiyorsanız, devletin kurucu iradesinin başındaki Mustafa Kemal'in yolunda olduğunuzu unutmadan yola devam ederseniz hep genç kalırsınız. Benim bu panelde yapabileceğim naçizane öneri bu. Ben hep genç kalmak istiyorum. Bunun için formülü buldum; Mustafa Kemal'in yolundan yürüyorum."

PARTİNİN ÖZ GÜCÜ GENÇLİK OLMALI

1970'li yılların CHP'lilerini buluşturan etkinliği düzenleyen, 70'li yılların ünlü Antalya İl Gençlik Kolu Başkanı Recep Durmasür, "1980 öncesi gençliği hiç bir çıkar beklemeden partisi için, halkı için kelle koltukta mücadele eden gençlerden oluşuyordu. 778 bin kilometrekarelik ülke toprağımızın her bir metrekaresine damga basmış bir gençlik kollarımız vardı. O günün gençleri olarak her zaman partinin özgücü olduk" diyen Durmasür, "Gençlik öz güç olmazsa partiyi ileriye taşıyamayız. Partiyi ileriye taşıyacak olan gençliktir, o gençliğin de eğitilmesi, bilinçlendirilmesidir. Bizi bu kadar heyecanlandıran bunu bir kez daha hatırlamış olmamızdır" diye konuştu.

TÜRKİYE DEĞER YİTİMİNE UĞRADI

20. Dönemde İzmir Milletvekililiği yapan 1972 - 1974 CHP Gençlik Kolları Genel Başkanı Sabri Ergül etkileyici konuşmasında, gençlik kollarının partinin değişiminin fitili olduğunu belirttiği konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Düzenle bağları olmayan, özgürce düşünen gençler, partinin ileri aşamalara, daha iye yarınlara ulaşmasına düşünce ve örgütsel düzeyde katkı koyarlar. 12 Eylül faşist darbesine kadar Türkiye'de özgürlük, demokrasi vardı. Hukuk devleti vardı. Konuşan bir Türkiye vardı. Örgütlü bir toplum, sendikalar, özerk üniversiteler vardı. En önemlisi partiler içinde demokrasi vardı. Lider partileri, tek adam partileri değildik. Genel başkanlar öyle dilediğini milletvekili yapamıyordu. Örgüte gidiyorlardı, milletvekilleri örgütten seçiliyordu. Partide demokrasiyi egemen kılacaksanız, kararları ortak akılla alacaksınız. Bizim gençliğimizde hayal ettiğimiz Türkiye bugünkü Türkiye değildi. Türkiye her anlamda değer yitimine uğradı. 2019'a baktığımızda susturulmuş bir toplumla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Türkiye artık aklın ve bilimin geçerli olduğu bir ülke olmaktan çıktı. Dogmanın, hurafenin toplum ve devlet yaşamında egemen olduğu bir ülke haline geldi. Ondan da kötüsü Türkiye, en tehlikeli bölünme olan inanç temelinde bölünüyor. Din temelinde, mezhep temelinde bölünüyor."

Geçtiğimiz dönem Ankara İl Başkanı olan1975 - 1978 CHP Gençlik Kolları Genel Başkanı Zeki Alçın da konuşmasında şunları söyledi: "CHP'nin 70'li yıllarda zirve yapması partiyi yöneten insanların başarısıyla sınırlı değildi. Bu yükselişin önemli nedenleri arasında devlet partisi olarak algılanan CHP'nin o yıllarda kendini sol parti, halkın partisi, sosyal demokrat parti olarak ifade etmesinin altını çizmek gerekir. CHP bu yöndeki dönüşümünü tam sağlayamamışken 1980 darbesiyle karşılaşmasa, sonraki dönemin siyaseti daha farklı olabilirdi. 80 sonrası bölündük, birbirimizle mücadele eder hale geldik. 70'li yıllarda dışa dönük mücadele eden insanlar birbiriyle mücadele eden insanlara dönüştü."

'KLASİK SEÇİM ÇALIŞMALARIYLA BU İŞLE BAŞ EDEMEYİZ'

Panelin son konuşmucısı 24,25, 26. dönemler CHP İzmir Milletvekili, 1978 - 1980 İzmir İl Gençlik Kolları Başkanı Musa Çam konuşmasına CHP ve rakiplerinin 1969 seçimlerinden bu yana Türkiye'nin kaç ilinde birinci parti olarak çıktığını gösteren haritaları paylaşarak başladı. 1969 seçimlerinde AP'nin 58 ilde birinci parti olarak çıktığını belirten Musa Çam, buna karşılık CHP'nin sadece 4 ilde birinci çıktığını söyledi. Dört yıl sonra 1973 seçimlerinde tablonun tersine döndüğünü belirten Musa Çam, bu seçimlerden CHP'nin 34 AP'nin 25 ilde birinci sırada çıktığını hatırlattı. 2000'li yıllardaki tablonun üzücü olduğunu belirten Çam, 2002 seçiminde 57 ilde AKP'nin, 10 ilde CHP'nin, 13 ilde HADEP'in birinci çıktığını, CHP'nin birinci çıktığı il sayısının 2007 seçiminde 5'e düştüğünü; CHP'nin 2007 seçiminde 7, 2015 Haziran seçiminde 10, Kasım seçiminde 7 ilde birinci çıkabildiğini, en son yapılan milletvekili seçiminde 64 ilde AKP'nin, 11 ilde HDP'nin, 6 ilde CHP'nin birinci parti olarak çıktığını söyledi.

Panele çok sayıda partili katılırken, parti yönetimlerinden katılım sınırlı oldu. CHP İl ve ilçe başkanlarından katılım olmazken, CHP Milletvekillerinden Aydın Özer ve Rafet Zeybek katıldı. Muratpaşa Belediye Başkanı Ümit Uysal da kısa bir süre paneli izleyip çıktı. Konuşmacılar genel olarak partinin kendisini net olarak ortaya koyması gerektiğini belirtirken, amacı, inancı olan, güven veren bir CHP’nin kazanacağı kaydedildi.

