TÜRK KÜLTÜR COĞRAFYALARI, AZERBAYCAN-TÜRKİYE ARASINDAKİ EĞİTİM İLİŞKİLERİ VE YANSIMALARI - Birol DOK(TC Başbakanlık Müşaviri) - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









TÜRK KÜLTÜR COĞRAFYALARI, AZERBAYCAN-TÜRKİYE ARASINDAKİ EĞİTİM İLİŞKİLERİ VE YANSIMALARI - Birol DOK(TC Başbakanlık Müşaviri)
Tarih: 26.12.2016 > Kaç kez okundu? 1772

Paylaş


1.Türk Kültür Coğrafyaları ve Türkler

Dünyanın en kadim milletlerinden olan Türkler, tarihin her döneminde adına Dünya denilen yeryüzü parçasının her karışına damgasını vurmuş bir millettir. Dünyanın her karışında Türklerin mührünü görmek ve Türk medeniyetinin yansımalarını bulmak mümkündür. Tarih, Türkler gibi bir asil milletin bilimde, sanatta, estetikte, kültürde hülasa insana hizmet anlamında sayısız eserlerine tanıklık etmiştir.

Kimilerince “Türk Dünyası” kimilerince “Türk Kültür Coğrafyaları” ve kimilerince de “Türkler Dünyası” denilen tabir ile ilk kastedilen coğrafya; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan, Türkmenistan ve Türkiye ile diğer Türk ve akraba topluluklarının yaşadıkları yeryüzü parçalarına işaret etmektedir. Hülasa, beş kıtaya yayılmış bir milletin adıdır; Türk.

Dünyanın her tarafına bilim ve medeniyet götürmüş olan Türkler, sadece bir bölgede bir kıtada devlet kurmuş, medeniyet yaratmış değildirler. Binlerce yıllık tarihi geçmişe sahip olan Türklerin, Türkistan’dan başlayan tarihî yolculuğu, benimsedikleri kültür ve hayat tarzı sebebiyle anayurt sınırlarını aşmıştır. Türkistan’da bugünkü Moğolistan ve Çin’den Balkanlar’a kadar uzanan çok geniş bir sahada yaşayan Türk toplulukları, tarihin birçok devrinde büyük ülkülere yönelmişler ve ortak bir kültür oluşturmuşlardır. Bu kültürel ve idarî birliktelikler de güçlü büyük devletler kurmalarıyla sonuçlanmıştır.

Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na kadar uzanan coğrafyada kendini gösteren Türkler, tarihe yön vermiş, çağ açıp çağ kapamış ve dünyanın seyrini değiştirmiş, beş kıtada önemli izler bırakmışlardır. Bugün de dünyanın çok çeşitli yerlerinde gelişen ve değişen güçleriyle gerek siyasî ve gerekse kültürel varlıklarını devam ettirmektedirler.

Moğolistan bozkırlarından Hazar Denizi’ne hakimiyetler kuran Türkler, kimi zaman Volga’yı geçip Avrupa’ya kadar, bazen Sirderya’yı geçip İran’a kadar uzanan bir güç alanı oluşturmuşlardır. Azerbaycan’a, Mezopotamya’ya kadar hâkimiyet kuran, Sümerlerle komşu olan Türkler, İskit, Saka, Hun, Göktürk, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti gibi büyük ve köklü devletler kurmuşlardır.

Büyük Türk Devleti Göktürklerin lideri Bilge Kağan ve onun kardeşi Kül Tigin, Büyük Okyanus’a, İran hududuna, Tibet’e, Sibirya’ya kadar topraklarını genişleterek bütün Türkleri bir birlik altında toplamışlardır. Bilge Kağan, yaptıklarını Bengütaşlara, yani ölmez taşlara yazdırdı. 732 ve 735 yıllarında Moğolistan’da Orhun suyu kıyısında Bengütaşlar diktirdi. Bengütaşlar üstüne silinmez yazılar yazdırdı. Orhun Abideleri, bütün Türklerin ortak eseri, ortak kitabıdır. Göktürkler de Türklüğün ata babalarıdır.

Türkçe konuşan bütün halklara “Türk” diyen bu anlayış, bugün de Moğolistan’da, Çin’de, Doğu ve Batı Türkistan’da, Kafkaslarda, İdil-Ural’da, Kırım’da, Balkanlar’da ve Türkiye’de canlı bir şekilde yaşamaktadır. Türk Dünyasında Divanü Lügati’t-Türk, yani Türk Dillerinin Divanı’ndan Oğuz Han, Dede Korkut, Köroğlu destanlarına kadar ortak edebiyata, ortak dile ve ortak anlayışa sahip olan Türkler, bugün de dünyanın yeniden şekillendiği bir zamanda yeni bir anlayışla aynı duygulara sahip olmanın heyecanı içerisindedirler.

Dünyanın yeni bir çehreye büründüğü 1991 yılından itibaren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan adları altında beş Türk cumhuriyeti tarih sahnesindeki yerlerini aldılar. Ayrıca bu Türk cumhuriyetlerinin yanı sıra Moğolistan, Tacikistan gibi kimi Türk ve akraba toplulukları bünyelerinde yaşatan ülkelerle, Rusya Federasyonu içerisinde yaşayan özerk Türk ve akraba topluluklar kendi kimlikleriyle gün yüzüne çıktılar.



Türk ve Akraba Topluluklar arasında binlerce yıllık dil, tarih, kültür, örf, adet, gelenek ve din birliğimizin bulunduğu, bilinen bir gerçektir.

Bugün dünya devletleri arasında şanlı ve şerefli yerlerini alan Türk cumhuriyetleri; yani Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’la diğer özerk olan ve olmayan Türk toplulukları incelendiğinde görüyoruz ki hızla gelişen, ileri giden ve çağı yakalayan birer güçlü devlet görünümündedirler.



Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağıldığı o günlerden bugünlere doğru şöyle bir tarih sürecine baktığımızda görüyoruz ki, başta Türk cumhuriyetleri olmak üzere Türk toplulukları modern, çağdaş ve ileri bir hayat tarzını gerek ekonomik ve gerekse sosyal açıdan yakalamışlardır. Artık Türkiye Cumhuriyeti dışında yaşayan Türkler için kötü ve karanlık günler geride kalmış, önlerinde yeni bir dünya açılmıştır.

Türkler, binlerce yıllık geçmişleri ve daima ilahi vahye dayalı inançları ile Dünya tarihinde önemli yer tutmuş öncü bir millettir. Türkler, tarihin her döneminde büyük millet olmanın avantajlarından faydalandığı gibi dezavantajlarının getirdiği sıkıntıları da yaşamıştır.

