İlhan KARAÇAY’dan Kasım 2017 Bülteni - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









İlhan KARAÇAY’dan Kasım 2017 Bülteni
Tarih: 27.11.2017 > Kaç kez okundu? 1316

Paylaş




İlhan KARAÇAY’dan Kasım 2017 Bülteni

1-Köyümüze dönmeyeceğiz, Fadime’yi de getireceğiz;

2-Mersin’de binalara hayat veren kadın:Nafize Bilgin Hazar;

3-Ata’mız yurtdışında bir başka anılıyor ve seviliyor;

4-Rusya Müslümanları’nın ünlü İslam düşünürü Musa Carullah

Amsterdam’da anlatıldı ve anıldı;

5-Hollanda Türkleri’nin yeni koalisyondan bekledikleri;

6-Kazakistan’daki Türk Dünyası Gazeteciler Şurası’na

Hollanda’dan Yavuz Nufel ve Ömer Aşıran, Belçika’dan da

Yusuf Çınal katıldılar. Aralarında Yavuz Donat gibi, 60 ünlü

gazetecinin katıldığı gezide yaşananları Yavuz Nufel sizler için

yazdı;

*****

İlhan KARAÇAY yazdı…

KÖYÜMÜZE DÖNMEYECEĞİZ, FADİME’Yİ DE GETİRECEĞİZ...



Hollanada HABER’i yöneten dostlarım, Kasım sayısına,‘Toplanın gidiyoruz’ yerine, ‘TOPLANIN GİTMİYORUZ !’ şeklinde bir manşet düşünmüşler.

Nereden nereye mi?

Avrupa’dan Türkiye’ye tabii…

Ben de bu esprili manşete uygun bir yorum yazıyorum.

1964 yılında imzalanan işgücü anlaşmasından bu yana tam 53 yıl geçti.

Türkler 1964 anlaşmasından önce, yani 1960’tan bu yana Hollanda’ya gelmeye başladılar.

Ben, dünya turu yaparken yolumun düştüğü Hollanda’ya 1967 yılında geldim.

Yani tam 50 yıldır Hollanda’dayım.

Hollanda’ya gelen her Türk, üç beş yıl çalışıp, bir tarla ve bir traktör alma hayali yaşıyordu. Çabucak köylerine geri dönme planları ile yaşıyor ve çalışıyorlardı.

Ama maalesef öyle olmadı. Gönüllerde hep bu fikir ve istek vardı ama olmadı.

Tıpkı, Adanalı şarkıcı Ferdi Tayfur’un yaptığı gibi…

Ferdi Tayfur bir şarkısında şunları söylemişti:

Ne umutla geldik koca şehire

Allah sonumuzu hayır getire…

Hadi gelin köyümüze geri dönelim

Fadime’nin düğününde halay çekelim.



Bir başkadır Toroslar’ın yağmuru

Anam evde hazırlamış hamuru

Çok özledim havasını suyunu…

Hadi gelin köyümüze geri dönelim

Fadime’nin düğününde halay çekelim.

Evet, Ferdi Tayfur ‘Hadi gelin köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim.’ dedi ama, o da bizim gibi köyüne dönemedi. Adana yerine Tekirdağ’da binlerce dönüm arsa aldı ve tarımcılık yapmaya başladı.



FERDİ TAYFUR da köyüne dönmek istedi ama dönemedi

örgütleri ile birlikte, her on yılda değişik sorunlarla mücadele ettik.

İlk on yılda, işyerinde ‘suyu sıkılan’, hastalık halinde doktorlar tarafından zorla işe gönderilen yurttaşların sorunları ile uğraştık.

İkinci on yılda, aile birleşiminden kaynaklanan iskân sorunu ile uğraştık.

Üçüncü on yılda, çocuklarımızın eğitimi ile uğraştık.

Dördüncü on yılda, Avrupalılar´ın bizi Avrupa Birliği´ne kabul edip etmeme sorunu ile uğraştık.

Son on yılda ise, yurt içindeki siyasi tartışmaların yurtdışına sıçrayışı ile uğraşıyoruz.



Avrupalılar´ın, bizi AB´ye alıp almamaları artık çok önemli değil. Zira biz 5 milyonluk bir nüfus, yüzbin kişilik bir girişimci topluluğu, binlerce politikacı (ki, bunların içinde Bakanlar, milletvekilleri, Vilayet ve Eyalet Meclisi üyeleri, Belediye Meclisi üyeleri var) ve binlerce de akademisyen ile zaten Avrupa´ya girmişiz. Hatta buna ´girmişiz´ demek de hata, ´içeriden fethetmişiz´ demek daha doğru olacak.



Yaşam mücadelesini Hollanda sürdüren Türkler içinde, başarılara imza atanların sayısı gittikçe artıyor. Anavatanı, 'arsa ve traktör almak' için terkeden bu insanlarımızın çoğu, şimdilerde esnaflıktan orta boy işletmeciliğe ve sonunda da büyük işadamlığına imza atıyorlar.

Öyle ya, Hollanda'ya bir asır önce gelmiş olan bir İtalyan, biraz palazlandıktan sonra bir 'dondur-macı' dükkanı açabilmişti. En ka¬badayı İtalyan da nihayetinde bir 'spagetti, makaroni ve pizza' dükkanı açabilmişti. İtalyan öylece kaldı. 50 yıl önce buralara gelen bir İspanyol hiçbir girişimde bulun¬madı. İşçi geldi, işçi gitti ve de işçi olarak öldü. 50 yıl önce gelen bir Faslı, 'İslam kasabı' olmaktan öte bir şey yapamadı. Bunlara kar¬şın Türkler'in neler yaptığına bakıl¬dığı zaman, yerli halkın bile yapa¬madığı işlere el uzatmış oldukları görülür.

Tabii ki düşe kalka yaptı bu iş¬leri Türkler. Avrupalı'nın hiç de alışık olmadığı bir sistemle, ana, baba, kardeş, amca, dayı dayanışması ile paralar toplandı ve akıllara yatan bir esnaflık başlatıldı. Deneyimsizlik pek çoğunu iflasa götürdü. Ama, nasıl ki bir çocuk düşe kalka yürümeyi öğrenirse, bizim insanlarımız da düşe kalka esnaflığı öğrenmeye başladılar.

Bunları yapanlar, şimdi yaşları 80’e dayanan birinci nesil insanlarımızdı. Yaşları 50'yi bulan ikinci nesil insanlarımız bu işleri devraldılar. Üçüncü nesil in¬sanlarımızın bir kısmı iyi bir eğitim¬den geçtiler. Bunların hesapları daha kuvvetli. Bunlar sadece Türk lokantaları değil, İtalyan, Fransız, Yunan, Meksika, Arjantin ve ilgi çeken her ülkenin lokantasını işle¬tiyorlar. Düşünün bir kere,

Amsterdam'da, kapısında 'Peppino' yazılı bir lokantaya giriyorsunuz, karşınıza İtalyanca konuşan perso¬nel çıkıyor. Ama sonunda bakıyor¬sunuz bunların tamamı Türk. Aynı durumla bir Fransız ve Meksika lo¬kantasında da karşılaşabilirsiniz. İş¬te bunların hepsi üçüncü nesil ço¬cuklarımız. Üçüncü nesil insanlarımız arasında bakanlıklarda, bankalar¬da, sigorta şirketlerinde, telekomü-nikasyon firmalarında ve aklınıza gelebilecek her branşta önemli kol¬tuklara oturmuş olanların sayısı da çok.

Sevinerek belirtelim ki, yetiş¬mekte olan dördüncü nesil insanları¬mızın büyük bir çoğunluğu 'süper insan' olacaklar. Görülüyor ki, iki ana dil ve iki ana kültürle yetiş¬mekte olan bu insanlarımızın, yerli halktan fazlaları var. Zira bu insan¬lar, yerli halk gibi tek dil ve tek kül¬tür bilinci ile değil, iki dil ve iki kül¬tür bilinci ile 'düşünür' oluyorlar. Abartmış olmayalım ama, bunların çoğu bir filozof kadar bilinçleniyor.

İşte, bu filozofi ve haletiruhiye içinde yetişmekte olan insanlarımı¬zın bu başarıları dikkat çekmeye başladı. Bakanlıklar ve üniversite¬ler bu konu üzerine eğilmeye baş¬ladılar. Küçük ve orta ölçekli işlet¬meler birliği de bu konuya eğildi.

Sözün kısası: Köyümüze gitmiyoruz kardeşim. Fadime’yi de inadına buraya getireceğiz.

*****

İlhan KARAÇAY,

dünya medyasına konu olan güzellikler için, gitti, gördü ve yazdı…

MERSİN BİNALARINA HAYAT VEREN KADIN



GİTTİM, GÖRDÜM ve YAZDIM: Dünya medyasına konu olan ressam Nafize Bilgin Hazar’ın Mersin’e kazandırdığı güzellikleri yerinde görmek için Akbelen konutlarına gittim. Bir Mersinli olarak beni de mutlu eden Hazar’ın eserlerini, görmek için, sadece civar yerlerden değil yurtiçi ve yurtdışından meraklılar geliyor



MERSİN,- Mersin’de yaşayan ressam Nafize Bilgin Hazar, sanatını binaların duvarlarına yansıtarak bir ilki gerçekleştirdi.

Mersin’in Toroslar Belediyesi Başkanı Hamit Tuna’nın isteği ve desteği ile bir ilki gerçekleştiren 55 yaşındaki Hazar’ın, duvarlara yansıyan eserleri dünya medyasına da konu oldu.

Ressam Hazar, Akbelen Toplu Konutları’nın dış cephelerine, dünyaca ünlü ressamlar Diego Rivera, Vincent van Gogh, Pablo Picasso ile Türk ressamlar Neşet Günal ve Osman Hamdi Bey’in eserlerini çiziyor.

Belediye’ye ait vinç üzerinde sanatını icra ederken çok zorluk çeken Hazar, ‘Bedenen yoruluyorum ama zihnen rahatlıyorum’ diyor.

2011 yılında Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden başarı ile mezun olan Hazar, duvar resmi yapmak için fırsat aramaya başladı. Duygusuz duvarlara ruh vermek ve güzellik katmak için harekete geçen Hazar, ilk önce Kadın Sığınma Evi, Çocuk Cezaevi ve Mersin Ünüversitesi duvarlarına resimler yaptı.



DÜNYA MEDYASI ONDAN SÖZ EDİYOR: 2011 Yılında Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden başarı ile mezun olan Hazar, duvar resmi yapmak için fırsat aramaya başladı. Duygusuz duvarlara ruh vermek ve güzellik katmak için harekete geçen Hazar, şimdi dünya medyasına konu oldu

Bu faaliyetleri devam ederken, Toroslar Belediye Başkanı Hamit Tuna’nın dikkatini çeken Hazar’a hayatının en önemli teklifi yapıldı. Zira Başkan Hamit Tuna, sosyal konutlarda dökülen duvarların yenilenmesi ve güzelleştirilmesi için Hazar’a teklifte bulunmuştu.



Bu teklifi hiç düşünmeden kabul eden Hazar, sabah saat 08.00’de başlayıp akşam saat 19.00’lara kadar çalışarak duvarları süslemeye başladı. Binlerce kişinin meraklı bakışları arasında vinçlere çıkarak ter döken Hazar, sonunda resimlerde görülen eserleri canlandırdı.





*****

ATA’MIZ YURTDIŞINDA BİR BAŞKA ANILIYOR VE SEVİLİYOR



Varsın, bazı kendini bilmezler Atatürk’ümüze hakaret etsinler.

Varsın, bazı kara cahiller, Atatürk’ümüz için çeşitli iftiralar yaratsınlar.

Varsın, Atatürk’ümüze yapılan bu haksızlıklara başta göz yumanlar, şimdi gerçeği görmüş olsunlar ve Atatürk’ümüze saygıda kusur etmemeye başlasınlar.