ANILAR EŞLİĞİNDE YEMEK

Panel sonrası akşam yemek gerçekleştirildi. Atatürk Parkı’nda Gaziantep Restoran’daki yemeğe CHP İl Başkanı ve belediye başkanları katılmazken, CHP’nin geçmişte görev yapmış çok önemli isimleri yemeğe katıldı. Selahattin Tonguç, Yusuf Öztop, Gürkut Acar, Abdi Yavuz dikkat çeken isimlerdi. Recep Durmasür’ün sunumuyla başlayan yemekte konuşmacılar 1980 öncesi dönemde yaşanmış olayları anlatıp geçmişi yad ettiler.

Panel’de Rizeden Halil İbrahim Çağatay, Trabzondan Necip Yıldız, İstanbul’dan Süha Akıncı, Çankırı’dan Ertuğrul Yeşildal, Eskişehi’den ve Ersin Ertürk, Isparta’dan Cengiz Sakarya, Aydın’dan Kadir Şilit, Gaziantep’ten Hamit Kılınç, İsmail Fırat, Zeki Demir, Tarsus’tan Ali Telli, Van’dan Salih Taşçıoğl birer konuşma yaptılar.



Toplantıya Antalya İl Sekreteri İlkay Budak, Antalya Milletvekilleri Aydın Özer, Rafet Zeybek, Yusuf Öztop, Bekir Kumbul, Feridun Baloğlu, Faik Altun ve Burdur geçmiş dönem milletvekili Ali Sanlı, Muratpaşa Belediye Başkanı Ümit Uysal ve geçmiş dönem Belediye Başkanı Selahattin Tonguç katıldılar.

Ayrıca Antalya İl Gençlik Kolları Başkanı Musa Gül ve arkadaşları panelin her aşamasında ağabeylerine destek verdiler.



*****

Rotterdam Klasik Türk Müziği Korosu’nun yeni yıl konseri 12 ocakta



İlhan KARAÇAY’ın haberi:

2001 Yılında Rotterdam’da temeli atılan ve 2009 yılında ise resmen dernekleşen Rotterdam Klasik Türk Müziği Korosu, yeni yılın ilk konserini 12 ocakta yapacak.

Erhan Günbulut (Başkan), Mehmet Nuri Alkan (Başkan Yardımcısı), Mehmet Akçay (Halkla İlişkiler ve sayman Ramazan Çelen’nin yönettiği derneğin korusunda, şefliği Çiğdem Okuyucu yaparken sazlarda Ali Alkhafaji, Atilla Tektaş, Aiz Sürmeli, Cengiz Arslanpay, Lütfi Peşket, Mahir Eyvaztekin, Jacobus Rhile ve Jamil Alasadi yer alıyor.

Çeşitli kültürler arasında, müzik ile bir köprü oluşturmak istediklerini beliren dernek yöneticileri, bugüne kadar sadece Türkler’den değil, diğer milletlerden de yüzlerce korist ile çalıştıklarını, sahneye 25 korist ile çıktıklarını belirtiyorlar.



Rotterdam Klasik Türk Müziği Korosu’nun sıkça yaptığı konserler büyük ilgi çekerken, yurtiçi ve yurtdışı konserlerde de dikkat çekiyor.

Koro’nun unutulmaz icraatları arasında şunlar yer alıyor:

-2007 ve 2008 yıllarında, Hollanda’nın ünlü Maasstedelijke Korosu ile ortak icraat.

-2011 yılında, Hollanda Klarnet Korosu ile ortak icraat.

-2013 yılında, Cultifest Festivali’nde Ferdi Tayfur’dan önce sahne aldılar.

-2015 yılında, İşverenler Galası’nda, TRT sanatçısı Bahadır Özüşen ile sahne aldılar.

-2016 yılında, Samsun Korolar Festivali’nde Kutlu Payaslı ile ortak program yaptılar.

-2016 yılında Bursa Devler Klasik Türk Müziği Korosu şefi Hüseyin Taşçeşme ile program.

-2017 yılında, Belçika’nın Gent şehrindeki festivalde sahne aldılar.

Koro’da yer alanlardan çoğunun konservatuvar öğrencisi olduklarını belirten Başkan Erhan Günbulut, yeni yılın ilk konserini çok yeni bir repartuvar ile 12 ocak akşamı saat 20.20’de Rotterdam’ın banliyosu Capelle a/d Ijssel’deki Isala Theater salonlarında yapacaklarını belirtti.

Yeni repartuvarda, Osmanli Mozaiği ve usta besteâr Avni Anıl’ın eserleri sunulacak.

*****

Magazin medyasının kralı Doğan Şener’i kaybettik





O’nu, Beyaz Kelebekler grubunu Hollanda’ya getirdiğim yıl tanımıştım. Yıl 1976’ydı.

Beyaz Kelebekler grubunun, ‘Sen gidince bak neler oldu’ şarkısı dünya müzik listelerine girmişti.

Önce bir konser turnesi, daha sonra da çeşitli televizyonların davetleri ile Hollanda’ya 5 kez gelen Beyaz Kelebekler, dünyaca ünlü Tee Set grubunun solisti Peter Tettero ile işbirliği yapmış ve dost olmuşlardı.

İşte o sırada Doğan Şener de Hollanda’nın müdavimi olmuştu.

Doğan Şener, Genel yayın Yönetmenliğini yaptığı Hey Dergisi ile, dünyanın sayılı magazin adamları arasına girmişti. Milliyet’in yan kuruluşu olan Hey Dergisi, Kamuran Sümercan imzalı haberlerle de süsleniyordu.

Size, Beyaz Kelebekler’in macera dolu geçmişini az sonra anlatacağım. Ama önce Doğan Şener.

1 yıl kadar önceydi. Facebook’ta Doğan Şener’in Beyaz Kelebekler hakkında bir yazısını gördüm. Hemen temasa geçtim. Sağolsun Doğan kardeşim, Beyaz Kelebekler’in başarısında benim imzamın olduğunu unutmadığını belirtti.

Doğan ile son yazışmamız bir ay önce oldu. ‘Kamuran Sümercan’ nerelerde ve ne yapıyor sorusuna cevap aradık.

Adı, Türk pop müziği tarihine altın harflerle yazılmış olan ve pop müzik sanatçılarına büyük emeği geçen Doğan Şener’in mekânı cennet olsun.