Dünyanın kadim ve köklü milletlerinden olan Türklerin, tarihin en eski çağlarından bu güne kadar belirli bir kavram veya kavimler birliğini gösteren nev’i şahsına münhasır bir ad olarak varlığı aşikârdır. Milattan önce V. Asırda yaşayan Heredot’un Doğu kavimleri arasında zikrettiği Targita’lardan Çin kaynaklarında geçen Tiele kelimesine, Zend-Avesta rivayetlerinden tarihçi Taberi, Mesudi, İbnu’l-Esir, Kaşgarlı Mahmud’a kadar Türk adı, milattan önceki asırlardan günümüze değin bugünkü telaffuzu ile tek heceli bir millet olarak söylenegelmiştir.

Milattan Sonra 732 ila 735 yılları arasında, Bilge Kağan’ın yaptıklarını anlatmak için diktirdiği “Bengü Taşları” yani “Orhun Kitabeleri” de buna işaret etmektedir. Bu kitabelerde Türk veya Türük olarak, Türk ismi geçmektedir. Ayrıca, Türk adı, t’au-kive biçiminde altıncı yüz yıl Çin kaynaklarında da görülmektedir.

Türk kelimesini Türk devletinin adı olarak ilk kullanan devlet; 522 ila 744 yılları arasında hüküm süren Göktürk İmparatorluğu’dur.

Millet ve devlet adı olarak Türk kelimesine; ilk defa Çin’de 557 ila 559 yılları arasında hüküm süren Chou Sülalesi zamanında, Batıda ölüm tarihi 582 olan Bizanslı tarihçi Agathias’ın eserinde, Arapça’da Cahiliye devri şairlerinden ölüm tarihi 600 olan Nabiga’t’uz-Zübyani’nin divanında ve on ikinci asırda yaşamış olan Islavera’nın eserinde rastlanmaktadır.

lV. yüzyıldan itibaren Turan ülkesinde yaşayan birçok topluluğa Türk denilmiştir. Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan topraklar üstünde, Sabirler, Hazarlar, Macarlar, Selçuklular, Kölemenler ve Osmanlılar Türk adı ile zikredilmişlerdir. Selçuklular döneminde Bizans haritalarında Anadolu; “Türkiye” olarak yazılmıştır. Bütün bunlar Çin’den Orta Avrupa’ya kadar uzanan muazzam bir alanda çok eskiden günümüze kadar Türk adlı büyük bir milletin olduğunun göstergesidir.

Kaşgarlı Mahmut’un ünlü eseri “Divan-ı Lugat’it-Türk”te Türk; “olgunluk zamanı, olgunluk, güneşin olgunluk zamanı, gün ortası, gençlik çağının ortasında olan genç, cesur, sert” anlamına gelen Türküt sözü olarak zikredilmektedir.

Tarih boyunca Türklerle yakın bir temas halinde olan Avrupalı; asker, aydın, seyyah, şair, edip ve benzeri birçok seçkin insan Türk’ün özgün karakterini tanımış ve onu övmüştür.

Campanella, Tasse, Leydi Montegu, Commte de Bonneval, Napolyan Bonapart, Decamps, Hammer, Pitti, Demirbaş Şarl, Prince Eugene, Lamartin, Chateaubriand, De Recamir, Çemayef, Monteecucoli, Gerard Nerval, Edmondo Amicis, Durend de Fontmagne, De Fontomain, Ubucini, Piyer Loti gibi ünlü şahsiyetler Türkleri öven yazılar yazmışlardır. Özellikle “Güneş Ülkesi” adlı eseriyle meşhur olan Campanella’nın; bir ütopist olarak aradığı adil sistemi Türklerin kurabileceğine inanması dikkat çekicidir.

Yukarıda adlarını zikrettiğimiz Batılı aydınlar ile Cahiz, Semame gibi Arap tarihçilerin Türkleri anlatırken vardıkları ortak tanım şudur: “Türkler, savaşçı, vatansever, azametli ve güzel vücutlu, cesur, adil, fikir ve vicdan hürriyetine önem veren, asil, yüce yaratılışlı, müsamahakâr, mağrur, necip, efendi, sade, muhteşem, güzel ve iffetli insanlardır.”

Türkler, Türkçe konuşan bütün halklara tarihte Türk demişlerdir. Onun için Türkçe’ye, Türk dili diye ad verilmiştir. Moğolistan’da, Çin’de, Doğu ve Batı Türkistan’da, Kafkaslarda, İdil-Ural’da, Kırım’da, Türkiye’de ve Balkanlarda yaşayan bütün Türk dilli halklar Göktürklerden bu yana Türk adını almıştır.

Bugün Anadolu coğrafyasında ikamet edenler ile bütün Orta Asya Turan zümrelerine bir üst kimlik ifadesi olarak dünyanın her yerinde Türk denilmektedir. Türk ismi bugün Türk devlet ve toplulukları ile akraba toplulukları da içine alacak şekilde kabul gören bir anlayışa kavuşmuştur. Türk sözü bugün bir ırk için değil, Türkçe konuşan, tarihin belli bir dönemini beraber yaşamış olan ortak atalara ve kültüre sahip bir millet için kullanılmaktadır.

Türkiye, binlerce yıllık varlığı ile büyük bir tarihi mirasa ve sorumluluğa sahip bir ülkedir. Türkler, tarih boyunca geniş bir coğrafyada medeniyetler kurmuş, farklı topluluk ve kültürlerle etkileşim içinde olmuştur. Bugün tarihteki bu yaşananların izleri hala canlılığını sürdürmektedir. Soğuk savaştan sonraki dönemde bu canlılık dikkat çekecek şekilde artmıştır. Türkiye’nin önünde yeni bir pencere açılmıştır. Balkanlar’dan Doğu Türkistan’a, Filistin’den Sibirya’ya, Gagauzya’dan İran coğrafyasına kadar uzanan bölgelerde yaşayan Türk ve akraba toplulukların yüzü Türkiye’ye dönmüştür.

Dünyada söz sahibi olan ülkeler, dış dünyada olup bitenlere kayıtsız kalamazlar. Türkiye de, yukarıda aktarılan bilgilerden de anlaşılacağı üzere; gerek “Türk” kavramının muhtevi olduğu anlamın yüklediği sorumluluk açısından gerekse tarih sahnesinde oynadığı rol bakımından Dünyada söz sahibi olan sayılı ülkeler arasındadır. Bu çerçevede Türkiye, dün olduğu gibi bugünde üstüne düşen kardeşlik görevini daima yerine getirmiş ve getirmeye devam etmektedir.