Halkımızın büyük bir kesiminin, daha doğrusu tamamına yakınının yüreklerindeki Atatürk sevgisi, sadece anavatınımızda değil, dünyanın dört bir yanında, aynı duygularla yaşatılıyor.



Ata’mız yurtdışında bir başka anılıyor ve seviliyor. Anavatanımızdaki bazı kendini bilmez kara cahillerin acımasız ve insafsız yalan ve iftira çirkinlikleri, ne mulu ki yurtdışına sıçramamış.

Yurtdışındaki Türkler’in Atatürk sevgisine gıpta eden yerel yöneticiler, bu sevgi karşısında hayrete düşüyorlar ve Türkler’e jest yapmak için Atatürk ismini sokak ve caddelere veriyorlar.

İşte, bu jeste başlayan kentlerden ilki belki de Amsterdam oluyor. Bir zamanlar, Amsterdam’ın kuzeyindeki gemi tersanesinde çalışan Türkler için kurulan Atatürk Kampı’nın bulunduğu sokağa ‘Atatürk’ ismini veren Amsterdam Belediyesi, jest yapan kentlerden ilki oluyor.

Hollanda’da sokaklarına ‘Atatürk’ ismini veren kentler arasına Rotterdam’ da katılıyor. Utrecht Belediyesi de Atatürk adını bir sokağa veriyor.

Daha sonra çeşitli Belediyeler sokaklarına Atatürk adını yakıştırıyor.

Hollandalılar’daki Atatürk sevgisini anlayabilmek için, soğanını bizden aldıkları bir lale çeşidine ‘Atatürk’ adını vermelerine bakmalıyız. Hollandalılar, zenginliklerini bize borçlu oldukları lale soğanlarından yeni bir tür yarattılar. 10 yıllık bir çalışmadan sonra ürettikleri bir lale çeşidine ‘Atatürk’ adını verdiler ve dünyanın en büyük çiçek bahçesi Keukenhof’ta bu laleyi sergilediler.



Keukenhof’taki dünyanın en büyük çiçek bahçesini gezen milyonlarca kişi,

Atatürk ismi verilen laleye hayran kalıyorlar

Hollanda’daki Atatürk sevgisi, geçtiğimiz 10 Kasım’da yapılan anma törenleri ile çok daha iyi anlaşıldı. Ülkenin çeşitli yerlerinde Atatürk’ü anma törenleri yapıldı. Ülkenin tüm okullarındaki Türk asıllı öğrenciler için anma imkanları tanındı.

En anlamlı ve en görkemli anma töreni ise Amsterdam’da yapıldı.

Amsterdam’ın kuzeyindeki Atatürk anıtı önünde yapılan anma törenine Türkiye’nin Amsterdam Konsolosu Üner Ülker, Türk Hava Yolları Amsterdam Müdürü Cengiz İnceosman, Hollanda Türk Federasyon yöneticileri, STOC Eğitim Merkezi yöneticileri , Hollanda Sivaslılar Platformu yöneticileri, CHP Hollanda Birliği yöneticileri, Amsterdam Mescid-i Aksa Camii yöneticileri, Amsterdam Türk Halk Müziği Korosu sanatçılarının yanı sıra, Tarihçi-araştırmacı Ali Güler ile çok sayıda Türk vatandaşı katıldı.



Tören yerel saatle 9'u 5 geçe bir dakikalık saygı duruşu ve ardından Türkiye ve Hollanda milli marşlarının okunmasıyla başlandı. Türkiye’nin Amsterdam Konsolosu Üner Ülker, günün anlam ve önemini anlatan kısa bir konuşma yaptı. Konsolos Üner Ülker konuşmasında şunları söyledi: ‘Bıraktığı ölümsüz eserlerin varisi olmakla daima gurur duyduğumuz, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Büyük Önder Atatürk’ün ebediyete intikalinin 79’uncu yılında, onu anmak ve her zamankinden daha iyi anlamak üzere toplanmış bulunuyoruz. Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirlerini, öngörülerini ve tespitlerini de iyi bilmemiz önem taşımaktadır. Milli bağımsızlık, milli hakimiyet ve milli dayanışma fikrinin Cumhuriyetimizin temel ilkesi olması altında, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarının verdiği kahramanlık mücadelesinin ve bu mücadele ile pişen, olgunlaşan yüksek milli şuurun bulunduğuna hiç şüphe yoktur. Bizlere bu vazgeçilmez mirası bırakan Büyük Önder Atatürk’ü, kahraman silah arkadaşlarını ve şehitlerimizi rahmetle anıyor ve hepinize saygılarımı sunuyorum.’

CHP Hollanda Birliği adına söz alan Ender Çay ise yaptığı konuşmasında, ‘Atatürk, Fikir, ideal ve eserleriyle bağımsızlığımızdan, tarihimizden, dilimizden, sanatımızdan sorumlu en gerçekçi bir liderdir, önderdir. Atatürk, yalnızca ileri görüşte eşsiz bir asker ve Devlet adamı değil, aynı zamanda bir devrimci ve düşünce adamıydı. Onun şahsında istiklal mücadelemizin tüm kahramanlarını bir kez daha sevgi, saygı ve özlemle anıyorum.” dedi.





Atatürk’ün hayatını, ölümünü ve eserlerini anlatmak, Türk vatandaşlarıyla buluşmak, Hollanda’nın çeşitli şehirlerinde konferanslar vermek amacıyla Türkiye’den gelen tarihçi, araştırmacı ve akademisyen Ali Güler de anma töreninde hazır bulunarak kısa bir konuşma yaptı. Güler konuşmasında, ‘Büyük Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 79. yılındayız. 10 Kasımların Atatürk’ün 57 yıllık hayatını, mücadelesini, milletimize kazandırdıkları ve kazandırmak istediklerini doğru anlama bakımından önemi büyüktür’ dedi.





Cumhuriyetimize ve Atatürk’ümüze hakaret edenlere çok kızmış olan Ney ustası, büyük nüktedan, hiciv şairi Neyzen Tevfik’in bir şiirle verdiği cevabı bu yazıya ekleme ihtiyacı hissettim. Neyzen’in cevabı öyle bir cevaptı ki, Atatürk´e, Cumhuriyetimize dil uzatanların gelmişlerinin,geçmişlerinin hattâ geleceklerinin suratlarında tokat gibi patlayan bir cevap:

Ne ararsın Tanrı ile aramda

Sen kimsin ki orucumu sorarsın

Hakikaten gözün yoksa haramda

Başı açığa neden türban sorarsın

Rakı, şarap içiyorsam sana ne

Yoksa sana bir zararı, içerim

İkimiz de gelsek kıldan köprüye

Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim

Esir iken mümkün müdür ibadet

Yatıp kalkıp Atatürk´e dua et

Senin gibi dürzülerin yüzünden

Dininden de soğuyacak bu millet

İşgaldeki hali sakın unutma

Atatürk´e dil uzatma sebepsiz

Sen anandan yine çıkardın amma

Baban kimdi bilemezdin şerefsiz.





*****

Rusya Müslümanları’nın ünlü İslam düşünürü Musa Carullah Amsterdam’da anıldı

Veyis Güngör, Biyografi Okumaları toplantısında, Avrupalı Türkler’in örnek alabileceği düşünürü anlattı



İlhan KARAÇAY’ın haberi...

Amsterdam’da Türkevi Topluluğu tarafından düzenlenmekte olan ‘Biyografı Okumaları’, yeni bir medeniyet tasavvuru için kültür tarihimizin temel referanslarını gündeme getirerek, onların hayat tecrübeleri ve fikirlerini ortaya koymaktadır. Biyografı Okumaları’nın 6’ncısında, Rusya Müslümanları’nın ünlü İslam düşünürü Musa Carullah Bigiyef anlatıldı ve anıldı.

Program, Musa Carullah Bigiyef’in yetiştiği topraklarda yaşananların anlatılmasıyla başladı. Bunu takiben, TRT-AVAZ tarafından hazırlanan, ‘Türk Dünyasının Enleri’ programına konu olan Musa Carullah hakkındaki belgesel izlendi.

Daha sonra Türkevi Topluluğu Başkanı Veyis Güngör, “Musa Carullah’ın hayatı, eserleri, Carullah’ın İslam dünyasını değerlendirmesi, Türkiye izlenimleri ve tecrübesi ile birlikte fikirlerinden örnekler” sunumunu yaptı.

Programın fikir alışverişi bölümünde ise, özellikle Avrupa’daki Türkler’in Musa Carullah’tan neler öğrenebilecekleri, kişiliğinden ve fikirlerinden hangi derslerin alınacağı üzerinde duruldu.

Veyis Güngör’ün anlatımıyla Musa Carullah:



1500 – 1917 Sovyet Coğrafyası

Musa Carullah’ı anlatmaya ve anlamaya çalışan pek çok kişi, O’nun yetiştiği topraklarda yaşananları anlatıyorlar. Ama tarihçiler, geçmişi bilmeden Carullah’ın anlaşılmasının çok zor olduğunu söylüyorlar.



Bugün Tataristan, Çuvaş ve Başkırdistan olarak bilinen bölge, eski Kazan Hanlığı’nın olduğu bölgedir. Bu topraklarda, yani Kazan’da iki ayrı Türk İslam devleti kurulmuştur. Bunlar Bulgar ve Kazan devletleridir. Bulgar devleti 14’üncü asırda Altınordu devletinin boyundurluğuna girer. Kazan devleti de Altınordu hükümdarı Uluğ Muhammed tarafından kurulur. 1520 - 1552 arası Ruslarla kanlı ve ağır savaşlar yapılır. Kazanlı eski siyasetçi Fevziye Bayramova’ya göre, Kazan sokaklarında oluk oluk kan akar. Kadın ve çocuklar da kılıçtan geçirilir.

Türkler, İkinci Rus Türk savaşı sonrası, yani birinci Katerina döneminin başlamasıyla biraz nefes alırlar. Bu dönemde dini ve kültürel faaliyetlere başlarlar. 1904 yılında Rus-Japon savaşı ve 1905 inkilabıyla Müslümanlar da hareketlenirler. Kazanlı aydınlar öncülüğünde Rusya’nın diğer bölgelerindeki Müslümanlar’ın da katılmasıyla üç defa Müslüman İttifakı Kongreleri yapılır. Daha sonra 1917 Bolşevik ihtilali olur. Bolşevikler ilk yıl toleranslı davranırlar. Ancak, 1918 de gerçek yüzlerini gösterirler. İşte bugün burada anacağımız Musa Carullah, başlıklar halinde ifade ettiğimiz coğrafyada yetişir.



Hayatı

Musa Carullah Bigiyef üzerine çalışan uzman ve akademisyenler, onun hayatını genel anlamda üç ana bölüme ayırırlar. Bunlar:

- Doğumundan Kazan dışına çıkıp, çeşitli İslam ülkelerinde de tahsilini bitirip tekrar Kazan’a döndüğü devre (1875-1904).

- Rusya’da verdiği siyasi, dini ve sosyal mücadele dönemi.(1904-1917 ve 1917-1930)

- Sürgünde geçirdiği ve bir daha memleketine dönemediği dönem.(1930-1949)



Musa Carullah, 1875 yılında Avrupa Rusya'sının Rostov Na-Don şehrinde doğar. Babası Yarullah efendi, annesi de Fatıma Hanım'dır. Musa Carullah henüz 6 yaşındayken babasını kaybeder, eğitimiyle annesi Fatıma Hanım ilgilenir. Carullah, liseden sonra eğitim için Buhara’ya gider. Burada başta dini ilimler öğrenir ve astronomi, matematik’e de ilgi duyar. Daha sonra 1904 yılına kadar süren Türkiye, Mısır, Mekke, Medine, Beyrut’da ilim tahsili yapar. Rusya dışı tahsil dönemi tam 11 yıl sürer.