ÖZGEÇMİŞİ

Doğan Şener, 8 Ocak 1937 tarihinde Zonguldak'ta dünyaya geldi. Haydarpaşa Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı'nda okudu. Çok genç yaşta Milliyet Gazetesi'nin magazin müdürü oldu. Milliyet'in Pazar ekinde Müzik Kulübü'nü hazırlamaya başladı ve daha sonra Hey Dergisi'ni kurdu. Bir döneme damga vuran Hey Dergisi'nin efsane genel yayın yönetmeni olarak anıldı.

*****

…ve Beyaz Kelebekler

3 KELEBEĞİ 49 YIL ÖNCE KAYBETMİŞTİK

'Sen gidince Bak neler Oldu' şarkısı ile yurtdışında büyük üne kavuşan Beyaz Kelebekler'in Hollanda öyküsü





'Sen Gidince Bak Neler Oldu' şarkısıyla dünyaya ün salan Beyaz Kelebekler Grubu, 49 yıl önce bugünlerde feci bir kaza geçirmiş ve o kazada 3 yavru Kelebek'i kaybetmiştik. 8 kişilik o grup, iki otomobille, tam 49 yıl önce, Adapazarı'na konsere giderken yolda bir kaza geçirdi. Bu kazada Altan ve Rifat kardeşler ile Behzat Kutlubağ vefat etmişlerdi.

Tam 5 yıl bir kabus yaşamı süren Beyaz Kelebekler grubunun, kaza öncesine dayanan Avrupa sevdası, şahsım tarafından gerçekleştirilmişti. Kelebekler'in Hollanda'dan tüm dünyaya taşan şöhretleri, onların büyük acısını bir nebze olsun dindirmiştir ama, sizlere önce o acı kazayı okutayım, daha sonra da Hollanda serüvenlerini yazayım.

18 ocak 1970 Pazar gününe kadar her şey yolunda gidiyordu.. Beyaz Kelebekler, zirveye doğru tırmanıyorlardı. Fakat pazarı pazartesiye bağlayan gece bir felaket yaşandı. Feci bir trafik kazası, 3 Beyaz Kelebek'in yanarak ölmesine ve grubun kolunun, kanadının kırılmasına sebep oldu...

Beyaz Kelebekler, pazar gecesi Maksim'deki programlarından sonra iki otomobile binmişler, Adapazarı'ndaki konsere gidiyorlardı. Öndeki otomobilde menajerleri Turgut Akyüz, Ercüment Ateş ve Ender Akacan vardı. Arkadaki Chevrolet'de ise Altan ve Rıfat Eke kardeşler ile, Behzat Kutlubağ, topluluğun kadın solisti Ülkü Üst ve Bülent Ortaç vardı.

Eşme köyüne kadar yolculuk gayet iyi geçmişti. Şakalaşıyorlar biraz sonraki konseri konuşuyorlardı. Öndeki otomobil Adapazarı'na varmıştı ama, arkadaki otomobil gelmemişti. Konser vakti de gelmişti. Çaresiz bir şekilde eksik kadroyla sahneye çıktılar ve

arkadaşlarının yolda olduklarını söyleyip seyircilerden özür dilediler. Ama ikinci otomobil bir türlü gelmiyordu. Daha sonra o "kötü haber" geldi ve sahnedeki 3 Kelebek tam anlamıyla yıkıldı. Seyirciler de tabii...



O kötü haberi şimdi Tozlu Magazin'den okuyalım:

18 Ocak Pazar gecesi Maksim Gazinosu’nun kulisinde, Beyaz Kelebekler’in menecerleri Turgut Akyüz ile konuşuyorduk.

''Zor günler geride kaldı, artık önümüzdeki günler bizim. Kendimizi kabul ettirmek için ne sıkıntılar çektik, çok iyi biliyorsunuz. İnşallah bir gün Avrupa sahnelerine de çıkarsak, o günleri hatırlar ve yazarsınız.''

Bu konuşmanın üzerinden dört veya beş saat geçmiş geçmemişti, telefonumuz acı acı çaldı. Adapazarı muhabirimiz arıyordu ve bize şu kara haberi veriyordu:

''Beyaz Kelebeklerden üçü yanarak öldüler. Fakat kimliklerini henüz tespit edemedim. Ankara - İstanbul yolu trafiğe kapandı.''

Yarım saat sonra telefonumuz ikinci defa çalacak ve Adapazarı muhabirimiz feci kazada ölen 3 Beyaz Kelebek’in kimliğini verecekti: Altan Eke, Rıfat Eke ve Behzat Kutlubağ...

Verilen haberin gerçek olmamasını dileyerek sabahı zor ettik. Ama dileğimiz olmadı. Haber gerçekti. 3 Beyaz Kelebek aramızdan sessizce ayrılmıştı.

Adapazarı muhabirimiz kazayı telefonda şöyle anlatıyordu: ''Beyaz Kelebekler’in bindikleri 34 FS 467 plakalı otomobil, Eşme Köyü yakınlarında, Antalya’dan gelen 10 tonluk, portakal yüklü bir kamyonun altına girmiş ve paramparça olarak şarampola yuvarlanmıştır. Kaza sırasında otomobilin benzin deposu ateş aldığı için, Altan Eke, Rıfat Eke ve Behzat Kutlubağ yanarak ölmüşlerdir. Alevlerin tesiriyle cesetlerin kemikleri birbirine yapışmış, üç Beyaz Kelebek, tanınmayacak hale gelmişlerdir.

Aynı otomobilde bulunan şoför Feridun Necip Öner, Ülkü Üst, Bülent Ortaç mucize kabilinden hafif yaralarla kurtulmuşlardır. Şoförün ve diğer iki Beyaz Kelebek’in kurtulmasında kamyon şoförünün büyük cesareti rol oynamış, çarpışmadan sonra şarampola yuvarlanmasına rağmen, kamyonundan dışarı fırlayan şoför, yanan otomobilin yanına yaklaşarak ellerinin yanmasına aldırış etmeden, şoför arkadaşını ve diğer iki Beyaz Kelebek’i dışarı çıkarmıştır. Üç Beyaz Kelebek ise baygın halde olduklarından, bu sırada alevler de etrafı iyice sardığından maalesef kurtarılamamışlardır. Hükümet doktorunun verdiği bilgiye göre, zaten üç Beyaz Kelebek yanmasalardı da gene kurtulamayacaklardı. Zira, arkada oturan Behzat Kutlubağ’ın vücudu, kazanın olduğu anda boynundan kasıklarına kadar yarılmıştır. Altan ve Rifat Eke’nin de kafataslarında iri iri delikler açılmıştır.''