2. Dost ve Kardeş Ülke Azerbaycan

Kadim bir Türk yurdu olan Azerbaycan coğrafyasında Milattan Önce üçüncü bin yılın ikinci yarısında toplu yaşam başlamıştır. Urmiye Gölü çevresinde Sümerler ile Kutiler, Azerbaycan coğrafyasının ilk toplu yaşayan halklarıdır. Azerbaycan’a Milattan Önce dördüncü yüzyıldan itibaren Türkler yerleşmeye başlamışlardır. Bu yüzyılda ilk defa bölgeye Saka Türkleri gelmişlerdir. Milattan Sonra dördüncü ve beşinci yüzyıllarda ise Güney Kafkaslar’a ve Azerbaycan’a Hun Türkleri gelmişlerdir. Diğer Türk kavimleri olan Bulgarlar, Hazarlar, Ağaçeriler ve Sabirler bölgede yaşayan diğer unsurlardır.

Türk boyları onbirinci yüzyıldan itibaren bölgenin tam hakimi olmuşlardır. Azerbaycan toprakları uzun yıllar Selçuklu, İlhanlı, Akkoyunlu ve Karakoyunlu gibi Türk devletlerinin ve en son Türk devleti olarak da Safeviler’in hakimiyetinde kalmıştır. Rusların onsekizinci yüzyıldan itibaren güçlenmesi ile Azerbaycan Rus tehdidini hissetmiş ve Karabağ, Derbent, Şirvan ile Bakü gibi Türk şehirleri Rusların eline geçmiştir. İran ile yaptığı savaşta galip gelen Rusya Azerbaycan’ın bir çok bölgesini ele geçirmiştir.

Rusya ile İran arasında yapılan Türkmençay antlaşması neticesinde 1828 tarihinde Azerbaycan ikiye bölünmüştür. Azerbaycan toprakları İran ile Rusya arasında paylaşılmıştır. Özellikle Rus işgali bölgede çok ağır tahribatlara neden olmuştur. Ancak daha sonra 1911 yılında Mehmet Emin Resulzade önderliğinde Azerbaycan’ın bağımsızlığı için çalışmalar yapılmıştır.

Rus desteğini alan Ermeniler Azerbaycan’a saldırmışlar ve 18 Mart 1918’de Bakü’yi işgal etmişlerdir. Binlerce Azerbaycan Türkünü katleden Ermenilere karşı, Azerbaycan Türkleri Osmanlı Devleti’nden yardım istemişlerdir. Osmanlı Türk Ordusunun Bakü’ye yönelmesi üzerine, Bakü’yü İngilizler’e teslim eden Ermeniler’in buradaki katliamları günlerce devam etmiştir. Bu katliam ve vahşet Osmanlı Türk Ordusunun Bakü’ye girmesiyle son bulmuştur. Osmanlı Devleti’nin buradaki varlığı Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Osmanlı Devleti’nin bu savaştan yenilgi ile çıkması ile son bulmuştur. Böylece, Bakü tekrar İngiliz işgaline girmiştir.

İngilizler, Azerbaycan Cumhuriyeti’ni 1919’un Ağustos ayına kadar denetim altında tutmuşlardır.

1920 Nisan ayında ise Sovyet Kızıl Ordusu, Azerbaycan Cumhuriyeti’ni işgal etmiştir. Azerbaycan, 1936 yılında ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne bağlı bir federe devlet haline getirilmiştir.

Azerbaycan Türkleri, tarihte önemli başarılara imza atmış bir Türk topluluğudur. Azerbaycan Türkleri 1918 ila 1920’de Kafkasya kurultayını toplamış ve 28 Mayıs 1918 tarihinde Milli Azerbaycan Devletini kurmuşlardır.

Azerbaycan Türklerinin milli direniş ile tanınmış öncü kimliği; 20 Ocak 1990 yılında yine öne çıkmıştır. Bu tarihte Rus ordusu Bakü sokaklarını tankları ile bir kez daha işgal etmiş ve yüzlerce Azerbaycan Türkü şehit olmuştur.

Azerbaycan Türkleri, Kafkasya bölgesinde en büyük Türk topluluğunu oluşturmaktadırlar. Kültürel ve tarihsel birikimiyle en önde gelen Türk topluluklarından olan Azerbaycan Türkleri, Bakü kentini de milli uyanışın merkezi yapmışlardır.

Azerbaycan Cumhuriyeti, onlarca yıl süren esaretten sonra tekrar hakimiyetini 23 Eylül 1989 yılında ve istiklalini de 30 Ağustos 1991 yılında ilan etmiştir. Başkenti Bakü olan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin nüfusu yaklaşık on milyon ve yüzölçümü seksen altı bin altıyüz kilometre karedir. Topraklarının yüzde yirmisi Ermeni işgali altında bulunan Azerbaycan, halen haklarının ve işgal edilmiş topraklarının geri verilmesi için uluslar arası arenada mücadele vermektedir.

Kafkaslarda olan Azerbaycan’ın batısında Ermenistan, kuzeybatısında Gürcistan, güneyinde İran Azerbaycan’ı, doğusunda ise Hazar denizi bulunmaktadır. Azerbaycan genel olarak kuzey ve güney olmak üzere iki ana bölgeye ayrılır. Kuzey Azerbaycan bugün bağımsız bir devlettir. Güney Azerbaycan ise bugün İran yönetimi altındadır.

Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Nahcivan ve Karabağ adıyla iki otonom bölgesi de vardır. Azerbaycan’ın en önemli özelliği kuzey-güney ve doğu-batı istikametinde uzanan tarihi geçit ve ticaret yolları üzerinde bulunmasıdır.

Azerbaycan’ın başlıca şehirleri; Sumgayıt, Guba, Alibayramlı, Lenkeran, Mingeçevir, Hankendi, Naftalan, Gence ve Suşa’dır.

Azerbaycan Türkleri sadece milli uyanıştaki öncü rolleri ile değil Türk Edebiyatı içindeki seçkin yerleri ile de öne çıkan bir Türk topluluğudur. Azerbaycan Türk Edebiyatının önemli şahsiyetlerine bakacak olursak; Hasanoğlu mahlasını kullanan Pir Hasan,Erzurumlu Darir, Kadı Burhaneddin ve Seyit Nesimi sıralanabilir. Daha sonra Habibi ile devam eden bu gelenek onaltıncı yüzyılda Fuzuli gibi dev bir sanatçı ile doruğa çıkmıştır.

Kısa bir duraklama döneminden sonra tekrar atağa geçen Azerbaycan Türk Edebiyatının önemli isimlerini şöylece sıralayabiliriz: Mehseti Gencevi, Hakani Şirvani, Nizami Gencevi, Şems Tebrizi, Vedadi. Vakıf, Mirza Fethali, Zekir, İzzettin Hasanoğlu, Mirza Elekber Sabir, Ahmet Cevat, Cafer Cabbarlı, Ali Merdan Topçubaşı, Nesip Bey Yusufbeyli, Fethali Han Hoylu, Şeyh Muhammet Hıyabani, Mir Cafer Pişeveri, Prof. Dr. Ahmet Ağaoğlu, Prof. Dr. Ali Bey Hüseyinzade ve büyük bestekar, kompozitör Üzeyir Hacıbeyli.