Gazeteci ve siyasetçi Musa Carullah

1904 yılında Kazan’a geri dönen Carullah, gelenek olduğu üzere, yani İslam ilimlerini tahsil edenlerin ya bir camide imam ya da medrese açıp çocuk okutmalarına rağmen, o ilim peşindedir. Kendini daha da iyi yetiştirmek ister. 1905 yılında Kazan’a bağlı Çistay kasabası imamı olan Şeyh Zakir efendinin kızı Esma Aliyye Hanım ile evlenir. Dördü kız ikisi erkek olmak üzere altı çocuğu vardır Carullah’ın.

İlim aşkı devam eden Musa Carullah Petersburg (Leningrad) gider ve hukuk Fakültesine kaydını yaptırır. Bu sıralarda “El-Asr'ul Cedid” ve “Vakit” gazetelerinde makaleler yayımlar. Daha sonra, arkadaşı Abdurreşid İbrahim ile birlikte “Ülfet” gazetesini çıkarır. 1907'de Ülfet Gazetesinin

kapanmasının akabinde telif eserler yazar. 1913 yılında Petersburg'da Emanet Matbaasını kurarak "İL" adında bir gazete çıkarır.(Yusuf Tosun)

Musa Carullah ele avuca sığmamaktadır. Mehmet Görmez 1905-1917 arası verilen özgürlük havasını Kazanlıların çok iyi kullandıklarını söyler. Gazete Yayınları başta olmak üzere ilim ve irfan faaliyetleri, Müslüman kurultayları, hatta 1906 yılında yönetiminde Musa Carullahın’da bulunduğu “Müslüman İttifak Partisi” kurulur. Ancak bu dönem fazla uzun sürmez. 1907 yılından itibaren verilen özgürlükler geri alınmaya başlar...



İslamiyetin Alfabesi

Musa Carullah’ın siyasi mücadelesinde ilk önceleri, Bolşevikler birlikte hareket ederek Müslümanlar’ın konumlarını iyileştirmeyi düşünüyor. İşe, (Abzuka Kommunizma) “Komünizmin Elifbası”na karşılık, “İslamiyet’in Elifbası” adlı bir eser ortaya koyarak başlamış. Eser 236 maddeden oluşup, ilk 68 maddesi Rusya Müslümanları’nın ihtiyaçları, 168 maddesi de dünya Müslümanları ve İslam ülkeleriyle ilgilidir. Eserde, hilafet, insan hakları, savaş hukuku, sözleşmeler, kadın hakları yer almaktadır.

1923 yılında Finlandiya'da bastırılan "İslamiyet'in Elifbası" eserinden dolayı, 1930 yılında Rusya'yı terk ederek sürgün hayatı yaşar. Rusya'da 3 ay hapis yatmıştır. Ancak, hapishane, gözaltı ve sürgünler sonrası artık Bolşevikler’e yenildiğini kabul etmek durumunda kalır.

Sonra Rusya’dan ayrılma süreci başlar. Bundan sonra gurbet ve sürgün hayatı başlayacaktır.



Sürgün hayatı yaşayan Musa Carullah, Finlandiya, Japonya, Almanya, Türkiye, Mısır, Hindistan, Irak, İran gibi ülkelerde kalarak, çalışmalarına devam eder. Örneğin, 1947-1948 kışını İstanbul'da geçirir. Rahatsızlığı artınca Mısır’a geri döner. Prenses Hatice hanımın yardımıyla Mısru'l Kadim'deki kimsesizler huzurevinde yer verilir.

Ve Carullah 28 Ekim 1949 yılında burada vefat eder.

Eserleri

120 eser ve bir çok makaleye imza atan Musa Carullah’ın bazı kitapları şunlardır: Tarihu’l Kur’an vel Mesahif, Rahmeti ilahiye burhanları, Kavaidi fıkhıye, Zekat, El riba ve’l bunuk fi’l İslam, Islahat esasları, İslamiyetin Elifbası,

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Müracaat, Müskirat meselesi, Büyük mevzularda Ufak fikirler, Rusya müslümanlarının ittifakının esasları, Siyonizm,

Kur’anı Kerim’in Nurları Huzurunda Hatun...

Kişiliği

Musa Carullah’ın kişiliği ile ilgili pek çok şey söylenebilir. Çalışkanlığı, cins bir insan olduğu, kendine olan özgüveni, ilime doymaması, hırslı olması gibi bir çok özelliği sayılabilir. Gayet şık ve temiz giyinmesi de sayılabilir örneğin.

Kırım davası savunucularından merhum Yusuf Uralgiray Musa Carulllah’ı şöyle tarif eder: ”Carullahİçinde yaşadığı geniş çevreyi bir inceleyici ve araştırmacı gözüyle görmüş, her zaman takımla gezmiş, Rusya’da şapka ile dolaşmış, hatta öğrenci iken Petrograd Camii’nde mukabeleyi de başında şapka olduğu hâlde okumuş, mülteci hayatında ise kurşuni astragan Tatar börkünü, kalpağını nadiren başından çıkarmıştır. Çünkü o, Müslüman olmak için kıyafete gerek olmadığına içten inanan asil bir Türk, imanı sağlam, ameli hakiki, iyi bir Müslümandı.”

Musa Carullah’ın kişiliğini anlatan yaşanmış bir olay da, Carullah’ın Japonya’dayken altın dişini çektirerek ziyafet vermesidir. Araştırmacı Ahmet Kanlıdere bu hatırayı, “Kadimle Cedit Arasında Musa Carullah Hayatı-Eserleri-Fikirleri” kitabında Ruşen Sezer’den nakille şöyle anlatır: “Carullah o günlerde parasızdı. Kendisini yemeğe çağıran Tatarlara bir karşılık vermek ister. İzutsu’ya kendisini bir dişçiye götürmesini söyler. Dişi ağrıdığı için değil, bir altın dişi varmış onu çektirip altını satacak, parasıyla da et alıp tarihinin en azılı etoburları olan Tatarlara et ziyafeti çekecektir. Daha ucuz olduğu için morfin de istememiş, dişi çekilirken inim inim inlemiş, bana sorsanız bağırmıştır. Yemeğe İzutsu’yu da çağırmış. O da gidip afiyetle yemiş. İzutsu’ya yemeğin nasıl olduğunu sordum: ‘it was horrible (berbattı)’ dedi.”

Bu olay bile bize Musa Carullah’ın kişiliği hakkında önemli bir fikir verir.

İslam Dünyası Değerlendirmesi

Musa Carullah 11 yıl süren İslam dünyası seyahatinin ardından çok acı olan şu değerlendirmeyi yapıyor: “Büyük ümitlerle İslam alemini gezdim. Buhara, Türkiye, Mısır, Hicaz, Hind ve Şam diyarlarında dolaştım. Dini medreselerin her birini gördüm. Fakat teessüf, akibet kanaatle değil, tama-ı hayretle vatanıma döndüm”.



Biz de skolastik düşünce, Kazan ve Kırım’da rasyonel düşünce

19.Yüzyılda Anadolu’da Medreselerde skolastik düşünce ve taklitçilik hakimiyetini hızla arttırırken Kazan ve Kırımlı Müslümanlar ‘Ceditçiler’ adıyla milli ve medeni bir uyanış hareketi başlatırlar. Bu hareket Türk ve İslam coğrafyasında aydınlanmaya öncülük eder. Taha Akyol’a göre Ceditçiler, “Gazali’yi zaten biliyorlardı ama modern rasyonalizmin kurucusu Descartes’ı da okuyan ilk Müslüman ve Türk nesilleriydi” Kazan ve Kırımlı düşünürler.

“Teessüf Etmiştim Artık Anladım”

Bugün olduğu gibi yüzyıl önce de, Türkiye, dünya Müslümanlarınca örnek alınıyordu. Onların gözleri hep Türkiye’de olmuştur. Musa Carullah ve Rusya Müslümanları da böyle. Türkiye, hep umut olmuştur. Hatta Rusya Müslümanları, kısmen de olsa aralarında birliği sağlayınca hilafete bağlılıklarını ilan etmişlerdir. Zira “Hilafetin gerekliliğini vurgulamış ve siyaset meydanında ehliyetini kanıtlayan Türk milletinin bu müessesenin başında olmasını istemiştir.” (Yusuf Tunçbilek)

Bu doğrultuda “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Müracaat” adlı bir eser kaleme alan Musa Carullah, bu eseri 1921’de Türkistan’a gelen T.B.M.M. üyesi Suysallı İsmail Subhi Bey’e, Mustafa Kemal’e takdim edilmesi ricasında bulunur. (Zeki Velidi Togan)

Musa Carullah bu eserini on yıl sonra 1931 yılında Mısır’da kitap olarak bastırır. Zira hala bütün ümitler Türkiye’dedir.

Musa Carullah böyle bir haleti ruhiyenin içindeyken, dönemin Osmanlı şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, Musa Carullah’ın kitaplarını reddiye yazıları yazar. Hatta İçişleri Bakanılığına Carullah’ın kitaplarının yasaklanması için müracaat eder. Bunu öğrenen Musa Carullah “Teessüf Etmiştim Artık Anladım” başlıklı sert bir yazı yazmıştır.

Hüseyniye medresesinden ayrılışı ve Rahmet-i İlahiyye görüşü

Musa Carullah’ın 1910 yılında o günün meşhur Hüseyniye Medresesine Arapça ve dinler tarihi dersleri vermek üzere davet edildiğini öğreniyoruz. Burada ders anlatırken öğrencilerine ünlü tasavvuf üstadı ve Vahdet’i vücûd görüşünü savunan İbn Arabi’nin Rahmet-i İlahiyye’nin umumiyyeti yorumunu da anlatır. Bu görüşe göre, müşrikler dahil hiçkimse cehennemde ebedi olarak kalmayacaktır. Tabiiki büyük tartışmalara sebep olan bu çıkış, Carullah’ın Hüseyniye Medresesinden de ayrılmasını beraberinde getirir. Sonra bu konuyu anlatan bir eser kaleme alır. Ve görüşünü şöyle ortaya koyar: "Merhamet edenlerin en merhametlisi ve yardım edenlerin en iyilik seveni Hz. Allah'ın, mutlak rahmetini zavallı insanların hiçbirinden esirgememek ve varlık aleminin her bir zerresine varıncaya değin, hesapsız, bolca ve esirgemeksizin verilmiş mutlak rahmetin en geniş şekilde açılmış kapılarını, insanların yüzüne kapamamak için "bütün insanların kurtuluşuna" inanırım. Bu konudaki inancım işte budur."

( İlahi Rahmet ve Uluhiyyet, Musa Carullah, Fide yay, s: 13-15)

Kadın meselesi veya sorunu!

Kadın meselesi insanlık tarihi boyunca hep tartışılagelmiş bir konu. İslam’dan önce de, Musevilik ve Hıristiyanlık döneminde kadın bir sorun olarak görülmüş, çoğu zaman aşağılanmıştır. Bu sorun, İslam düşünürlerinin de tartıştıkları en önemli konular arasındadır. Mehmet Görmez, “kadın konusu, batılılaşma hareketlerine sahne olan İslam aleminin gündemine, Mısırlı yazar Kasım Emin’in 1899 yılında kaleme aldığı “Tahriru’l-Merve” (Kadın’ın Hürleştirilmesi) adlı eseri ile girmiştir” diyor. Kadın meselesi, günümüzde de tartışılan en önemli meseleler arasında yerini almaya devam ediyor. Özellikle de “İslam’da Kadın” başlı başına bir tartışma konusudur. Hasseten Avrupa’da, bu konuda Müslümanlar köşeye sıkışmış durumdadır.

Musa Carullah, kadın meselesine farklı bir bakış açısı getirmektedir. 1916 yılında “Kur’an-ı Kerim Ayet-i Kerime’lerinin Nurları Huzurunda Hatun” isimli bir kitap kaleme alır ve 1933 yılında bu kitabı Berlin’de yayınlar.

Carullah, İslam’da kadın meselesinde Müslüman alimlerin, Kur’an’daki kadınla ilgili ayetleri yorumlarken, Hristiyanlık ve İsrailiyet yani Tevrat’ın kadınla ilgili ayetlerinin tesiri altında kaldıklarını belirtiyor. Ayrıca Carullah, Hz. Peygamber’in bu konudaki “Kadınlar eğe kemiğinden yaratılmıştır” hadisi’ni de zahiri şekliyle lafzi ve harfi manasıyla anladıklarını ve bunun yanlış olduğunu savunur.