'Kara haber tez yayılır' derler...

Beyaz Kelebekler’in ölüm haberi de bir anda bütün Türkiye’yi mateme boğdu. Gözyaşları 21 Ocak günü Şişli Camisinde hıçkırığa döndü..



3 TABUT, 3 BEYAZ KELEBEK...

Beyaz Kelebekler’in cenaze törenine ilgi çok büyük oldu. Şişli Camii’nin avlusu tamamen dolmuştu. İğne atılsa, düşecek yer kalmamıştı koskoca avluda. Üç musalla taşı, üç tabut, üç imam..

Geride kalan Beyaz Kelebekler’den beşi tabutlara kapanmışlar. Sarsıla sarsıla ağlıyorlardı. Menejerleri Turgut Akyüz’ün gözleri kan çanağı gibi. Yüzü sapsarı. Başını sallayıp duruyor. Dudakları kıpırdıyor, ama ne söylediği pek anlaşılmıyor. Bülent Ortaç, kazadan kurtulanlardan. Ayağının kütük gibi şiş olmasına rağmen, koltuk değneklerine dayana dayana son vazifesini yapmak için camiye gelmiş. Küçük darbukacı Ercüment Ateş (ölen Behzat’ın teyzesinin çocuğu) kelimenin tam anlamıyle perişan bir halde.

Ağlayanlar yalnız Beyaz Kelebekler değil. Bütün İstanbul göz yaşı döküyor. İstanbul’un en uzak semtlerinden, Küçükçekmece’den, Soğuksu’dan, Kartal’dan, Pendik’ten, yakın illerden, Tekirdağ’dan, İzmit’ten, Adapazarı’ndan, Çatalca’dan, Çorlu’dan gelenler var. Otobüsler, minibüsler, otomobiller tutmuşlar, Şişli Camii’ni, Şişli Meydanı’nı doldurmuşlar.

Dudaklarında genellikle dört kelime dolaşıyor: ''Yazık oldu'' ve ''Kara yazı...''

Cenaze törenine gelenler arasında müzik dünyamızın şöhretleri de var. Gelemeyenler çelenk göndermiş. Berkant, Ateş Böcekleri, ölen arkadaşlarının resimlerini taşıyor.

Avluda Nuri Sesigüzel, Alâeddin Şensoy, Kadri Şençalar, Zeki Çetin, Ahmet Sezgin üzüntülü üzüntülü dolaşıyor. Zeki Müren gelememiş, çelenk göndermiş. Selda Alkor üzüntüsünden Şişli Etfal Hastanesi’ne kaldırılmış...

Şişli Camii’nin minarelerinden yükselen ezan sesleri, kılınan cenaze namazı, imam Sadettin Evginer’in dokunaklı sesiyle yaptığı dualar ve tabutların sırayla camiden çıkışları. Gözyaşı, hıçkırık, feryatlar, bayılanlar...

İlk durak, öğrenimlerini yaptıkları İktisadi ve Ticari İlimler Yüksek Okulu’dur. Son durakları ise Feriköy mezarlığı...

Feriköy Mezarlığı'nda yanyana üç mezar kazmışlar. Kar incecikten yağıyor, iliklere işleyen bir soğuk var ama, kim dinler soğuğu. Akan gözyaşları etrafı ısıtıyor. Biraz sonra üç Beyaz Kelebek ebedi istirahatgahına yerleştirilecek. Artık ne flüt, ne kaval, ne de gitar sesi var. Derin bir sessizlik... Üzerlerine topraklar atılıyor. Kara kara topraklar. Islak topraklar. Bu toprakların üstüne konan çelenkler. Karanfiller, güller, orkideler, kasımpatılar.

GERİDE KALANLAR

''Ölenle ölünmez'' derler ama, bunu siz bir de ölenin yakınlarına sorun. Behzat Kutlubağ’ın annesine, babasına, akrabalarına, geride kalan Beyaz Kelebekler’e ve iki çocuğunu bir anda kaybeden, hayatta tutunacak bir dalı kalmayan, Altan ve Rıfat Eke kardeşlerin gözü yaşlı annesi Vasfiye Eke’ye sorun...



Hayatta yapayalnız artık Vasfiye Eke...

Talihsiz kadın. Alnının yazısı kara yazılmış. Kocasını, çocuklarının babasını yıllar önce kaybetmiş. Adapazarı yolunda ise Azrail, iki yavrusunu bağrından koparıp götürmüş. Müslüman kadın, dindar kadın Vasfiye Eke.. Yavrularının arkasında gözyaşı dökmek istemiyor. Ama ana yüreği bu, dayanılır mı bu acıya?..



İşte böyleydi Beyaz Kelebekler'in dayanılmaz kaza öyküleri.

Ama bir başka öyküleri daha vardı Kelebekler'in...

Bu kez, tadına doyum olmayacak bir öykü.



Hollanda öyküsü



Yıl 1975. Kazanın ardından beş yıl geçmiş. Kelebekler'in kaptanı rahmetli (altta açıklayacağım) Turgut Akyüz'ün, Adapazarı'na hareket etmeden önce Tozlu Magazin'e yukarıda okuduğunuz gibi, söylemiş olduğu, ''Zor günler geride kaldı, artık önümüzdeki günler bizim. Kendimizi kabul ettirmek için ne sıkıntılar çektik, çok iyi biliyorsunuz. İnşallah bir gün Avrupa sahnelerine de çıkarsak, o günleri hatırlar ve yazarsınız'' dileğini yerine getirme zamanı gelmişti.

O yıllarda, gazetecilik ve seyahatçılık faaliyetlerimin yanında konser organizasyonları da yapıyordum. Öyle ya, gurbette vatan hasreti çeken yurttaşlarımız vardı ve bu yurttaşlarımız, özlem duydukları Türk müziğini sadece cızıltılı radyolardan dinleyebiliyorlardı. Bırakın canlı konser izlemeyi, TV ekranlarına bile hasretti gurbetçilerimiz.