Güney Azerbaycan Türklerinin ve Türklüğün iftihar kaynaklarından biri olan büyük şair Şehriyarı da burada zikretmeden geçmeyelim

3.Türkiye’nin Öğrenci Projeleri ve Azerbaycan Türkleri Üzerinde Tesirleri:

Türkiye’nin hayata geçirdiği öğrenci projeleri kapsamında en önemli kontenjanların tahsis edildiği ülkelerden biri olan dost ve kardeş ülke Azerbaycan ile eğitim ilişkilerimiz çok eskilere dayanmaktadır. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren Türkiye’ye öğrencilerin gönderildiği bilinmektedir. Şimdi eğitimin Azerbaycan üzerindeki tesirlerini bir müşahhas misalle açıklamaya çalışalım.

19. Yüzyılın sonu ile 20. Yüzyılın başlarında Azerbaycan ve Türkiye’de büyük içtimai, siyasi, milli ve harsi hadiseler yaşanmıştır. Bu devirde Osmanlı Devleti ile Azerbaycan coğrafyasında yaşanan içtimai ve siyasi hadiseler dönemin münevverleri üzerinde derin izler bırakmıştır. Her iki Türk coğrafyasında yaşanan bu hadiseler tüm toplumun üzerinde tesirler sonucu Hüsiyenzade Ali Bey, Mehemmed Hadi, Abdullah Şaik, Hüseyin Cavid gibi mümtaz şahsiyetler özellikle kendi halklarının tarihi vetiresi içerisinde yaşadıkları sıkıntıları dile getirmişlerdir. Bu gibi şahsiyetler aynı zamanda Azerbaycan Türklerinin varlık mücadelesini de yazıya dökmüşlerdir.

Azerbaycan edebiyatında özellikle 1905 yılından itibaren millî bir tavır kendini gösterir ki, bu yıllarda milliyetçilik akımının etkisiyle eser veren sanatçılar arasında Hüseyin Cavid’in ayrı bir yeri vardır. Hüseyin Cavid, o dönemde kaleme aldığı değişik türdeki eserleri ile Azerbaycan Türkleri'nin verdiği milli kurtuluş mücadelesinin panoramasını ortaya koymuştur. Sanatçı, özellikle Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Mehmet Emin Yurdakul, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Mehmet Akif Ersoy gibi şahsiyetlerin sanatsal etkisi altında kalmış ve Türkçülük, İslamcılık akımlarının etkisi ile millî edebiyat cereyanı doğrultusunda bu yıllarda yazdığı pek çok eserinde vatan sevgisini ortaya koyarken birçok tarihî olayı da edebî sahaya aksettirmiştir. Azerbaycan edebiyatında milliyetçilik akımının yeşermesi ve yaşatılmasında önemli bir rol sahibi olan Hüseyin Cavid, Azerbaycan Türkleri arasında Türkçülük bilincinin uyanmasında da müstesna hizmetler vermiş bir yazardır. Yazar, “Deniz Tamaşası”, “Harb va Falakat” gibi şiirlerinde, “Azer” poemasında, “Şeyh Senan” ve “Uçurum” gibi piyeslerinde vatan sevgisini lirik bir üslupla dile getirmiş; makaleleriyle verilen bağımsızlık mücadelesinde halkının manevi dünyasını güçlendirmeyi amaçlamıştır.

Büyük yazar Hüseyin Cavid’in İstanbul günleri, kıymetli araştırmacı ve akademisyen Zhala BABASHOVA tarafından hazırlanan “19. YÜZYILIN SONU 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AZERBAYCAN VE TÜRK EDEBİYATI; HÜSEYİN CAVİD, TÜRK EDEBİYATI İLE ETKİLEŞİMLERİ” isimli doktora tezinde anlatılmıştır. Bu konu ile ile ilgili anlatılanlar Azerbaycan Türklerinin Türkiye’deki tehsil hayatları hususunda verdiği ipuçları bakımından önem arzetmektedir. (*)

“Azerbaycan Cumhuriyeti Talebeleri” isimli değerli eserin kıymetli yazarları Adalet Tahirzade ile Oğuztoğrul Tahirli’nin uzun araştırmalar sonucu ortaya koydukları verilere göre Azerbaycan’dan Türkiye’ye gelen ilk öğrenciler 1919 yılında dört talebe (a.g.e. sayfa 59) ve 1920 yılında 9 talebe ki isimleri de zikredilmiş; 1.Abdül Karbalayı Abbas oğlu Abdülov, 2.Sadi Hacı Hasan oğlu, 3.Mehemmedzeki Dursunzade, 4. Alimuhtar Yakub oğlu Hasanov, 5.Ali Meşedi Haspulat oğlu Kerimov, 6.Abdulla Tahirov, 7.Mehemmed Bey Helef Bey oğlu, 8.Aliyusuf Meşedi Abdutalıb oğlu Caferov, 9.Mehemmedhanife Zeynallı’dan müteşekkildir (a.g.e. sayfa 110). Tabii ki bu talebeler bu rakamlarla sınırlı kalmamıştır. Nitekim bu değerli kitapta verilen isimlere baktığımızda yukarıda sayılan isimlerin dışında da Türkiye’de tahsil görmeye gelen talebelerin mevcut olduğu görülmektedir.

Türk Cumhuriyetlerinin istiklallerini kazanmalarından sonra hayata geçirilen ve 1992 yılından itibaren başlatılan Büyük Öğrenci Projesi yani diğer adıyla Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Topluluklarından Öğrenci Getirme Projesi, hiç şüphesiz ki öncelikle beş Türk Cumhuriyeti’nin ihtiyaçlarına binaen başlatılmış bir proje idi. Projenin ilk başlangıcında bu beş Türk Cumhuriyetinden toplamda on bin öğrenci getirilmiş idi. Daha sonraları ihtiyaçlara göre en az yüzelli (150)şer yükseköğrenim öğrencisi getiriliyordu. Ta ki 2012 yılına kadar.

Azerbaycan’ın ihtiyaçlarına göre ayarlanan kontenjanlar, iki ülke arasında ki anlaşmalarla hayata geçiriliyor ve daima bir reel karşılığı oluyordu. Bunun neticesinde bugün mutlulukla görmekteyiz ki Azerbaycan’da Türkiye’yi tanıyan, seven, bilen ve ikili ilişkilerimizi daima ileriye götüren seçkin bir Türk münevver çoğunluğu vardır.



4. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Daimi Hizmet Alanı; Eğitim

Eğitim hiç şüphesiz ki insanlığın temel dayanağı ve en önemli gücüdür. Eğitim ile hayat anlam kazanmaktadır. Dünyadaki büyük devletlerin kendi etki alanlarında yaptıkları barışçıl icraatların başında eğitim alanındaki işbirliği gelmektedir. Büyük ülkelerin diğer topluluklarla iyi ilişkiler sürdürmek için kullandıkları en önemli yöntem burslu öğrenci okutmaktır. Bu aynı zamanda milletlerarası medeniyet yarışı, bilimsel ve kültürel alış verişle birlikte dışa açılma faaliyetidir. Türkiye hem bu anlamda hem de tarihî sorumlulukları çerçevesinde dost ve kardeş topluluklardan öğrenci getirerek onların Türkiye’de öğrenim görmelerini temin etmektedir.

Türklerin kurdukları her devlet yapısında en önemli müessese olarak eğitim yapılanmaları öne çıkmaktadır. Eğitim alanında Türkiye’nin yaptığı faaliyetler yani mevcut sınırları dışındaki Türk ve akraba topluluklarına olan ilgisi önemli bir geçmişe sahiptir

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Milli Eğitim Bakanlarından olan Hamdullah Suphi Tanrıöver eğitim alanında ki özgün çıkışları ile dikkat çekmiş bir Türk aydınıdır. Romanya’da Büyükelçi olarak 1931–1944 yılları arasında görev yapan Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleriyle Türkiye’den seksen ilkokul öğretmenini bu bölgeye götürmüş; oradan da Türkiye’ye yüz öğrenci getirmiştir. O yıllarda Gagauz Türklerinin yaşadığı bölge Romanya’ya bağlıydı.

Yine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleriyle 1937 yılında, başta Doğu Türkistan Vakfı Genel Başkanı Emekli Tuğgeneral merhum Mehmet Rıza Bekin olmak üzere bir kısım öğrenci Afganistan üzerinden Türkiye’ye getirilmiştir. Bu öğrencilerden gerek Gagauz gerek Doğu Türkistan Türklerinden büyük bir kısmı çok önemli görevler ifa etmişlerdir. Tabii ki öğrenci getirme işlemi sadece bu bölgelerle sınırlı kalmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kim eğitime muhtaçsa oraya elini uzatmıştır. Ayrıca, bu tür faaliyetlerin Osmanlı Devleti zamanında da etkin olarak sürdürüldüğü de Devlet Arşivlerindeki kayıtlardan bilinmektedir.

İstiklal Harbi’nden sonra Türkiye Cumhuriyeti zor şartlar altında kurulmasına ve Misak-ı Milli sınırlarına çekilmek zorunda kalmasına rağmen, dünyadaki ortak kültür ve soy birliğine sahip topluluklara duyarsız kalmamıştır. Ülke şartlarına ve dünya konjonktürüne bağlı olarak çoğu zaman uzak durmak mecburiyetinde kalınması, bu konuda ilgisiz olduğunu göstermemektedir. Zaten Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni durumda hemen hareketlenme başlamıştır. Bağımsızlıklarına kavuşan Türk Devletleri ile işbirliği yolları aranırken, ilk atılan adımlardan birisi eğitim alanındaki “Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Topluluklardan Öğrenci Getirme Projesi” yani kısa adıyla “Büyük Öğrenci Projesi” olmuştur.

5. Türkiye’nin Önünü Açan Adım: Büyük Öğrenci Projesi

5.a) Büyük Öğrenci Projesi’nin Çıkış Noktası

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) esareti altında uzun yıllar kalan Türk cumhuriyetleri ile Türk ve akraba toplulukları, Türkiye’den ve birbirlerinden uzak, çeşitli baskı ve yabancılaştırma uygulamalarına bu dönemde maruz kalmışlardır. Bu süre içinde maddî ve manevî tahribata da uğramışlardır. Ayrıca, dış dünyayla iletişim imkânlarından da mahrum kaldıkları için ortak değerler de zarar görmüştür.

Bahse konu olan Türk ülkeleri, tarihî dönüm noktası sayılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasından sonra, yeni bir sürece girdi. Bu süreçte yeni şartlarla yeni imkân ve fırsatlar ortaya çıktı.

Millî istiklâline kavuşan bu ülkeler, kendi kaderlerini tayinle kendi istikballerini de kurma yoluna girdiler. Bu şartlarda kendi ayakları üzerinde durma çabasına giren Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Toplulukları, birer millî devlet olmak için gereken içtimaî, iktisadî, harsi ve maarif sahalarında gerekli alt yapıdan mahrum bulunmaktaydılar.

Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Topluluklarının başta eğitim olmak üzere birçok ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için; Türkiye’nin her sahada acilen yardım elini uzatması gerekiyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu şartları değerlendirerek üzerine düşen tarihî görevi başarılı bir şekilde “Büyük Öğrenci Projesi”si aracılığı ile yerine getirdi.

5.b) Büyük Öğrenci Projesi’nin Gayesi

Büyük Öğrenci Projesi (Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Topluluklarından Öğrenci Getirme Projesi), Türkiye’nin kardeş ülke ve topluluklarla ortak değerlerimizi yenileyerek kaynaşmayı tesis etmek ve onlara her türlü desteği sağlamak amacıyla 1992 yılında başlatılmıştır. Yok olmaya neredeyse mahkum olmuş topluluklar için bir ümit kaynağı olan Büyük Öğrenci Projesi, büyük hayatî önemi haizdir.

1992 yılından itibaren hayata geçirilen Büyük Öğrenci Projesi ile; Adıgey, Altay, Başkurdistan, Buryat, Çeçenistan, Doğu Türkistan, Çuvaşistan, Dağıstan halkları (Lak, Lezgi, Kumuk, Nogay ve diğerleri), Hakasya, İnguşetya, Kabartay-Balkar, Kalmukya, Karaçay-Çerkez, Moğolistan (Tuva ve Kazak Türkleri), Gagauzya, Rusya Federasyonu Tuva, Yakutistan (Saha) ve benzeri yok olma tehlikesi tehdidi altında kalan topluluklar Türkiye’ye yüksek öğrenim görmek üzere burslu getiriliyorlardı.

Ayrıca stratejik öneme de sahip olan bu faaliyet, özellikle başladığı tarihten itibaren etki alanı genişleyerek yeni hedeflere de yönelmiştir.