Musa Carullah, kadının şahitliği, kadın erkek eşitliği, örtünme gibi kanularda, geleneksel İslam alimlerinin kabullerine karşı farklı bir görüş ortaya koymaktadır. İnsan, insanlık her şeyin önünde gelir diyen Carullah, “İnsan olmak sıfatıyla kadınla erkek eşittir. Hukuk açısından aralarında hiçbir fark yoktur. “Biz ademoğlunu şerefli kıldık” gibi beşer hukuku ile ilgili bütün ayetler hem erkekleri hem de kadınları ihtiva etmektedir”. (Hatun, s. 55)

Musa Carullah, örtünme ve başörtüsü konusunda da farklı bir yorum ortaya atar. Carullah’a göre örtünme içten dışa doğru olmalıdır. “Zira kadının en değerli varlığı olan iffeti ve namusu sadece bir perde ile korunamaz. İman ve ilim gibi mukaddes nikabın kıymetini hiçe indirgeyerek onun yerine kadının iffetini hicapla korumak beyhudedir. Havada, güneş ışığında, ilim ve imanın aydınlığında fitne olmaz. Varsa fitne sadece erkeklerin gözlerinde, kalplerinde ve dillerinde bulunur. İlle de tedbir almak gerekiyorsa erkeklerin gözlerine nikap, kalplerine edep, dillerine ceza lazım gelir”. (Hatun, s. 43)

Özgür düşünce ve akıl

Musa Carullah için hür düşünmek, aklın eseratten kurtulmasıyla mümkün olur. Carullah’a göre “müteffekir adam, yani düşünen insan daima muhteremdir”. Edebiyat-ı Arabiye kitabında “Hakikati arayan insan herşeyden ihtimal ile sözeder. Hiçbir zaman “benim dediğim mutlak doğrudur” diye kestirip atmaz. Hısmıyla müzakerede bulunurken duyduğu en batıl bir meseleyi bile tahkik süzgecinden geçirir” der Carullah.

“Oysa hakikati bulma yolunda yapılan bir hata, ne kadar büyük olursa olsun, insanı ismet-i İslamiye dairesinden çıkarmaz. İnsanın vazifesi hakikati aramaktır. Bulmak değildir. İnsan yalnız vazifesiyle mükelleftir. Fakat isteyen gayeye erişmesi Allah’ın kollaylık göstermesiyle olur” diyor Carullah.

Musa Carullah şöyle bir tez ileri sürer: “Eski milletler tapınak bekçileri elinde, yahudi ve hrıstiyanlar ahbar ve ruhbanların kahrı altında, ehli islam ise birtakım kıssalar, gümrah sofiler, cahil müftülerin tehdidi altında akıl nurundan nasipsiz bırakılmışlardır.”

Müslümanların özgüven sorunu

Dünyabizim yazarlarından Yusuf Tunçbilek, “Carullah’un Müslümanların özgüveni ile ilgili “Uzun Günlerde Oruç” kitabının sonunda ayrı bir makale ekleyerek, geleceğin sahibi Müslüman gençlerdeki özgüvensizliğin miras yoluyla analardan çocuklara geçen bir durum olduğunu belirttiğini” söylüyor. Kadınların özgüvensizliğini ise erkeklerin onlara baskı yapmasında görmüştür. Kadınların sorunlarını ‘Hatun’ isimli kitabında ele alır.

Örnek alınacak bir eylem: not almak ve tarihe not düşmek

Musa Carullah’ın bizim için örnek alınacak bir yönü de hiç şüphesiz, onun vakanüvis özelliğidir. Katıldığı toplantılar ve kongreleri kitaplaştırması veya karşı karşıya kaldığı eleştirilere kitap yazarak cevap vermesidir. Bu özellik, tarihe not düşmektir. Olayları, vakıaları değerlendirip ortaya bir görüş koymasıdır. Bir başka ifadeyle not alması ve bunu insanların hizmetine sunmasıdır. Uzmanlar ve araştırmacılar Carullah’ın kitaplarının bazılarının bu yöntemle yazıldığını belirtiyorlar. Carullah’ın bu özelliği ve çalışma şekli günümüz bireyleri tarafından da örnek alınabilir.

Musa Carullah’ın biyografisi bize ne anlatıyor? Ne diyor? Neler öğretiyor?

Musa Carullah’ın biyografisi bizlere, yani hassaten Avrupalı Türkler’e kısaca şu dersleri veriyor:

• Çok çalışmak, ama çok çalışmak durumundayız.

• Okumalıyız, not almalıyız, yazmalıyız, tarihe not düşmeliyiz.

• Aklımızı kullanmalıyız. Tefekkür etmeliyiz. Taklid değil düşünmeyi öğrenmeliyiz.

• Seyahat etmeliyiz, gözlem ve inceleme yapmalıyız.

• Teslimiyetçi değil, sorgulayıcı olmalıyız.

• İçinde yaşadığımız Avrupa ülkelerinin dil ve kültürlerini bilmeli aynı zaman da kendi kültür ve inanç değerlerimize hakim olmalıyız.

• Sahip olduğumuz maddi ve manevi imkanların kıymetini bilerek, bunları en iyi şekilde değerlendirerek insanlık için sorumluluklar almalıyız.

*****

Hollanda Türkleri’nin yeni koalisyondan bekledikleri…



Geçtiğimiz 15 Mart’ta sandığa gidilen Hollanda’da, tam 209 gün sonra dört partili bir koalisyon kurulabildi. Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD), Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDA), Liberal Sol Demokrat 66 (D’66) ve Hıristiyan Birlik Partisi (CU) partileri, “Merkez Sağ” denilebilecek koalisyon hükümetinin protokolunda yer alan maddeler arasında, göçmenler için hiç de iyi olmayan konular var.



Yeni kurulan hükümetten, Hollanda’daki Türk Sivil Toplum Kuruluşları’nın istekleri var.

Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör, Rotterdam İslam Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Özcan Hıdır ve Türk, Kürt, Alevi ve Süryani kökenli Hollandalılar adına Mustafa Ayrancı, Hollanda hükümetinden istediklerini açıkladılar.

Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör’ün konuyla ilgili açıklaması şöyle: ‘ İkiyüz günü geçen bir süredir kurulamayan hükümet, geçtiğimiz ay kuruldu. Koalisyonda iki Hıristiyan parti yer alıyor. Liberaller ve Demokratlar var. Tabiiki hükümetin protokolünde bizi ilgilendiren en önemli konu, çifte vatandaşlığın gelecek yıllarda kaldırılmasıdır. Yani verilen bir hakkın geri alınmasıdır. Bu insan haklarıyla nasıl bağdaşır ayrı bir tartışma konusu ama, insanların aidiyetlerini kanunlara bağlamak abesle iştigal etmektir. Vatandaşlık ya da aidiyet bir hissetmedir. Öyleki günümüzde bireyler kendilerini birden fazla ülke ve topluma ait hissedebilirler. Yeni hükümetin bu yöndeki anlayışı Hollanda’ya hiç yakışmıyor. Diğer taraftan çifte veya çok yönlü aidiyet, karar vericiler tarafından özendirilmelidir. Zira çok yönlü aidiyet her ne kadar zaman zaman sorunlar davet etse de, esasen hem vatandaş hem ülke ve toplumlar için bir zenginliktir. Birey, içine kapalı bir toplumdan dışa açılarak dünya için, insanlar için küresel sorumluluklar üstlenebilir.

Diğer taraftan, mülteciler konusunda kemerler sıkılırken, mültecilerin oturma izninin 5 yıldan 3 yıla indirilmesi ve ülkede oturum izni olmayan yabancıların en kısa yoldan sınır dışı edilmesinin kolaylaştırılması da yeni hükümetin göçmenlere nasıl yaklaştığını ortaya koyuyor.

Zenginlerin daha az vergi ödemesi de yeni protokolde eleştirilen maddeler arasında. Tabiiki hükümetin, yani koalisyonun zayıf tarafı, patlamentondaki milletvekili sayısının yarıdan çok az bir fazlalıkla temsil edilmesi. Ki bu alınacak kararlarda kırılmaları çok sık bir şekilde gündeme getirebilir.’



Rotterdam Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Özcan Hıdır, konuyla ilgili bir analiz yaptı.

Hıdır’in analizi şöyle:

Koalisyonlarla yönetilen Hollanda’da, önce partiler arasındaki uzlaşmayı sağlayacak ve bu görüşmelere başkanlık edecek bir informatör atanıyor. Nitekim seçimden sonraki 209 günlük periyotta üç informatör değişti. Üçüncü olarak atanan tecrübeli liberal politikacı-ekonomist Gerrit Zalm öncülüğünde yapılan zorlu görüşmeler neticesinde partiler nihayet uzlaşabildi.

Ancak daha önceki denemelerde “neyin olmayacağı” tecrübe edilmişti. Bu anlamda 15 Mart seçimlerinin galip partilerinden Yeşiller Partisi ile uzun süren pazarlıklar yapıldı. Ancak göçmenler ve çevre konularında uzlaşma sağlanamadı. Seçimde hezimete uğrayan merkez sol İşçi Partisi (PvdA) hükümette yer almayacağını zaten duyurmuştu. Seçimlerde oyu düşmesine rağmen önemli sayıda sandalye kazanan ırkçı Wilders’in partisi ile koalisyon yapmayacaklarını da diğer partiler açıklamıştı. Geriye ise en makul -belki de tek- seçenek olarak şu anki, yani sağ-sol iki liberal (PVV-D66) ve iki Hıristiyan partinin (CDA-CU) kuracağı hükümet seçeneği kalıyordu. Ancak burada da en sıkı pazarlık, daha önce aralarında açık bir güven bunalımı olan Hıristiyan Birlik (CU) ile D66 arasında yaşandı; ancak neticede kurt politikacı Gerrit Zalm liderliğinde uzlaşı sağlanmış oldu.

Bakanlıkların dağılımı

Aslında hangi partinin hangi bakanlığı aldığının da çok önemi yok. Zira Rutte III Kabinesi’nde yeni bir uygulama olacak ve sağlık, güvenlik-adalet ve eğitim bakanlıkları iki ayrı bakan tarafından deruhte edilecek. Bu bakanlıklara bağlı kurumlar da her iki bakan arasında bölünmüş olacak. Aslında Hollanda sisteminde “staatssecretaris (ikinci bakan-bürokrat olmayan müsteşar)” adıyla hemen her bakanlıkta koalisyonu oluşturan diğer partilerden imza yetkisine sahip birinin görev yaptığı uygulama hep vardı. Yeni hükümetle bu statü biraz daha yükseltilerek bakanlık seviyesine çıkartılıyor.

Hükümet protokolünde neler var?

Koalisyonu oluşturan partilerin geleneksel yapısına rağmen, büyüme trendinde olan ve ekonomik göstergeleri iyiye doğru giden Hollanda için “umut verici” bir hükümet programı sunulduğu görüşünü dillendirenler olduğu kadar, bu programın sosyal yönünün zayıf olduğu eleştirileri de yapılıyor.