Bu nedenle, gurbetçilerimizi Türk müzik sanatçıları ile buluşturma programları yapmayı kaçınılmaz bir borç bilmiştim.

Eeeee, bir bakıma ticaretti de bu...

Kimi zaman kazandırdı kimi zaman da kaybettirdi.



Beyaz Kelebekler, Hollanda'nın otantik köyü Volendam'da yöresel kıyafetler ile bu hatıra fotoğrafını çektirdiler



Hollanda'ya ilk konser turnesini 1975 yılında planladım. İstanbul'da sanatçı arayışı içindeyken, Anadolu türkülerinin en sevilen yıldızı Saniye Can ile görüştüm ve anlaştım.

Kıbrıs çıkarmasından sonra Karaoğlan türküsü ile ünlenen Rıza Konyalı da kadro için mükemmeldi. İyi de, bir de assolist lazımdı. Kadroda Anadolu ezgilerini yorumlayacak iki isim vardı. Bunlara bir de modern folklorumuzu yorumlayacak biri lazımdı.

O sırada aklıma ilk gelen isim Beyaz Kelebekler oldu. Beyaz Kelebekler 5 yıl önce bir facia yaşamıştı ama, daha sonra kurdukları kadro ile başarılara imza atıyor ve aranan sanatçılar oluyorlardı.

Beyaz Kelebekler'in kaptanı rahmetli Turgut Akyüz ile görüşürken, ekibin bel kemiği sayılacak olan Bülent Ortaç ve Ender Akacan da vardı.

Beyaz Kelebekler'in ilk hedefleri para değildi. Bu da benim işime yarıyordu tabii.

Onların amacı Avrupa'da ve dünyada tanınmaktı. Kendilerine bu sözü verdim, 'Tanınmanız için elimden gelen her türlü fedakârlığı yapacağım' dedim.

Öyle de yaptım. Hollanda turnesi başlamadan önce gazeteleri, radyoları ve TV istasyonlarını dolaştım. Gazeteler, 'Türkiye'den Witte Vlinders (Beyaz Kelebekler) geliyor' haberlerini yaparken, o zaman çok ünlü olan eğlence programı yapımcısı Tineke Vos (Nooijer) ile konuşup anlaşmıştım.

Reklam kampanyalarımdaki ilk hedefim Türklerdi ama, Hollandalılar için de Hollandaca reklamlar yaptırdım.

Bir ay içinde tam 16 yerde konser verilecekti. Tesadüf ya, Lahey kentinde uluslararası bir müzik festivali düzenlenmişti. O festivale Beyaz Kelebekler de davet edilmişti. Ama program saati bize uymuyordu. Zira aynı gün TV proramı çekimi için Hilversum kentine gidecektik.

Biz de bu davete karşı 'olmaz' dedik. Festival saat 13.00-17.00 arasındaydı. Biz saat 16.00'da Hilversum'da olmalıydık. İmdadımıza Tineke yetişti.

'Siz 15.00'te sahneye çıkın, ben sizi polis eskortuyla buraya getirtirim' diyen Tineke, sorunu böyle çözmüştü.

Beyaz Kelebekler'in Lahey Uluslararası Müzük Festivali'ndeki performansı muhteşem olmuştu. Biz polis eskortu ile Hilversum'a vardıktan sonra Lahey'den mutlu bir haber geldi.

Festival'in en sevilen ve en çok alkışlanan ekibi Beyaz Kelebekler olmuştu.

Tineke'nin, akşam yayınlanacak olan programı saat 16.00'da çekilmeye başlanmadan önce bir ricada bulundum. ''Sahnede sana bir lale buketi vereceğim. Sen de bana teşekkür edeceksin değil mi?'' dediğim Tineke, ''Hem de seni öpeceğim'' demişti.

''O zaman sen de bana, 'Bu Hollanda çiçekleri için teşekkür ederim' dermisin'' diye rica ettiğim Tineke, sahnede bu isteğimi yaptı ve beni öptü de...

Ben de çekim sırasında, ''Ho, ho, dur bakalım, sana verdiklerim Hollanda çiçeği değil, Türk çiçeğidir'' dedim ve lale soğanının Hollanda'ya Türkiye'den getirilmiş olduğunu kısaca anlattım. Tineke çok şaşırmış bir şekilde, ''Öyle mi, ne zaman oldu bu?'' diye sorunca,

''4-5 yüz yıl kadar önce'' önce deyip izleyicileri merakta bıraktım. İnanır mısınız, o sırada TV istasyonuna telefon yağdı. Ansiklopedilere bakanlar, lale soğanının 400 yıl, 410, yıl 415 yılönce getirilmiş olduğunu anlattılar. (Bu hesaplama, lale soğanını Hollanda'ya gönderen Busbecq'in, İstanbul'da görev yaptığı 1555-1562 yıllarını baz alınarak yapılmıştı.



Fotoğrafta, TV ekranlarında, Beyaz Kelebekler şarkılara başlamadan önce,Tineke Vos'a lale soğanının Türkiye'den Hollanda'ya götürülüşünü anlatıyorum. Evet, işte böylece, lalenin Türkiye'den Hollanda'ya getirilmiş olduğu tartışmaları kuvvet kazanmış oldu



Plak yapımcıları

Tineke bu programa, aralarında anlaşmazlık olan plak yapımcılarını da tartışmak için davet etmişti. Plakçılar stüdyodayken Beyaz Kelebekler üç şarkı söyleyecekti. Bizim favori şarkımız Sen Gidince değil, Karanfilli Yar Allı Yar şarkısıydı.

Beyaz Kelebekler üç şarkıyı da muhteşem bir shov ile söyledikten sonra, Hollanda'nın en ünlü ve eksantrik plakçısı Joost Draijer ayağa kalktı ve bize koşarak gelip, Sen Gidince Bak Neler Oldu şarkısını ima ederek, ''İkinci şarkıyı plak yapmak isterim' dedi. Biz de çok sevindik ve hemen kabul ettik.

Stüdyoda bulunan arkadaşım Mİlliyet muhabiri Kamuran Sümercan araya girdi ve, 'Tee Set Grubu'nun solisti Pater Tettero benim çok iyi dostumdur. O da plak yapıyor. Bir de onunla konuşalım'' dedi. Peter Tettero adını duyan Josst Draijer, 'No problem' diye araya girdi ve, ''Peter'in plaklarını da ben yapıyorum, birlikte çıkarırız'' diyerek yüreğimize su serpti.