Bu proje, Türk cumhuriyetleri ile Türk ve akraba topluluklarının eğitim düzeylerini arttırmak, yetişmiş insan gücü ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı olmak, Türkiye dostu bir nesil yetiştirmek ve Türk dünyası ile kalıcı bir kardeşlik ve dostluk köprüsü kurmak gibi amaçlar taşımaktadır. Türkiye’nin Türk dünyasına yönelik olarak yürüttüğü en büyük ve en önemli projelerinin başında gelen Büyük Öğrenci Projesi ile Türkler, var olma veya yok olma noktasına gelen halklara bir ümit kaynağı oluşturmuştur.

5.c) 1992 Yılından İtibaren Büyük Öğrenci Projesi Çerçevesinde Yapılan Çalışmalar

Projenin başladığı 1992–1993 öğretim yılında bu ülke ve topluluklardan 3000’i orta öğretim öğrencisi ve 7000’i yükseköğrenim öğrencisi olmak üzere toplam 10.000 öğrenci devlet burslusu olarak ülkemize getirilmiştir.

Büyük Öğrenci Projesi’ne genel olarak bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1992–2012 yılları arasında 44.680 burs tahsis etmiştir. Yüksek Öğretim Kurulu Verilerine göre Büyük Öğrenci Projesi kapsamında 2012 yılı itibariyle; 7.301 öğrenci öğrenim görmektedir. Bu öğrencilerden Mayıs 2012 yılı verilerine göre 10.061 öğrenci mezun olmuştur. Diğer yandan, zaman zaman Büyük Öğrenci Projesi ile bu dönemlerde karıştırılan ve Millî Eğitim Bakanlığı Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü koordinesinde yürütülen ve kültür anlaşmalarıyla gelen kültürel değişim programları burslusu öğrencilerin sayısı ise 2012 yılı itibariyle 2898’dir. Bugüne kadar mezun olan öğrenci sayısı ise bu burs kapsamında 859’dur.

5.d) Büyük Öğrenci Projesi’nin Kapsadığı Ülke ve Topluluklar

Büyük Öğrenci Projesi kontenjanları 57 ülke ve topluluğu kapsamaktadır.

Bu çerçevede, Belarus, Bulgaristan, Kosova, Moldova, Gagauz Yeri, Romanya, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Litvanya, Ukrayna, Kırım, Makedonya, Sancak, Batı Trakya, Hırvatistan, Karadağ, Polonya, Moğolistan, Tacikistan, Tataristan, Kabartay-Balkar, Karaçay-Çerkez, Çuvaşistan, Başkurdistan, Saha (Yakut), Dağıstan, Kalmukya, Tuva, Altay, Adıgey, Buryat, Gürcistan, Afganistan, Irak’ı sayabiliriz.

6.Türkiye Tarafından Eğitim Alanında Yürütülen Faaliyetlerinin Önemli Ayakları

Türkiye’de 2012 Yılına Kadar Yürütülen Yabancı Uyruklu Öğrenci Getirme Projeleri şunlardır:

 Devlet Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu’nun birlikte organizasyonu ile 2922 sayılı kanun çerçevesinde Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Topluluklarından Öğrenci Getirme Projesi (Büyük Öğrenci Projesi).

 Millî Eğitim Bakanlığı Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü koordinesinde yürütülen ve kültür anlaşmalarıyla gelen kültürel değişim programları burslusu öğrenciler.

 Diyanet İşleri Başkanlığı koordinesinde yürütülen Uluslararası İlahiyat Projesi’yle Türk Cumhuriyetleri, Türk ve Müslüman topluluklarının bulunduğu ülkelerden ilahiyat fakültelerine getirilen burslu öğrenciler.

 İslâm Kalkınma Bankası burslusu öğrenciler.

 TÜBİTAK, TİKA ve diğer bazı kurum ve kuruluşların mahdut sayıdaki bursuyla okuyan öğrenciler.

2012 yılından itibaren öğrenci projeleri; Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Yurdışı Türkler ve Akrabalar Topluluklar Başkanlığı tarafından yürütülmeye başlanmıştır.

7. Türkiye-Azerbaycan Eğitim İlişkilerinda Bugünkü Durum:

Dost, müttefik ve iki kardeş ülke olan Azerbaycan ile Türkiye arasında her alanda olduğu gibi eğitim alanında da hızla ileriye giden ve başarılı sonuçlar veren bir seyir izlendiği aşikardır. Bu çerçevede ki en önemli kanıt ise Türkiye’de okuyan Azerbaycan Türklerinin sayılarıdır. Mutlulukla görüyoruz ki; Türkiye’de 2015-2016 eğitim-öğretim döneminde yeni kayıt yapan Azerbaycan Türkü talebe sayısı 3233’dür. 2016 yılı itibariyle ise; ön lisans talebe sayısı 674, lisans talebe sayısı 9821, yüksek lisans talebe sayısı 1645 ve doktora talebe sayısı ise 362’dür. Türkiye’de yüksek öğrenim gören Azerbaycan Türkü öğrenci sayısı 2016 yılında toplam 12504’e ulaşmıştır.

Bu rakamlar bizlere ümit vermektedir. “Bir millet iki devlet” olan ve sevinçte ve kederde ortak olan Azerbaycan ve Türkiye Türkleri sonsuza kadar bu iyi ilişkilerini devam ettirecektir. Dostlara ümit ve düşmanlara korku salacak bu birliktelik, Büyük Türk Milleti’nin geleceği üzerindeki en büyük teminattır. Bu birliktelik ile Türkler yeniden mükemmel bir medeniyet kurmanın adımlarını atmışlardır. Türkiye ile Azerbaycan kardeşliği, dostluğu, birlikteliği yeni ve güzel gelişmelerin müjdecisidir.

Türkiye ile Azerbaycan; ayrılmaz bir vahdetin şahikadaki en güzel şaheseridir.