Protokolde pek çok önemli düzenleme yer alıyor: 2 milyar tasarruf, Rusya’ya gaz, Ortadoğu’ya da petrol bağımlılığının azaltılması, kömüre bağlı enerji santrallerinin kapatılıp çevreye dost enerji (rüzgâr enerjisi gibi) temini için daha çok yatırımlar yapılması, belediye başkanlarının Kral tarafından atanmasına son verilip seçimle iş başına gelmesi konusunda düzenlemeye gidilmesi, güvenliğe ve terörizmle mücadeleye daha fazla kaynak ayrılması –ki bunun gerekçesinde “cihatçılar” ile mücadele özellikle vurgulanıyor-, savunma bütçesinin 1.5 milyar arttırılması, toplumda huzursuzluğa yol açan söz ve eylemlere verilecek cezaların iki katına çıkarılması -ki bu da daha ziyade Müslümanlar hakkında gündeme getiriliyor-, terör bölgelerinden -mesela Suriye’den- Hollanda’ya dönen kimselerin bulundukları bölgelerde gözetim altında tutulması, “realist bir dış politika” vizyonu ile diplomasi ve Hollanda’nın çıkarlarının olduğu bölgelerle işbirliğine daha fazla yatırım yapılması, AB ile ilişkilerin özellikle göçmen-mülteci ve çevre konularında güçlendirilmesi ancak herhangi bir üye ülkenin -mesela Yunanistan- borçlarının da diğer üye ülkelere yüklenmesine karşı çıkılması, katma değer vergisinin 6’dan 9’a yükseltilmesi -ki meclisteki müzakerede en fazla tepkiyi çeken madde oldu-, emeklilik ve iş hayatında yeni düzenlemeler yapılması, eğitim eşitsizliğinin giderilmesi, meslek eğitiminin güçlendirilmesi, öğretmenlerin durumunun iyileştirilmesi vb. pek çok düzenleme yer alıyor.

Göçmenler ve mültecilere yönelik maddeler

Bu düzenlemeler içinde yabancıları ve Müslümanları özellikle ilgilendiren bazı konular protokolün en dikkat çekici maddeleri olsa gerek. Bir önceki Rutte hükümetinin mülteciler-göçmen politikaları da oldukça sert-sıkı idi. Yeni kurulan hükümette bu daha da sıkılaştırılıyor. Mültecilerin oturma izni 5 yıldan 3 yıla düşürülüyor ve kendilerinden kısa sürede topluma entegre olmaları -aslında asimilasyona eğilimli entegrasyon kastediliyor- bekleniyor. Bunun için de göçmenler-mülteciler için ilk günden itibaren belediyelerce ücretsiz dil kursu sağlanacak. Ayrıca bu mülteciler için ülke çapında 8 bölgede kalacak yer ve aş imkânı sağlanacak. Ancak sosyal devletin imkânlarından daha az oranda yararlanacaklar.

Yine Hollanda’ya göç ve ilticayı azaltmak için “güvenli üçüncü ülke” diye nitelenen Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki bazı ülkelerde (Ürdün, Lübnan vb.) kamplar oluşturulacak ve bu maksatla bu ülkelere katkı sağlanacak. Süresiz oturma izni, gerektiği hallerde iki yıl uzatıldıktan sonra verilecek. Ülkede oturma izni verilmeyen mülteciler en kısa zamanda sınır dışı edilecek. Savaş için Hollanda dışına çıkanlar mümkün olduğunca bulundukları bölgelerde gözetim altında tutulacak; Hollanda’ya sokulmayacaklar.

Yeni koalisyon uzun sürmeyebilir

Şayet tamamlayabilirse toplam 3 yıl 4 ay iktidar ömrü bulunan yeni koalisyonun uzun süremeyeceğine dair bazı tahminler de yapılıyor. Zira 150 sandalyeli Parlamento’da dört partinin sandalye sayısı “minimal çoğunluk” olan 76’yı ancak bulabiliyor ve bu sayının bir altı çoğunluğun kaybedilmesi anlamına geliyor. Senato’da (Eerste Kamer) da benzer bir tablo söz konusu. Bu itibarla yukarıda sözü edilen düzenlemelerin yapılabilmesinde ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel zorluklar baş gösterdiğinde bu çoğunluğun kaybedilme ihtimalinin yüksek olduğu ifade ediliyor. Dolayısıyla koalisyonu oluşturan partilerce umut dağıtılmaya çalışılsa da, kamuoyunda yeni kurulan koalisyona yönelik büyük bir umut-beklenti söz konusu değil.

Her şeyden önce Rutte’nin ısrarlarına rağmen koalisyonu oluşturan diğer üç partinin başkanlarının hükümette yer almayacaklarını açıklamaları, hükümetin ömrü açısından bir handikap olarak değerlendirilebilir. Hristiyan partilerin de hassas olduğu ve hükümet protokolünde “hassas meseleler” olarak nitelenen tıp etiğine dair bazı meselelerin (kürtaj, organ nakli, ötenazi vb.) nasıl çözüme kavuşturulacağı konusu ucu açık gözüküyor. Burada bilim ile etik arasında bir denge gözetileceği vurgulanıyor. Bu tür meselelerde koalisyon ortağı muhafazakâr Hristiyan partiler (CDA-CU) ile sağ-sol liberal partiler (VVD-D66) arasında güven bunalımı meydana gelebilir ki, iki ayrı siyasi-felsefi-kültürel geleneğe mensup partilerin bu konularda farklı vizyonlara sahip olduğu izahtan varestedir. Kaldı ki daha koalisyon görüşmelerinin başında D66 ile CU arasında büyük tereddütler mevcuttu ve uzlaşıya/protokole rağmen bunlar tamamen giderilmiş de sayılmaz.

Bu konuda zikredilebilecek bir diğer handikap ise muhalefetin çok sıkı eleştirilerinin hükümeti zor durumda bırakma ihtimali. Nitekim bu yönde yorumlar da yapılıyor. Mecliste perşembe günü yapılan oylamada koalisyon protokolündeki bazı maddelerin değiştirilmesi için muhalefet partileri önerge verdiler. Bu önergeler 76 oy gibi “minimum çoğunluk” ile ancak reddedilebildi. Önergeye destek ise 74’te kaldı. Bu 76’ya karşı 74 oyluk sonuç, muhtemelen bundan sonraki oylamalarda da çokça karşılaşacağımız bir sonuç olacak.

Muhalefetten söz etmişken özellikle ana muhalefet görevini üstlenen ırkçı ve İslam karşıtı Wilders’in partisine -ki parlamentoda 19 sandalyesi var- ayrı bir parantez açmak gerek. Özellikle hassas olduğu göçmen-mülteciler, İslam-Müslümanlar gibi konularda Wilders’in bu fırsatı etkili bir muhalefetle iyi değerlendireceği aşikâr. Yine muhalefetteki üç sol partinin (PvdA, SP, GL) çalışma hayatı ve çevre konularındaki muhalefeti de etkili olabilir.

Yeni hükümet ve Türkiye ile ilişkilerin geleceği

Hükümet protokolünde herhangi bir atıf olmasa da “realist bir dış politika” vizyonu ile diplomasi ve Hollanda’nın çıkarlarının olduğu bölgelerle işbirliğinin geliştirilmesine vurgu yapılmasından hareketle, -belki de biraz iyimser olarak- yeni hükümetin, 11 Mart Rotterdam olayları sonrasında Türkiye ile bozulan ilişkilerin düzeltilmesine de önem vereceğini ve bu yönde çaba göstereceğini söyleyebiliriz. En azından Hollanda’daki Türkler arasında buna yönelik bir beklenti olduğunu söylemek mümkün.

Hollanda Kültürlerarası İnsan Hakları Merkezi müdürü Prof. Dr. Tom Zwart’ın Türkiye’nin AB ve Hollanda için önemine vurgu yapan açıklamaları örneğinde olduğu gibi, bazı sağduyulu sesler olsa da, kısa vadede bu yönde bir gelişme pek olası görülmüyor. Bekleyip göreceğiz.

Kabineyi diyaloga davet ettiler

Hollanda’daki Türkler, yeni kabinenin kurulması ile birlikte kabineyi diyaloga davet ettiler.

Konuyla ilgili olarak Hollandaca yapılan bir açıklamada, Türk, Kürt, Alevi ve Süryani kökenli Hollandalılar’ın, yeni kabineden diyalog beklentisi olduğu belirtildi.

HTİB Başkanı Mustafa Ayrancı’nın imzasını taşıyan Hollandaca bildiri altta:

Turkse Nederlanders roepen het Kabinet op voor een dialoog

Vanuit de Turkse Nederlandse gemeenschap wordt de komst van het nieuwe Kabinet als een nieuwe kans gezien om de dialoog weer met elkaar aan te gaan en om de verbinding met de Turkse Nederlandse gemeenschap een nieuwe fase te laten inluiden. De afgelopen jaren hebben Turkse Nederlanders deelgenomen aan verschillende dialoogbijeenkomsten die door de toenmalige en verantwoordelijke minister uit het Kabinet Rutte II werden georganiseerd. Vanwege het toegenomen onbehagen binnen de Turkse Nederlandse gemeenschap in relatie met de omringende samenleving, is het van belang dat die dialoog wordt voortgezet.

Op 16 november jl. kwamen twintig bezorgde en betrokken Turkse Nederlanders, met een Turkse-, Koerdische-, Alevitische- en Assyrische achtergrond bij elkaar, om met elkaar van gedachten te wisselen over hoe de verbinding onderling en die met de Nederlandse samenleving nieuw leven ingeblazen kan worden. De betrokken deelnemers aan het overleg maken zich zorgen over de negatieve beeldvorming die de Nederlandse samenleving heeft over de Turkse Nederlandse gemeenschap. De Turks Nederlandse gemeenschap is zich bewust van deze negatieve beeldvorming en wil dan ook de verantwoordelijkheid nemen om samen met het nieuwe Kabinet op zoek te gaan naar instrumenten die kunnen leiden naar een hernieuwde vorm van overleg en dialoog tussen de Turks Nederlandse belangengroepen, de Turks Nederlandse gemeenschap en de Nederlandse samenleving.

Turken in Nederland zijn Nederlanders en hebben recht op gelijke kansen en gelijke behandeling op alle fronten in de Nederlandse samenleving. Turkse Nederlanders wonen immers hier en niet daar. Dat Turkse Nederlanders een andere culturele achtergrond, een andere etniciteit hebben en ons verbonden voelen met familieleden, vrienden en kennissen in Turkije, maakt ons niet minder Nederlander dan een ander.

De deelnemers aan het overleg zijn ervan overtuigd dat het hernieuwen van een dialoog tussen de Turks Nederlandse gemeenschap, het nieuwe Kabinet en de Nederlandse samenleving, de wederzijds ervaren ongemakken en preoccupaties zullen wegnemen. Het Kabinet Rutte III wordt dan ook uitgenodigd voor het in gang zetten van een hernieuwde dialoog met de Turks Nederlandse gemeenschap.

*****

Kazakistan’daki Türk Dünyası Gazeteciler Şurası’na Hollanda’dan Yavuz Nufel ve Ömer Aşıran, Belçika’dan da Yusuf Çınal katıldılar

Aralarında Yavuz Donat gibi, 60 ünlü gazetecinin katıldığı gezide yaşananları Yavuz Nufel sizler için yazdı:



“Türk Dünyası 3’üncü Gazeteciler Şurası”, bu yıl Türk Dünyası Kültür Başkenti Kazakistan’ın Türkistan şehrinde gerçekleştirildi. Şuraya Türkiye’den ve Türkiye dışından 60 gazeteci katıldı.

Başkanlığını Yılmaz Karaca’nın yaptığı Türkiye Gazteciler Federasyonu tarafından bu yıl

3’üncüsü gerçekleşen çerçevesinde ata yurdu Kazakistan ve Kırgızistanda’da bir dizi etkinlikler de düzenlendi.

Şura’nın açılış törenine ev sahibi kurum adına Ahmet Yesevi Üniversitesi Rektör Vekili Prof.Dr. Mehmet Kutalmış ve Rektör Yardımcısı Yardımcı Doçent Dr. Mustafa Eren de katılarak birer sunuş konuşması yaptılar. Rektör Vekili Kutalmış konuşmasında, “Üniversite olarak, her zaman Türk Dünyası İle ilgili çalışmalara destek vermeye ve katkı koymaya hazırız” dedi.

Şura’ya katılan Türk Dünyası Gazeteciler Kafilesi, toplantıların yanı sıra Türkistan, Almatı ve Çimkent şehirlerinde kültürel amaçlı gözlem ve incelemelerde bulunmalarının ardından Kırgızistan’a gidildi.

Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te bulunan Manas Üniversitesi tarafından ağırlanan Türk Dünyası Gazetecileri burada da “Türkiye Gazeteciler Federasyonu(TGF) 54. Başkanlar Konseyi Toplantısı”nı da gerçekleştirdi.

3 yıldır gece gündüz demeden tüm zorluklara rağmen bu şuranın gerçekleşmesinin baş mimarı Yılmaz Karaca, başkanlar konseyi toplantısında Manas Üniversitesinden şöyle seslendi: “Hedefimiz, Türk Dünyasında görev yapan meslektaşlarımız arasında mesleki ve kültürel birlikteliği mutlak surette tesis etmektir. Ayrıca bu şuranın asıl amaçlarından biri deTürk Dünyası ülkelerinde görev yapan gazetecileri aynı çatı altında toplamak, iletişimlerini sağlamak ve Türk kültürü, örf, adet ve geleneklerinin yaşatılmasına ortak organizasyonlar ile katkı sağlamak için yola çıktık. İlk Şuramızı 2014’de Türk Dünyası Kültür Başkenti olan Eskişehir’de, ikinci Şuramızı 2015 Yılı’nda Türk Dünyası Kültür Başkenti olan Tataristan’ın Başkenti Kazan’da yapmıştık.”.



Manas Üniversitesi tarafından onurlarına bir gece düzenlenen Türk Dünyası Gazetecileri, bir sonraki Şura’nın nerde yapılması konusunda gelen teklifleri değerlendireceklerini belirttiler. 2018 yılında yapılması planlanan Türk Dünyası 4. Gazeteciler Şurası için aday Türkmenistan ve Belçika bulunuyor.

Başkan Karaca, önümüz yul yapılacak şura için çalışmalara en kısa zamanda başlanacağını ve hangi ülkede olacağı konusunda alınacak kararı en kısa zamanda bildireceğini ifade etti.

Şuraya Hollanda’dan Yavuz Nufel, Ömer Aşıran, Belçika’dan Yusuf Cinal, Almanya’dan Adnan Öztürk katılarak birer sunum yaptılar.

Şurayı ünlü gazetecilerden Sabah Gazetesi köşe yazarı Yavuz Donat takip ederken, Türk Dünyası gazetecilerinin bir çalışma için Kazakistan’da bulunan ünlü şair yazar Yavuz Bülent Bakiler ile Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde karşılaşması Şura’nın en güzle sürprizlerinden oldu.



Türk Dünyası Gazetecileri,Kırgızistan’da Türk ve dünya edebiyatının ünü yazarı Cengiz Aytmatov’un anıt mezarını da ziyaret etmeyi ihmal etmedi.

Atayurdumuzda 3. Şuramız yapıldı

Türkiye Gazeteciler Federasyonu tarafından organize edilen Türk Dünyası 3. Gazeteciler Şurası için Atayurdumuz Kazakistan ve Kırgızistan’daydık.

Dünyanın çeşitli ülkelerinden 53 meslektaşımızla geldiğimiz Kazakistan yolculuğu İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan başladı. İlk’i Eskişehirde, İkincisi Tataristan’nın Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen Türk Dünyası Gazeteciler Şurası bu yıl Kazakistan ve Kırgızistan’da planlanması bu organizeyi düşünen, uygulamaya koyan Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nun amacına ulaşmak için işi ne kadar sıkı ve geniş kapsamlı tuttuklarının bir göstergesi.

Almanya’dan Hollanda’dan Belçika’dan, Kıbrıs’tan, Bulgaristan’dan ve daha değişik ülkelerden gelen gazetecilerle birlikte, Türkiye’nin bir çok ilinin gazeteciler cemiyet başkanları, Türk dünyasının mesleki olarak birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olmaları gerektiğine inanmış insanlar.Şuraya özel davetli ve gözlemci olarak katılan bir mesleki büyüğümüz ise yılların deneyimli gazetecisi ve köşe yazarı Yavuz Donat.



Daha önce iki ve bu üçüncü şuranın da baş mimarı ve Türkiye Gazeteciler Federasyonu Genel Başkanı Yılmaz Karaca, tek cümle ile bu şuranın amacını şöyle özetliyor; “Hedefimiz Türk dünyası ülkelerinde görev yapan gazeteciler arasında mesleki ve kültürel birlikteliği tesis etmektir”

Daha önce yapılan iki şuranın ardından özel olarak hazırlanmış dergiyi okudum 5 saatlik uçak yolculuğunda. 3. Şuranın daha kapsamlı ve 2 ülkeyi kapsaması, yapılanların bundan sonra yapılacakların garantisi/ referansı niteliğinde.

Sabahın ilk ışıkları ile Kazakistan Almatı şehrine indik. Türkiye ile 3 saat farkı olan Kazakistan’ın başkenti Almatı. Sovyet Rusya dönemindeki Başkenti ise Astana şehri. 19 Yıl önce Sovyet Rusya’dan ayrılan ve özgürlüğüne kavuşan Kazakistan hızlı bir değişim yaşıyor olmasına rağmen, Sovyet Rusya’nın izleri hava alana iner inmez görünüyor.Başta soğuk yüzlü pasaport polisleri. Geniş tavanlı şapkaları, bakışları, işi yavaştan alarak herkese potansiyel suçluymuş gibi robotumsu bakışları ister istemez herkesi rahatsız ediyor. Valizlerimizi emanete teslim edip, bizlere tahsis edilen otobüsle Türkiye’den gelmiş ve Kazakistan’da yatırım yapmış bir Adanalı vatandaşımızın işlettiği 24 saat açık restorana gittik. Çaylar, kahveler derken, kahvaltıda dikkatimizi çeken etin bol, zeytinin yok denecek kadar az olması. Kazakistan’a özgü etli çorbalar, ekmekler ve Türk üsulü çay ile Atayurdu’nda ilk kahvaltımızı yapıp, planlandığı üzere şehir turumuza ve ziyaretlere başladık. İlk durak Kazakistan’ın Sovyet Rusya’dan ayrılırken gösterilerin yapıldığı, şehitlerin verildiği özgürlük meydanı oldu. İlk fotoğraflar Özgürlük meydanında çekildi ve anında servis edildi.

Meydan’a tarihi binalar ve heykeller damgasını vurmuş. Bu yıl şehrin kuruluşunun bininci yılı kutlamalarından dolayı 1000. yıl anısına meydana konuşlandırılmış rengarenk Almatı yazısı ve renkli, çiçekli anıt önünde bir de ilk toplu fotoğraf çektirmeden olmaz dedik.

Ardından resmi ziyaretlerin yapılacağı için Başkan Yılmaz Karaca mihmandarlarımızdan Aygül hanımı arkadaşlarımızı şehri gezdirmesi için görevlendiriyor. Yılmaz Karaca Başkanlığında ikinci mihmandarımızla birlikte, Hollanda’dan Yavuz Nufel, Belçika’dan Yusuf Çinal, Almanya’dan Adnan Öztürk’ün de dahil olduğu heyetle ilk resmi ziyaretimizi Almatı valiliğine.

Valilik binasının yanında bulunan Tarihi Kültür ve Sanat Merkezi binasında bizi Kültür-Sanat İşleri’nden sorumlu vali yardımcısı karşılıyor.

137 değişik etnik gurup ve milleten insanların bu merkezde kendi öz değerlerini yaşatmak için çalışmalar yaptığını anlatan vali yardımcısı, Vali beyin başka bir programı olduğundan dolayı bizi ağırlayamadığını özellikle ifade ediyor. Başkan Yılmaz Karaca ise Kazakistan’da bulunma nedenimizi anlattıktan sonra teşekkür ediyor. Bir saat kadar süren görüşmelerde bırakın çay- kahve ikramını, soğuk bir su bile verilmemesini yadırgasak da bunun bize karşı bir tavır olmadığını ikinci durağımız Almatı TV’de öğreniyoruz.



Almatı TV genel müdürü de bizi çok sıcak ve samimi karşılayıp, mesleki dayanışmanın önemine ve gerekliliğine dem vuruyor. Ardından TV binasını ve stüdyoları gezip sorularımızı cevaplıyor. Türk TV dizilerinin Kazakistan’da büyük ilgi gördüğünü belirtiyor ama o da bir bardak su bile ikram etmeden bizi uğurluyor. Ne de olsa meslektaşız soruyoruz, mihmandarımız burada bu tür kısa ziyaretlerde ikram yapılmadığını söylüyor.

( Mihmandarımızın, bizi ağırlayan başta vali yardımcısı olmak üzere diğer görevlilerin kartvizitlerinde isimleri Kril alfabesi ile yazıldığından buraya yazamıyorum )

Resmi ziyaretlerin ardından kısa bir şehir turu, müzik aletlerir müzesini gezip bizden ayrılan arkadaşlarımızla yine kahvaltı yaptığımız restoranda öğlen yemeğinde buluşuyoruz. Onlar bize, biz onlara gördüklerimizi ve temalarımızı anlatarak yemekler yeniyor.

Konaklayacağımız yer/ Otel Almatı’da değil. Bir saat uçak yolculuğu ile gidilen Çimkent’te. Sabah Türkiye’den gelen uçak ile aktarma yapacağımız uçak arasındaki süreyi Başkan Almatı gezisi ve ziyaretleri ile doldurmuş, çok da iyi etmiş. Ata topraklarına her zaman gelmiyoruz ya, üstelik bir daha gelmek nasip olur mu kim bilir. Ne kadar yorgun olsak, uykusuz kalsak da değdi doğrusu.

Planlamaya göre Almatı’dan Çimkent’e uçağımız saat 16:00 da. İç hatlar olması hasabiyle yine de her ihtimale karşı uçağın kalkışından bir buçuk saat kadar önce Almatı havaalanında hazır oluyoruz.O da ne, uçağımızın 2 saat rötar yaptığı anons ediliyor. 30 saate yaklaşan uykusuzluk günün yorgunluğu ile birleşince bekleme salonunda kıvrılacak bir yer bulan kendini şanslı hissedip birazcık da olsa kestirme derdine düşüyor. Uçağın rötar yapmasına en çok üzülen Başkan Yılmaz Karaca oluyor, “ Bilseydik, iki saatimiz şehirde gezerek, görerek değerlendirirdik” diyor. Bir saatlik uçak yolculuğunun ardından Çimkent’e gelip kısa bir süre sonra iki ayrı otele yerleştiğinde Türk Dünyası Gazetecileri, kiminin geldiği ülkede sabah olurken, kiminin geldiği ülkede hava yeni kararıyordu fakat Çimkent’te gece yarısını çoktan geçmişti saatler. Odalardaki yatakların bizlerin yorgun bedenlerini beklediklerini bilerek uyku ile vuslatı geciktirmemek için acele ettik.

İlk izlenimler ve notlar:

-Kazakistan erkekleri gayet soğuk ve ciddi- sert bakışlı olmasına rağmen kadınları daha naif ve güler yüzlü.

-Para birimi Tenge, bir dolar 350, 1 TL 100 Tenge ediyor.

-Vasıfsız bir işçinin maaşı 70 bin Tenge (200 dolar ) bir memurun ise 100 / 150 bin Tenge ( 300/ 350 dolar ).

-Sigara sudan ucuz! Her türlü Amerikan sigarası var ve en pahalısı 400 tenge, fakat sokalarda sigara için pek görülmüyor.

-Kontörlü telefon kartı da çok ucuz. Üstelik 30 GB interneti ile telefon kartı paketi 2 bin tenge ( 5 dolar ya da 20 TL civarında)

-Pek yabancı dil bilmiyorlar, fakat konuşulanı iyi dinlediğinizde Kazakça konuşulan her cümlede bir kaç kelime rahatlıkla anlaşılıyor.