Önde görülen sarışın Peter Tettero, Tee Set Grubu ile Hollanda'nın en ünlü topluluklarından birinin solistiydi Daha sonra dostluğumuzun uzun yıllar devam ettiği Peter, 9 Eylül 2002 tarihinde genç yaşta vefat etti



Bir aylık konser süremiz doldu ama, plak çalışmaları için zamana ihtiyaç vardı. Beyaz Kelebekler plak çalışmalarını tamamladıktan sonra Türkiye'ye döndüler.

'Sen Gidince Bak Neler Oldu' plağı piyasaya çıkması ile birlikte radyolarda her gün yüzlerce defa çevriliyordu. Öyle ya, gerek Peter Tettero ve gerekse Joost Draijer, radyo istasyonları tarafından destekleniyordu.

Kelebekler'in şarkısı listelerde her geçen gün yükseliyordu. Hollanda'nın dört bir yanında bu şarkı yankılanıyordu. Witte Vlinders (Beyaz Kelebekler) adı artık herkes tarafından ezberlenmişti.

Sen Gidince Bak Neler Oldu şarkısı listelerde birinci sırayı alınca, dünyanın diğer ülkelerinde de dağılmaya başlandı ve Kelebeklerimiz tüm dünyada şöhret olmuşlardı.



Beyaz Kelebekler listelerde tırmanmaya başladığı zaman Türkiye'de yayınlanan haberlerden biri şöyleydi:

Beyaz Kelebekler Hollanda Listelerinde Beşinci sırada !

“Sen Gidince” adlı plaklarını “TIP PARADEJ” listesinde üç haftada gösterdiği başarı üzerine Hollanda Televizyonu, renkli filmlerini çekmek üzere Beyaz Kelebekler'i Hollanda'ya davet etti.



İlk defa bir Türk topluluğu , Avrupa’da müzik listelerine girdi .

On biri aşkın yıldır pop müzik dünyamızda varlıklarını sürdüren Beyaz Kelebekler'in son Hollanda turnesi sırasında, Tee-Set’in Stüdyolarında doldurduğu “Sen Gidince” adlı plakları , 30 şarkılık “Tip Pared” listelerine 17. sıradan girdi, ikinci hafta 6 . sıraya yükseldi ve arkasından bir basamak daha yukarıya , 5 . sıraya yükseldi.



30’luk “Tip Parade” listelerinin başına yükselme başarısını gösteren plaklar , daha sonra “Top 40” listelerine girerler. Ve bu listeye giren şarkıcı ve topluluklar için Hollanda TV ‘sinde özel bir “Top Pop” adlı program hazırlanır. “Top Pop”da sanatçılarla röportajlar yapılır ve listeye giren plakları tanıtılır.



Beyaz Kelebekier'in Top 30 listesinin başlarına yükselmesi üzerine menajer Theo Kuppens, geçtiğimiz hafta Türkiye’ye geldi.Kupens , Beyaz Kelebekler’le birlikte 8 Mayıs Perşembe günü Yeşilköy’den Holandaya uçtular.Beyaz Kelebekler’le beraber HEY Dergisi sorumlu büdürü Doğan Şener’de Türk topluluğunun bu başarısını yerinde izlemek üzere Holanda’ya üçtu.



Hollanda radyosunda “Sen Gidince” devamlı surette ve günde onlarca defa çalınıyor.Olayı öğrenen Beyaz Kelebekler ise on bir yılı aşkın süredir , belki de hayatlarında en mutlu günlerini yaşıyorlar.''

Türkiye'de gazeteler, Beyaz kelebekler haberleriyle doluydu. Benim muhabirlik yaptığım Hürriyet, TV'de 7 Gün, Gong, Hafta Sonu, Kelebek gazeteleri de bu haberlerle doluyordu. Bir gün Genel Müdürümüz rahmetli Nezih Demirken aramıştı ve, 'Ne o Karaçay, Beyaz Kelebekler'den başka haber bulamıyor musun?' diye takılmıştı.

Tesadüf ya, o günlerde Nezih ağabeyim Hollanda'ya gelmişti. Kendisini Schiphol Havalimanı'ndan aldım. Yolda gelirken radyoda Sen Gidince çalmaya başladı. Nezih abi yüzüme soğuk bir şekilde baktı. Otele vardık. Odaya çıktık. Odada radyo yine Sen Gidince ile inliyordu. Yine bir bakış.

Otomobile bindik ve Zwolle kentine doğru gitmeye başladık. Yolda radyo da yine Sen Gidince. Bu kez Nezih ağabey bana döndü ve, ''Ne o Karaçay, ben gelmeden radyolarla anlaşma mı yaptın?'' diye yeniden takıldı.

Hollanda televizyonları daha sonra Beyaz Kelebekler'i iki defa özel olarak davet ett. Ben de1976 ve 1977 yıllarında iki kez daha turne yaptım. Konserlere gelen Hollandalı sayısı Türkler'den çoktu.1978 yılında, Arjantin'de Dünya Futbol Şampiyonası'nı takip ederken, Kelebekler'den Bülent Ortaç aradı ve ''Abi bize Avrupa geneli için bir teklif var. Muazzez Abacı ile birlikte konser turnesi yapacaklar. Ama biz önce senden izin alalım istedik'' dedi. Ben de tereddütsüz 'Tamam' dedim.

Beyaz Kelebekler bu kez Almanya başta olmak üzere, Avrupa'nın dört bir yanında konserler verdiler ve çok beğenilerek şöhretlerine şöhret kattılar.



Hollanda turnesinin ilk yıllarında solist Sevil Özyurt idi. Daha sonra Semra İleten solist oldu.

‘Sen Gidince Bak Neler Oldu’ isimli şarkıyı plakta söyleyen ve meşhur eden Sevil Özyurt (Yaprakgül) 18 Ocak 2018 günü geçirdiği kalp krizi sonrasında yaşamını kaybetti.