----------------------------------------------------------------------

( *)“ HÜSEYİN CAVİD’İN İSTANBUL DÖNEMİ

Hüseyin Cavid’in hayatında dönüm noktası 1903 yılında Turkiye’ye (İstanbul’a) gelmesiyle başlar. Bazı yazarlar Hüseyin’i Cavid’leştiren şehrin İstanbul olduğunu yazıyorlar. 1905-1909 yılları yazarın hayatında önemli bir dönemdir. İstanbul, yazarın burada bulunduğu edebî ortam onun fikrî ve edebî yönden gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir. Hüseyin Cavid Güney Azerbaycan’da 1903 yılının Mayıs ayına kadar kalmıştır. Buradan Nahcivan’a geçmiş kısa bir süre sonra da yüksek eğitimine devam etmek için Türkiye’ye İstanbul’a gelmiştir. Fakat burada ağır hastalandığından 1904 yılında Nahçivan’a geri dönmüş bir süre burada kalıp iyileştikten sonra Hüseyin Cavid Bakü’ye gitmiştir. 20 Mayıs 1905 tarihinde Türkiye’ye, 22 Mayısta da İstanbul’a gelir Cavid, kendi hatıralarında İstanbul’a gelişini şöyle anlatır: “Ayın 20’sinde sabah vapurumuz Trabzon’a yanaştı… Sonuncu İskele ki, Anadolu’dan ibarettir 3 saat oraya yanaşıp, sonra bir buçuk gün- 36 saat yol gelip gece üç buçukta İstanbul’un boğazına girdik. Ele ki (öyleki) sübh açıldı. Temaşa ettik. Boğaz ne boğaz... Allah zeval vermesin… Muhtasar üç saat gözetlemeden sonra topçu askerlerden ve iki nefer kapitan teşrif getirip, vapuru muayene edip, sonra icaze verdiler. Bir buçuk saat Boğazın içiyle yol gelip, akıbet köprüye yanaştık. Ve boğazın evvelinden köprüye kimi (kadar) her bir taraf imaret, mescid seyahat etmeli ve sefalı yerler idi… Gayıga minip, rıhtıma çıktık. Amma Boğazın içinde silah ve bir para(kısım) yazıdan dolayı bizi aradılar. Lakin heç bir şey bulamadılar. “Haydi yavrum, haydi oğlum Allah’a ısmarladım.”deyip bıraktılar. O dönem Çarlık Rusya’sından Türkiye’ye “İkmal-ı Tahsil” için bir grup gönderilmiştir. Bunlardan biri Bakü’den diğeri Nahçıvan’dan ve diğerinin de Gence’den toplam üçü Azerbaycan Türkü olmak üzere İstanbul’a gelmişlerdir. Hüseyin Cavid’in İstanbul’da eğitim alması konusunda üç büyük şahsiyetin tartışmasız rolü vardır. Bunlar, Ali Bey Hüseyinzade, İsmail Bey Gaspıralı ve en nihayet Rıza Tevfik’tir. Rıza Tevfik 1927 yılının Eylül ayında dostu Rıza Turgut Bey’e Amman’dan yazdığı mektubunda bu durumu şöyle anlatıyor: “İlan-i Meşrutiyetten uzun zaman önce büyük filozof Rıza Tevfik bütün Türk alemini, uyandırmak, fikir ve himmetinde bulunmuş ve Sultan Hamit’in bu mütevehhim zamanlarında Rusya’dan meşhur muharriri milliyetperver İsmail Gaspıralı üç diğer arkadaşıyla beraber İstanbul’a mütenekkiren (tanınmamak üzere kıyafetlerini değişerek) gelmiş ve filozof Rıza’yı sormuş ve onun eski mektep arkadaşı ve dostu olan Kafkasyalı Doktor Hüseyizade Ali Bey vasıtasıyla Rıza Tevfik’e mülaki olmuş ve Kadıköy’de Cevizlikte’ki köşkünde üç gece misafir olarak Türklerin uyandırılması konusunda bu muteber şahıslar büyük filozoftan bilgi almışlar. Aynı zamanda Meşrutiyet’ten çok önce İsmail Gaspıralı’nın rica ve iltiması üzerine Rusya’dan gönderilecek on bir Türk, Tatar ve Azerbaycanlı gençlere Rıza Tevfik kimseye sızdırmadan, kendi evinde 2 sene ders vermiştir. Bunun büsbütün kişisel ve sırf medeniyet-i cedideye tevcih ve zihinleri açmak için bu dersleri vermiştir. Daha sonra Rıza Tevfik’ten ders alan şahıslar memleketlerine dönerek büyük adamlar olmuşlar. Demek, Meşrutiyetten çok önce yahutTurancılığın esasını yine filozof kurmuş ve işi laf ile nazariyat derecesine bırakmayarak Türk âleminde bir cereyan açmış. Sonra on dört kişiyi iki sene terbiye edip memleketlerine mürşit olarak göndermiş.”