-Çay mı, kahve mi yerine Karaçay mı, Yeşilçay mı diye soruluyor. En modern kahve makineleri var ama kahve pek içilmiyor. (Karaçay’ın İlhan Karaçay ile, Yeşilçay’ın Nurgül Yeşilçay ile bir alakası yok tabi. Fakat biz yine de çay tercihimiz sorulduğunda ortak tanıdıklarla İlhan abimizi yad ediyor, Nurgül Yeşilçay ile kazak hanımlarını mukayese ediyoruz )





Kazakistan’da ikinci günümüze gözlerimizi dinlenmiş olarak Çimkent’te açtık. Otel, Motel kelimesi kullanılmıyor Kazakistan’da hepsi Konuk ya da Konak evi. Açık büfe kahvaltılarındaki zenginlik ve çeşitlilik, Türkiye’de orta halli bir gecekonduda oturan ailenin sofrasından fazla değil. Fakat sabah sabah en az iki türlü sıcak et yemeği var kahvaltıda. Bir çeşit çorba var iki çeşit peynir, yumurta rafadan veya omlet, zeytini sayı ile koydukları belli ve kap boşaldığında zeytin almak şansınız da kalmıyor. 3-5 dilim domates ve bir o kadar salaltalık, tabaktaki bittiğinde yerine ilave edilmeyen, elma ve porakal suyu, ekmek yok denecek kadar az ve yerken dişleri kırma ihtiamli yüksek nitelikte sert. Bizim pişi diye tabir ettiğimiz yağda kızartılmış hamur fazlası ile mevcut. Restoranın kapısında belirmenizle birlikte restoran görevlisi önünüze dikilip oda numaranızı istiyor.

Başkanın bir gün önce bildirdiğine göre kahvaltı sonrası vakit kaybetmeden aracımıza binip Türkistan’a yola çıkmamız lazım. Otobüs ile Çimkent’ ile Türkistan arası bir buçuk saat. Otobüs dediysem Türkiye’deki şehirler arası otobüsleri falan düşünmeyin. Servis, hostes falan yok. Alık edip yanınıza aldınız aldınız yoksa, susuz kalırsınız…

Şura için gelen arkadaşlarımızın bir gün önceki yorgun, dökülmüş, Almatı havalanındaki perişan halleri gitmiş, daha bi gençleşmişler, dinamikler üstelik de neşeliler. Şen-şakrak Türkistan’a varıyoruz. İlk işimiz Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesini ve külliyesini ziyaret etmek oluyor. Türbede bulunan görevli bize Hoca Ahmet Yesevi’nin Türkistan’a gelişini, yaşamını, türbenin içinde bulunduğu devasa yapının mimari özelliklerini anlatıyor. Geniş bir alan içinde bulunan yapının etrafında düzenleme çalışmaları var. Değişik ülkelerden gelen insanlarla türbeyi gezip dua ettikten sonra yürüme mesafesindeki bir restoranda Ahmet Yesevi Üniversitesi tarafından öğlen yemeğine davet edildiğimiz belirtiliyor. ( Daha sonra yemek paralarının ödendiğini öğreniyor ve bu nasıl davet sorusunu sormadan edemiyoruz ) Bizden bir kaç gün önce Türkistan’a bir çalışma / araştırma için gelen ömrünü Türklüğe, Türkistan’a adamış şair- yazar Yavuz Bülent Bakiler ile öğlen yemeğinde karşılaşmanız günün sürprizi oluyor. Yavuz Donat, Yavuz Bülent Bakiler ve Yavuz Nufel’in bir arada olması planlansa mümkün olmayacak bir durum. Bu durum Yavuz Nufel tarafından 3’ü bir arada olarak değerlendiriliyor. Birlikte yenen yemeğin ardından Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’ne şuramızı yapmak için gittiğimiz de bir de sergi ile karşılaşıyoruz.

Şuraya katılan yayın organlarının temsilcileri ve sahiplerinin beraberlerinde getirdikleri gazetelerden oluşan bir sergi, emeğin mevyesi, yazın emekçilerinin bin bir zorlukla çıkardıkları yayın organları, sergi salonunu çiçek bahçesine dönüşmüş durumda.

Türkiye Gazeteciler Federasyonu (TGF), Türk Dünyası Gazeteciler Federasyonu(TDGF), Anadolu Spor Gazetecileri Derneği ve Anadolu’daki TGF ve Basın Vakfı üyesi tüm meslek kuruluşlarının destek verdiği, “Türk Dünyası 3.Gazeteciler Şurası” bu anlamlı serginin ardından konferans salonunda başladı.

Türk Dünyası Kültür Başkenti ünvanını taşıyan Kazakistan’ın Türkistan şehrinde gerçekleşen bu anlamlı şurada bir önceki şuranın sonuç bildirgesinde yer alan maddeler masaya yatırılıp, sonra da yeni düşünce, fikir ve görüşler için katılımcılara söz hakkı veriliyor.

Şura’ya ev sahipliği yapan Ahmet Yesevi Üniversitesi Rektör Vekili Prof.Dr. Mehmet Kutalmış ve Rektör Yardımcısı Yardımcı Doçent Dr. Mustafa Eren’inde katılması gazeteci arkadaşlarımızın motivasyonunu yükselttiği gözlenirken, Rektör Vekili Kutalmış yaptığı konuşmada, “Üniversite olarak, her zaman Türk Dünyası İle ilgili çalışmalara destek vermeye ve katkı koymaya hazırız” sözleri takdirle karşılandı. Resmi toplantının ardından ikili görüşmelerle yeni dostlukların temelinin atıldığı Türkistan proğramı tamamlanarak otobüsümüze doluşup akşam yemeği ve istirahat için tekrar Çimkent’e dönüyoruz.’’ dedi.

Kırgızistan yolunda 29 Ekim Cumhuriyet bayramı kutlandı

Ertesi gün 9 saat sürecek 550 kilometerelik otebüsle Kırgızistan yolculuğumuz vardı.Sabah 09’da hazır olup yola erken çıkmalıydık. Sabah olunca kalkıp kahvaltımızı yapıp otobüslere bindik ama yola 2 saat geç çıkabildik. Bu kez da otelciler maraza çıkarıyordu. Kullanılmayan mini barların kullanıldığı başta olmak üzere hesap şişirilmişti. Yine itiraz edildi. Otelin güvenlik görevlileri, “ Ya dedğimiz parayı verirsiniz ya da kapıdan çıkamazsın” diyerek kapıları kapatıp bir kısım arkadaşımızı içeride adeta rehin almaya kalktılar, Mihmandarımızın pasaportuna el koydular. Bir saat süren gerginlikten sonra olay tatlıya bağlandı ve yola koyulduk ama olan bizim 3 saatimize olmuştu! 9 saatlik yolun bir saatini henüz kat etmiştik ki, mihmandarımız otelde yaşana olayda el konan pasaportunu resepsiyondan almayı unuttuğunu söyledi. Otobüsümüzü ilk önümüze çıkan benzinlikte durup taksi ile mihmandarımızın pasaportu almaya gidildi. 3 saatlik gecikmenin üstüne bir saatte daha eklenince Kırgızistan’a ulaşmamız uzadıkça uzadı.



Yavuz Nufel Şura’da konuşuyor



Kazakistan ve Kırgızistan seyehatnamesi

Kazakistan’dan Kırgızistan yolculuğu başlı başına bir olay, yazı konusu.

Kazakistan’da yaşanan olumsuzlukları, gördüğümüz güzellikler, kurduğumuz dostlukların gölgesinde kalmış, şarkılar-türküler eşliğinde güneşli bir havada otobüsümüz maksimum 100, zaman zaman 30 kilometreye düşen hızı ile yol almaya başladı.Uçsuz bucaksız ovalar, gözün almayacağı kadar düzlükler.



Mihmandarımız genç bize Kırgızistan hakkında bilgiler veriyor:

Kırgızistan’ın para birimi SOM

Kazak Tengesi’nden biraz daha değerli.

1 TL : 10 SOM

1 Dolar: yaklaşık 40 SOM

“ Bu yolu Çinliler yaptı para da almadılar, mallarını Asya’nın içlerine kadar ulaştırmak için “ diyor mihmandarımız..

Çift geliş- gidişli yolun kıyılarında zaman zaman Kazak köylerini görüyoruz. Çatılarda kiremit hiç görmedik, ne şehirlerde ne köylerde. Çatılar üçgen ve sac plakalarla kaplı, kurşuni, yeşil veya koyu kırmızı renkli.

550 Kilometrelik yolda iki dinlenme tesisi gördük ama adına tesis demeye bin şahit ister. Tesislerin helalarına girenlerin girmesi ile çıkması bir oluyor. Alaturka dediğimiz helalar iki kişilik, büyük küçük abdestini yan yana yapmak zorundasın!

Tabi bizler tek tek yapıyoruz, ama bir anlam veremiyoruz. Mihmandarımız, “ Bunlar daha iyileri, 4 kişilik olanlar var” diyor.

Daha önce yazdığım gibi, otobüste su, çay, kahve servisi yok, ama konu herkese malum olduğundan herkes hazırlıklı. Son Medya Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Aşıran, okuldan yeni mezun olmuş muhabir heyecanı ile her gördüğünün fotoğrafını çekiyor, iyi de ediyor; belgelemek gerek.

Çekilmeyecek gibi değil ki, bir bakıyorsunuz otobüsün önüne ayağına köstek vurulmuş ( kesimlik atlar hızlı koşmasın/ kaçmasın diye yapılıyormuş ) at sürüsü, biraz sonra inekler çıkıveriyor.

Solumuzda güneş enerjisinden elektrik enerjisi üretmek için kurulmuş belki de dünyanın en büyük güneş enerji paneli tarlasının ucunu bucağını görmek gözlerimizin algılama mesafesini aşıyor.

Günlerden 29 Ekim, saatlerden ikindi vakti yol kenarına duran otobüsümüzden inip tabelanın önünde Türk bayrakları açarak İstiklal Marşımızı okuyoruz ata topraklarında Ana yurdumuzdan 5 bin kilometre uzakta ve Ata Yurdumuzun topraklarında.

Otobüse binip yola koyulunca Mihmandarımız olan genç, Kırgızistan’da gezilecek görülecek yerleri tarif etmeye devam ediyor, üstüne basa basa; “Hoş Pazara mutlaka gidin Orta Asya’nın, hatta tüm Asya kıtasının en büyük pazarıdır.Yalnız esnaflar ne fiyat söylerlerse yarısını teklif edin, sıkı pazarlık yapın; taksilerde taksimetre yoksa mutlaka gideceğiniz yeri söyleyip fiyat alın, yarı fiyatını verin” demeyi de ihmal etmiyor.

Kazak- Kırgız sınırı çile kapısı

Ardından otobüsün bizi Kazakistan’ın çıkış gümrüğüne 300 metre kala bırakacağını, iki ülke arasının pek iyi olmadığından otobüsü Kırgızistan’a sokmadıklarını duyunca hepimizin yüzünde bir tuhaflık beliriyor. Hava kararmış 9 saatlik yolun 8 saati geride kaldığında gümrük kapısına ulaştık. Otobüslerden inip valizler elimizde 300 metrelik yolu yürüyerek geldiğimiz Kazakistan gümrüğündeki görüntünün fotoğrafını çekebilseydik; Suriyeli mültecilerin sınırlarımıza yığılmasını andıran bir görüntü çıkardı ortaya.



Kimse çekmedi, çekemedi çünkü beton suratlı görevlilerin ne diyeceği, ne yapacağı belli olmazdı. Pasaportlar didik didik edilirken kabinlerde süren işlem kişinin tipine göre 5 ile 10 dakika sürdü.

Posta pulu kadar bir kağıda mühür vurup pasaportumuzla birlikte elimize verdiler. Pasaportumuzda mühürlendi diye düşünüp bu kağıtta neyin nesi diyerek iyi ki atmamışız!

İki kişinin yana geçmesi mümkün olmayan yanları tel örgülü kaplı üstü açık yaklaşık 200 metre uzunluğundaki koridordan valizler elimizde tek sıra geçerken koridorun ortalarında masa kurmuş bir başka resmi üniformalı, uykulu gözlerle bir şey soruyor, anlamıyoruz. Meğerse biraz önce pasaport kontrolünde elimize verilen mühürlü pul büyüklüğündeki kağıtları önündeki kutuya atmamızı istiyormuş.