Haberimi Facebook'ta yayınladıktan sonra benimle temas geçen Semra İleten, 25 yıldır Londra'da yaşadığını, sahne çalışmalarına devam ettiğini söyledi. Semra'nın 34 yaşında bir de dünya güzeli kızı var. Semiramis adlı kızı da sahne çalışmaları yapıyor. O Ses Türkiye Yarışması'nda, Alicia Keys'in 'Failling' şarkısını söylemeye başladığı zaman, jüri üyesi Murat Boz sahneye fıtrlamış ve Semiramis ile dans etmişti.

Facebook haberinden sonra Kelebekler'in yakışıklısı Ender de aradı ve ''Abi bilmedikleriniz var'' dedi ve şunları ekledi:'' Ben önce arkadaki arabaya binmiştim. Sonra beni kovdular ve öndeki arabaya attılar. Sevinilecek gibi değil ama, böylece ben ölümden kurtuldum.''

Kelebekler'in beyni sayılan Bülent Ortaç da benimle temasa geçti ve, ''Canım ağabeyim, çocukların arkasından rahmet okuyacak kimse kalmamıştı. Sayende şimdi binlerce kişin,in rahmetine mazhar oldular.49 yıl sonra da olsa, ölenlere rahmet okuttuğun için teşekkür ederim''

1980 yılında dağılan Beyaz Kelebekler'de daha önce de acı bir ölüm olayı yaşanmıştı. Grub'un kaptanı Turgut Akyüz, Stardust isimli bir gazino açmıştı. Turgut Akyüz 18 Şubat 1983 gecesi talihsiz bir şekilde öldürülmüştü.

O haberi de Tozlu Magazin'den okuyalım:

Turgut Akyüz Kör Kurşunun Hedefi Oldu

16 Şubat 1983 Çarşamba günü büyük bir acı yaşandı gazino dünyasında. Stardust Gece Kulübü sahibi Turgut Akyüz, Abbas Heybetli tarafından tabanca ile vurularak öldürülmüştü. Olayın nedenleri konusunda çok şey söylenmiş, iddialar arasında, gazino patronlarının Gönül Yazar'a sahne boykotu uygulama kararı aldıkları halde Turgut Akyüz'ün bu kararı hiçe saymasının olaya neden olduğu iddiası bile yer almıştı.

Oysa olay gecesi gazinoya arkadaşları ile gelen Abbas Heybetli, olay sırasında söylediği şeyleri, 22 Şubat Salı günü Fatih'de yakalandıktan sonra da ileri sürmüş ve, «Yengem Muazzez Abacı'nın söylediği 'Yasemen' şarkısını o an Gönül Yazar'ın okumasına dayanamadım. Çünkü o şarkıyı yengem tanıtmıştı ve bestecisinden sonra onun sayılırdı. Bu yüzden Gönül Yazar'ı uyardım. Ama Turgut Akyüz çok sert bir şekilde müdahale etti, içkiliydim ve kendime hakim olamadım» demişti.

Neden ne olursa olsun, o akşamki bir öfke her iki tarafın da acı çekmesine yetmişti sonuçta. Cuma günü kar ve tipi altında yapılan cenaze töreninde acı ve gözyaşı vardı, Hemen bütün ses sanatçıları, Turgut Akyüz'ü son yolculuğunda yalnız bırakmamış ve törene gelmişlerdi. Olayı içinde yaşayan ve en çok etkilenen Gönül Yazar, sinir krizleri geçirirken, Sezen Aksu onu yatıştırmaya çalışmıştı. Adnan Şenses, Azize Gencebay, Müşerref Tezcan, Selma Güneri, Mehtap Ar, Sevim Çağlayan, Vahdet Vural törende göze çarpan sanatçılardandı..

49 yıl sonraki anımsamalar...

Beyaz Kelebekler Grubu'nun kaza yaptıklarının 49'uncu yıldönümünde, Facebook'ta kısa bir haber yayınlamıştım. Facebook dostlarım bu haberi bolca paylaşmışlar, yorumlamışlar ve hoş bulmuşlardı.

Yorum yapanlardan ikisi çok ilginçti. Yorumculardan biri Mehmet Ali Uğraş idi.

Uğraş, bana bir Mersin hatırlatması yapıyordu. 1975 yılında yaz tatili sırasında Kelebekler'i, Mersin'de çalıştırdığımız turistik tesislere götürmüş ve birkaç gün program yaptırmıştım.

Uğraş alttakileri yazmış ve bir de o günlerde yayınlanan bir gazete ilanını göndermiş.



Mehmet Ali Uğraş

Müzisyen arkadaşlarımıza Tanrı'dan rahmet diliyorum..Ruhları şād olsun...

İlhan ağabey, belirttiğin gibi Hollanda'dan sonra, 1975 yazında "Beyaz Kelebekleri" Mersin'e gazinonuza getirmiştin...Ben de Ankaralı Kent Set orkestrasının solistliğini yapmıştım o yaz hatırlarsan...

Beyaz kelebeklerin müzisyenleriyle bizim orkestranın müzisyenleri kumda çok maç yapmıştık..

İşte o güzel yazın anısına, bu gazete ilânını iletiyorum...Selamlarımla...



Bir yorum da Necati Koçak'tan geldi. O da şöyleydi:



Necati Kocak Bende CD var, sonraki sanatçısı Ayşe Gül hediye etmişti .Kendisiyle hala görüşüyorum

İlhan Karacay Ayşe Gül, kaza sırasındaki solist Ülkü’den önce çalıştı. Aktör Özkan Yılmaz ile evlendi ve boşandı. Ayşe sizi Adana’dan tanıyor.

Ayşe’den sonra Azize solist oldu.

O da Orhan Gencebay ile evlendi.

Daha sonraları da Sevil ve Semra solistlik yaptı.

Ne anılar değil mi?

*****

ZEKİ MÜREN ( 6 Aralık 2019’da) 88 YAŞINDA OLMUŞTU...



İnsanın bu dünyadaki ömrü, ahiretteki ömür ile kıysalandığı zaman çok kısadır.

Aslında 'Çok kısa' demek de yanlıştır.

Zira, inanışlara göre, ahiretteki yaşam sonsuzdur.

'Kısa yaşam' sürdürdüğümüz bu dünyada, doğuyoruz, büyüyoruz, yaşlanıyoruz ve ölüyoruz.

Bu dünyada herşey değişkendir.

Yine inanışlara göre, dünyamızda Allah'tan başka kalıcı ve ölümsüz varlık yoktur.

'Ecel' denilen yaşamın sona ermesi ile, 'Kıyamet' denilen dünyanın yok olması sonrasında, 'Mahşer'de toplanılacak, hesaplar görülecek ve ondan sonra da 'Ahiret' başlayacaktır.

'Ahiret' te sonsuza kadar yaşam sürecektir.

Hepimizin çok sevdiği canlılar vardır ki, Allah'ın yukarıda belirtilen kuralları doğrultusunda bu dünyaya gelmişler ve sonra da gitmişlerdir.

Bunu, 'Ahiret'e göç etti' diye değerlendiriyoruz.

Benim de, annem, babam, kardeşlerim ve dostlarım Ahiret'e göç etmişlerdir.

Bir de, aynı akibete uğrayan, hepimizin tanıdığı ünlüler vardır.

Üzüntü verici ama, bu ünlüler arasında benim pek çok dostum olmuştur.

Bu dostlardan biri de rahmetli Zeki Müren’dir.

Yaşasaydı dün (6 Atalık 2019) 88 yaşında olacaktı.

Rahmetlinin ölümünden sonra yazdığım yorumu altta sizlere sunuyorum.

DÜNYA İYİSİ VE EFENDİSİ...

Zeki Müren'i 1983 yılında yakından tanıdım. Kilolarından kurtulmak için ABD'ye gidiyordu. O zaman Beneluks temsilciliğini yaptığım Hürriyet’ten aradılar ve emri verdiler: “İlhan, Zeki Müren Amerika’ya giderken Amsterdam’a uğrayacak. KLM uçaği ile oraya geliyor. Havaalanı’ndan al ve kendisiyle ilgilen”.

Eh, ne de olsa ‘emir demiri keserdi’.

Ben de havaalanına gittim, basın bürosundan içeri girdim ve Zeki Müren’i uçaktan çıkılacak olan kapıda bekledim.



Daha önce tanışmamıştık Zeki Müren ile.

Ama o beni kapıda görünce tanıma becerisini gösterdi :

‘Seni sakallı fotoğraflarından tanıdım’ diye de iltifat etti.

Zeki Müren, KLM Havayolları tarafından VİP (Çok Kıymetli Kişi) olarak çiçeklerle karşılanmıştı. O’nu otele götürmek üzerelerken müdahale etti ve, ‘Teşekkür ederim, ben bu arkadaşla gideceğim’ dedi.



Daha önce pek çok ünlü sanatçı ile birlikteliğim olmuştu. O yıllarda Türkiye’ye hasret olan buradaki yurttaşlarımız için konserler düzenlerdim. Bu nedenle de tanışmadığım sanatçı yok gibiydi. Ama Zeki Müren gibi ünlü bir sanatçı ile birlikte olmak bir başkaydı.

Zeki Müren’i oteline götürdükten sonra yemeğe çıkacaktık. KLM tarafından bile VİP karşılanan böylesi ünlü bir sanatçıyı mutlaka ünlü ve lüks bir restauranta götürmem gerekirdi.

’Nereye gideceğiz’ diye sorduğu zaman birkaç ünlü restaurant adı saydım.

’Boş ver’ dedi ve ‘Türk lokantası yok mu?’ diye sordu.

Olmaz olur muydu ? Aklıma hemen, Sabit Gürses’in program yaptığı Çağlayan Restaurant geldi.

Sabit Gürses, hâlâ keşfedilmemiş bir sese sahip, Hollanda’da çok sevilen bir şarkıcıdır.

Zeki Müren’e, ‘Seni bir Türk lokantasına götüreceğim. Orada bir çocuk şarkı söylüyor. Onu dinlemeni de istiyorum’ dediğim zaman itiraz etmedi.

Yemek sırasında Sabit Gürses’i dinlerken çok etkilenen ve sık sık “Yavrum. yavrum” diyen Zeki Müren çok duygulanmıştı. Daha sonra masamıza gelip saygı gösterisinde bulunan Sabit Gürses’e “Burada ne işin var senin? İstanbul’a gel ve şöhret ol” diyen Zeki Müren, destek sözü de vermişti.

Saat 23.30 olmuştu. “Şimdi nereye gideceğiz sayın Karaçay?” diye dokundurdu Zeki Müren. Öyle ya, erotik cenneti Amsterdam’a gelip de ‘ilginç’ yerlere gitmemek olur muydu?

”Seni çok beğeneceğin yerlere götüreceğim” dediğim Zeki Müren’i saat 03.00’e kadar gezdirdim ve eğlendirdim. Gördükleri ve yaşadıkları ile çok mutlu olan ünlü sanatçı, “Dünya nerelere gelmiş, biz nerelerdeyiz” diye de hayıflandı.

Ertesi gün Zeki Müren’i Amerika’ya yolcu etmek üzere otelinden aldım ve havaalanına götürdüm.

Yolda sohbet ederken “Bülent Ersoy geçen ay buradaydı” dediğim an, “Ne olursun, bu ismi duymak istemiyorum”diyerek, bu sanatçıya karşı antipatisini ortaya koydu.

Bülent Ersoy’u Hollanda’ya ben getirmiştim. Amsterdam, Rotterdam ve Brüksel olmak üzere üç konserlik bir sözleşme yapmıştım.

Önceden aldığım uyarılara rağmen, Bülent Ersoy ile ile sözleşme yaptığım için çok pişman olmuştum. Tam anlamıyla bir kâbus yaşatmıştı Bülent Ersoy.

Onunla ilgili ‘rezalet’ haberlerim Hafta Sonu'nda yayınlanmıştı. O da bu nedenle hem benim ve hem de Hafta Sonu aleyhine dava açmıştı.

Sizlere anlatmaya çalıştığım Zeki Müren ile bir daha görüşemedim. Ama O’ndan sık sık selam geldi. İstanbul’da ve Bodrum’da, Hollanda’dan kiminle konuşsa, mutlaka bana da selam iletirdi rahmetli.

Dünya beyefendisi Zeki Müren'i 24 Eylül 1996 tarihinde İzmir'de bir TV çekimi sırasında kaybettik.

Ruhu şad olsun !!