İki ülkeyi ayıran nehrin üstündeki köprüden geçip nihayet Kırgızistan Gümrüğüne ulaştık.

Yığılma vardı sebebi 10’arlık gruplar halinde pasaportlar toplanıyor, bir odaya götürülüp 10/ 15 dakika sonra incelendikten sonra dağıtılıyordu. Pasaportunu alan polis kabinin önüne gelip tekrar pasaportunu polise uzatıyordu.

Allah var, Kırgız Polisleri Kazak polisler kadar katı görünmüyor. Nedense pasaportu uzatınca polise karşı hafif bir tebessüm şartmış gibi herkes; “ Ya ben iyi bir insanım, ülkenize girmemde bir sakınca yok” dercesine tüm yorgunluklarına rağmen güzel, iyi insan görüntüsü vermeye çalışılıyor.

Kazasız belasız Kırgızistan topraklarına ayak basıyoruz. Yine bizi 200 metre kadar ileride park yerinde bekleyen, okul servisleri büyüklüğünde araçlara kadar valizlerimizi sürüye srüye yürmek zorunda kalıyoruz. Bizi bekleyen 3 araca doluşuyoruz, her zaman olduğu gibi yine Yılmaz Karaca tek tek sayıyor bizleri eksik, kayıp, gelmeyen kimse var mı. Yılmaz Karaca’yı izliyorum, aklımdan geçenleri Ömer beye söylüyorum, “ Vallahi Ömer bey bu iş para ile pulla yapılacak iş değil, biz evde 3 çocuğumuza laf anlatmazken bu kadar insana laf anlatmak, organize yapmak ve başarılı olmak, yöteci olmak Allah vergisi bir şey olmalı” diyorum, Ömer Aşıran onaylıyor, söylediklerimi.

Otele doğru yol alırken, Başkent Bişkek’in fazla uzak olamadığını en fazla yarım saat süreceğini söylüyorlar.

Kalacağımız otelin adı da Dostlu Konuk Evi.

Oda numaralarımız belli oluyor, anahtarları alıp odamıza çıkmak için asansör beklememiz yarım saatimizi alıyor. Çünkü üç asansörden sadece biri çalışıyor ve valizlerle en fazla iki kişi binebiliyor.

Yılmaz Karaca’dan günün son bildirisini alıyoruz. Yarın ( 30 Ekim) akşam saat 17:00’ye kadar herkesin serbest olduğunu öğrenip 9 kattaki odamıza korku filmlerindeki asansör sesi eşliğinde çıkıyoruz.



Odalar görülmeye değer! Bugün 40’lı yaşlardaki insanların bile zor hatırlayacağı çevirmeli telefon ilk dikkatimizi çeken obje odadaki.

Buz dolabı var ama içinde bir bardak su bile yok, çay kahve için su ısıtıcının değil kendisi adı bile yok. Haliyle çay-kahvede yok. Ama odalarda sigara içmek serbest, kül tablaları hazır. İçme suyu ihtiyacı için katın orta kısmında asansör çıkışına konulan damacanalar var. Odanızdan bardağınızı alıp, koridora çıkıp gidip suyunuzu almak zorundasınız.

Sabah ola hayrola deyip Kırgızistan’da Tanrı Dağlarının eteklerinde günün yorgunluğu ile yatıyoruz. Sabah tan yeri ağarırken otelimizin karşısında 4 minareyi görmesek Ezan diyemeyeceğimiz((!) kadar farklı bir sesle uyanıyoruz! Ezanmış…

Olsun, ezan olduğunu anlayınca içimize farklı bir huzur ve mutluluk doluyor…

Bakalım bizi çarşı Pazar da neler bekliyor neler göreceğiz, merakı ile güne başlamak için hazırlıklarımızı yapıyoruz..

30 Ekim sabahı kahvaltımızı yapıp mihmandarımızın ısrarla gitmemizi istediği HOŞ Pazara gitmek için hazırlandık. Kahvaltı dediysem öyle 5 yıldızlı, hatta 3 yıldızlı otellerin açık büfe kahvaltısına benzer yanı yok. Daha önce de yazdığım gibi mütevazı bir gecekondu ailesinin sofrasında bulunan yiyeceklerden fazla bir şey yok. Çay, kahve, süt, elma suyu, ekmek, peynir, domates, salatalık, de dahil olmak üzere erinmedim saydım 18 kalem yiyecek-içecekten oluşan bir açık büfe… Yine mihmandarımızı “taksimetre yoksa pazarlık edin, 200 SOM’dan (20 TL) fazla vermeyin” sözlerini kulağımıza küpe edip taksiciye kaça götüreceğini sorduk, ‘200 SOM’ dedi. Pazarlığa gerek kalmadı, verip bindik.



Sadece Kırgızistan’ın değil, Orta Asya’nın hatta, bütün Asya kıtasının en büyük pazarı denen Hoş Pazara yaklaştıkça sokaktaki insanlarında değiştiğini, fakir bir semte doğru gittiğimizi anlamak hiç de uzmanlık gerektirmeyen bir tablo idi. Birden fazla giriş kapısı olan pazarın ana giriş kapısı olan yere gelip indiğimizde ilk gözümüze çarpan bir Türk Bankasının ( Demir Bank ) şubesi gözümüze çarptı.

Pazarın girişi pek de tekin görünmeyen yüzlerce genç tarafından istila edilmiş. Ayak üstü alış-veriş yapanlar, eskiden İstanbul’da olduğu gibi bıçkın tombalacı görünümlü insanlar, yine eskiden Türkiye’de panayırlarda olduğu gibi halka attıranlar.

Son Medya Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Aşıran ile birbirimize baktık. “ Abi, buralar pek tekin yerler değil sanırım, cüzdanına pasaportuna dikkat et” diye uyardı beni.Akşam otele döndüğümüzde gazeteci arkadaşlarımızdan birinin ‘Hoş Pazar’da cüzdanının çalındığını öğrendik.

Bizi uyarmışlardı, tek tek dolaşmayın guruplar halinde gezin, demişlerdi.

Pazara ağır bir yağ kokusu sinmiş. Yok yok… Fakat pazarın içine girdiğinizde sanki zaman makinesine girmiş gibi kendinizi 50-60 yıl öncesinin Türkiye’sinde gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Açıkta satılan yiyecekler, etler, aklınıza ne gelirse var. İnsanlar güler yüzlü. Mallarını satmak için yırtınmıyorlar. Laf olsun diye birkaç şeye bakıyoruz, söyledikleri fiyatın yarısını söyle demişlerdi, biz alıcı olmadığımız için dörtte bir fiyat veriyoruz, olmuyor. Dilde pek sorun yaşamıyoruz, rakamlar aynı, bir çok kelime aynı. Türkiye’den geldiğimizi söylediğimizde yüzleri bir başka gülüyor. Ortalama gelirin 800 TL olduğu Kazakistan’da bir çok ürünün fiyatı Türkiye ile aynı…

Yiyecek-İçecek bölümünün bir sokağını yürüdükten sonra elektronik, elektrikli ürün satan bölüme geçiyoruz. Kapalı çarşı gibi bir yer, sokakların eni bir- bir buçuk metre kadar. İki insan yan yana yürümesi zor. Sabah erken olduğundan henüz kalabalık değil. İki sokak zor dolaşıyoruz. Ağır bir koku hakim, deri mamullerinden tutun da, aklınıza gelecek Çin başta olmak üzere Uzak Doğuda üretilen ne varsa bulmak mümkün. Ayrıca orta yaşlı insanların bile zor hatırladığı eski cihazlarda arzı endam ediyor.

İki gün yetmez dolaşamaya, dedikleri pazara yarım saat zor dayanabildik.

Taksiden indiğimiz yere gelip, taksi demeye bin şahit bir taksiye binmeden önce pazarlık ettik. Bizi şehir merkezine, müzelerin sarayların olduğu yere götür, dedik, biraz zor oldu anlatmak ama sonunda anlaştık. En komik olanı da Ömer beyin Kırgızlarla konuşurken, Türkçe, İngilizce anlatamayınca Hollandaca anlatmaya çalışması idi.

Bir şehri tanımak için o şehrin caddelerinde, parklarında, sokaklarında yürümek lazım, sözünü kendimize şiar edip, taksicinin bizi bıraktığı noktadan ve saat 11:00 sularında yayan olarak başlayan Bişkek gezimiz akşam 17:00 ‘de otel de son buldu.

Akşam Yemeği için Manas Üniversitesi’ne davet edildik. Cengiz Aytmatov Kampüsü’nde hizmet veren üniversitemiz, altyapısıyla, yalnızca Kırgızistan’da değil Orta Asya’daki en gelişmiş üniversitelerin başında yer alıyor. Üniversitenin İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza ÇAKIR, 40 yıllık dost, 40 yıllık hasret gibi kapıda tek tek karşılayarak, sarıldı, kucakladı, Hoş geldiniz dedi, hasretle…



Manas Üniversitesi hakkında çok şey yazıp söylemek lazım, çünkü hak ediyor. Türkiye’nin Türk Cumhuriyetlerde, ya da Türkiye dışında yaptığı en önemli en hayırlı işlerden, eserlerden biri değil en başta olanı bence Manas Üniversitesi…

30 Eylül 1995 tarihinde İzmir’de imzalanan, “Türkiye Cumhuriyeti ile Kırgızistan Cumhuriyeti hükümeti arasında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek şehrinde Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi kurulmasına dair anlaşma”nın her iki ülke yetkili makamlarınca onaylanmasına müteakip 1997-1998 öğretim yılında öğretime başlamıştır”, diyorlar, verdikleri bilgilerde.

Manas Üniversitesi’nin dünyanın sayılı Üniversiteler arasında yer almasında Türk siyasetçilerinden Tansu Çiller, Süleyman Demirel, Recep Tayyip Erdoğan’ın ve TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun paylarının büyük olduğunu öğrencisinden rektörüne herkes saygı ve minnetle vurguluyor.

Yazının burasına kadar okuduysanız eğer Manas Üniversitesi hakkında daha fazla bilgi için:

Kim bilir beklide ileride sizin çocuğunuz veya bir yakınınızın akrabanızın çocuğu Kırgızistan’a okumak için gidiyorum diyebilir.

Çünkü 7 bin öğrencinin 1.300’ü Türkiye’den gelmiş, diğerleri onlarca değişik ülkeden ama ağırlıklı olarak Kırgız öğrenciler

Asya ülkeleri arasında yüksek öğretim’de ve yönetiminde bir çok ilklere imza atan ve öncü olan Manas Üniversitesi’ne bir gün sonra yine geleceğiz. Çünkü 6 Ülke 1 Festival adı altında yapılan film festivalinin ödül törenine katılacağız ve Kırgızistan’a geliş amaçlarımızdan olan Türkiye Gazeteciler Federasyonu (TGF) Başkanlar Konseyi Toplantısı Manas Üniversitesi’nde yapılacak.



Bişkek sokaklarından izlenimler:

– Sokaklarda yaşlı nüfus pek yok, çoğu genç ve öğrenci.

– İki Bişkek var, biri zengin biri fakir, ardaki fark çok büyük.

– İnsanlar güler yüzlü ve Türkleri seviyorlar

– Sokaklarda Manas Üniversitesi kampüsünde karşılaştığımız, konuştuğumuz gençlerin en büyük hayali Türkiye’ye kapağı atmak.

-Hoş Pazar’daki o keşmekeş, şehrin merkezinde ve bu yüzünde kesinlikle yok, yollar bakımlı,trafik düzgün, yayalara saygı had safhada.

– Bir çok Türk işyeri var, en rağbet görenler ise döneciler.

- Bişkek’de eski mimari ve eserler korunurken, şehirde modern mimari ile yapılmış gökdelenler yükselmeye başlamış.

-Parklar bakımlı ve heykellerle dolu.

-Resmi binalar, okullar Sovyet Rusya’dan kalma olduğu hemen belli oluyor.



*****