Hüseyin Cavid İstanbul’a yalnızca eğitim için gelmemişti. Kendi hatıralarından ve tutuklandıktan sonra 10-11 Kasım 1938 tarihlerinde savcıya verdiği ifadelerinde gözlerindeki rahatsızlığı nedeniyle İstanbul’da da tedavi olunduğunu belirtmiştir. Hüseyin Cavid, ömrünün sonuna kadar gözlerinden rahatsız olduğu, sürgündeyken zor şartlardaki hayat tarzından dolayı da ölmeden önce yazarın gözlerinin tamamen görme yetisini kaybettiği de kaynaklarda geçiyor. Kendi hatıralarında İstanbul’daki tedavisini söyle anlatıyor: “İstanbul’a yetişen gibi Ziya Efendi ki, Almanya’nın göz doktorluğunun mektebini birinci rütbe ile bitirmiş diplomatlardandır, yanına gidip gözümü gösterdim. Bir deva ve ilaç verip, bir gözlük numarası yazdı. Arayıp İstanbul’da bulamadım, Paris’e gönderip üç dört günden sonra aldım. Şimdi onun vasıtasıyla bu saadete muvaffak oldum. Bu hususta 3 Lira masraf yaptım. Ama şükürler olsun ki tahsil-i İlime iyice devam edebiliyorum”. Hüseyin Cavid bundan sonra uzunca bir süre gözleriyle ilgili rahatsızlık yaşamıyor. İstanbul’da olduğu zamanda önce burada İdadi’de eğitim alıyor. Bu dönemde İdadi’nin sınavlarını verirken Fransızca da öğrenmeye başlamıştır. Cavid, İstanbul’daki eğitim hayatının başlangıcını arkadaşı Kurbanali’ye yazdığı mektupta şöyle anlatır: “Efendi, bendeniz ta Ramazan’a kadar beş-altı ay idadi programını ikmale çalışırdım. Her hafta de meşhur filozof Rıza Tofig (Tevfik) Bey’den bazı hagayıga dair bir iki ders program haricinde okuyordum. Sonra Ramazan’da Daru’lFünun’a edebiyat şubesine kayıt ve kabul olundum. Şimdiye kadar da devam ediyorum.” Hüseyin Cavid, 1937 yılında tutuklanınca savcının Türkiye’de kalması ve gözlerinin tedavisi için parayı nasıl temin etmesiyle ilgili sorusuna verdiği ifadesinde durumunu şöyle açıklamıştır: “Türkiye’ye gider, bir kaç xaçla(halı) aldım. Bunların toplam değeri 2000 rubul idi, onları satandan sonra parayla gözümü müalice (tedavi) ettirmek için İstanbul’un meşhur göz hekimi Ziya’ya müracaat ettim ve bir il (sene) sonra Rıza Tevfik’in zemanetiyle de Daru’l-Fünun’un Tarih-Edebiyat fakültesini kazandım.”Aynı zamanda Rıza Tevfik’ten evinde de özel ders almıştır. İdadiyi bitirdikten sonra bir sene okula alınmıyor. Dolayısıyla Rıza Tevfik’in yanında özel ders alıyor. Bir sene sonra Rıza Tevfik edebiyat fakültesinin başkanlığına geçince Rıza Tevfik aracılığı ve referansıyla İstanbul Daru’l-Fünun’un edebiyat Fakültesine kaydını yaptırır. Hüseyin Cavid, Daru’l-Fünun’da eğitiminin ilk senesinde 1. sınıfın derslerini ve 2. sınıfın birinci sömestirine ait dersleri birlikte alır. Sonraki yıl 2. sınıfın ikinci sömestirinin derslerini alır ve 3.sınıfın derslerine de dinleyici olarak katılır. Böylece, edebiyat fakültesinden ikinci sınıftan 1909’ un sonunda mezun olur. Cavid’in eğitim aldığı dönemde adı geçen üniversitede üç yıllık bir eğitim programı uygulanmaktaymış. Daru’l-Fünun’daki eğitim süresince, dönemin edebî şahsiyetleri ve aydınlarıyla yakın münasebetler kurar.Tevfik Fikret ve Abdulhak Hamit ile tanışır, Rıza Tevfik’ten felsefe ve edebiyat dersleri alır. Cenab Şehabettin, Halit Ziya ve Mehmet Akif gibi Türkiye’de önemli olan fikir ve edebiyat adamları da bu dönemde Daru’l-Fünun’da ders anlatıyorlardı. Böylece yazara Türk edebiyatının en mümtaz şahsiyetleriyle tanışmak onlardan ders almak ve eserlerini mütalaa etmek fırsatı olmuştur. Daru’l-Fünun’dan mezun oluncaya kadar yılmadan çalışan, araştıran yazar Tanzimat ve Servet-i Fünun yazarlarının bakış açılarını ve eserlerini iyice incelemiştir. Özellikle 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra hızlanan kültür ve sanat faaliyetlerinin şahidi olmuştur. Üniversitedeki eğitimi süresince edebiyat-ı Osmanî, edebiyat-i Farsi, tarihi-edebiyat, mebadiyi-felsefe, tarihî-umumi ve siyasî, coğrafiya-i tarihi, tabii ve ümrani derslerini almıştır. Eğitimi süresince aynı zamanda özel olarak Fransızca dersleri de almaktadır ve Fransız edebiyatı ile ilk tanışması bu dönemde başlar. Şairliğinin yanında büyük bir dramaturg olan Hüseyin Cavid’in tiyatro eğilimi Türkiye’de daha da artmıştırki bu da tesadüfî değildir. Çünkü bu dönem Namık Kemal ve Abdulhak Hamit’in tiyatro dönemi idi.Adı geçen yazarların piyeslerini derinden mütalaa etmekle beraber, Türkiye’de tiyatro sanatına büyük ilgi ve merak beslemiş, Türk tiyatrosunu yakından seyredebilmiştir. Hüseyin Cavid’in İstanbul’dan yazdığı mektupları esas alarak onun ilgi alanına buradaki tiyatroların, müzelerin ve matbuatın girdiğini söyleyebiliriz. Yine arkadaşı Kurbanali Şerifzade’ye yazdığı mektuplarda dönemi şöyle anlatıyor: “Dört beş sene bundan egdem (önce) Türkiye’de hür eserler var imiş… Amma (ama) şimdi yasak olmuş. Müteeddit ve gunagun teatrolar var…Müze sanatına terakki vermeye çok telaş ve şey (gayret) olunur…İçkide acnebilere mümaniet yog, amma (ama) Müslümanlara hep yasagdır…Kart vereg (kağıt) bilümum yasagdır…İstanbul’da çok böyük (büyük) kıraathane ve kütüphaneler var, amma layiginca kitapları ve gazeteleri yogdur…”İstanbul Daru’l-Fünun’da çıkan yangından dolayı üniversitenin arşivinde 1927 yılından önceki kayıtlara rastlanmıyor. Ama yazarın o dönem samimi olduğu kişilerle mektuplarına, notlarına dayanarak ve Bakü’deki ev müzesinde üniversitedeki eğitimiyle ilgili belgeler, onlara dayanarak yazarın bu dönemde üniversite eğitimi aldığını kesin söyleyebiliriz. Yine yazarın kendi hatıralarına ve yazılarına dayanarak üniversite hayatında XVI. yüzyılda IV. Murat’ın annesi Kösem Sultan tarafından yaptırılmış, günümüzde de muhteşemliğini korumuş Validehan hanında yaşadığını öğrenmiş oluyoruz. Hüseyin Cavid’in İstanbul’daki eğitim dönemi çok büyük sıkıntılarla geçmiştir. Bu dönemde ağabeyi Muhammed Rasizade’nin maddi anlamda çok büyük desteği olmuştur. Cavid, İstanbul’a geldiğinde artık “Servet-i Fünun” dergisi eski ününü kaybetmişti. Fakat Servet-i Fünunculardan; Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil, Nigar Hanım, Cenab Şehabettin, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın ve Hüseyin Suat Yalçın’ın temsil ettiği Edebiyat-i Cedide oluşmakta ve gelişmekteydi. Cavid’in İstanbul’da eğitim aldığı dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun en gergin yıllarıydı. Meşrutiyetin ilanı, 31 Mart olayları, İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi, Sultan II. Abdülhamit’in 35 yıllık hâkimiyetinden sonra istifaya mecbur edilmesi ve V. Reşad’ın sultan ilan edilmesi, imparatorluktaki azınlıkların dış güçlerce kışkırtılması sonucunda milliyetçilik hareketlerinin ortaya çıkması ve imparatorluğun ayakta kalması yıkılmaması gibi tarihî gerginliklere sebep olan olaylardan en önemlileriydi. Böyle gergin bir ortamda çözüm arayışlarına girerler ve farklı cereyanlar akımlar meydana gelirki bu dönemde bunlara örnek olarak Osmanlıcılık ve İslâmcılık fikir akımlarının yanı sıra o dönem olaylarının doğal sonucu olarak Türkçülük akımı da oluşmuş ve diğer akımların yanında yer almıştır. Hüseyin Cavid’in eserlerinin tahlili yapıldığında açıkça Türkçülük ve milliyetçilik akımlarının etkisinde kaldığı söylenebilir. Bunun sebeplerinden biri olarak, Türkiye edebî vesiyasî muhitinde oluşmasını istediği millî hassasiyetin, kendi ülkesinde Çar despotizmi altında yurttaşlarının ezilmesine tepki olarak zuhur ettiği söylenebilir. Sanatın da olduğu gibi özel hayatında da şahsiyetlere karşı, hassas davranan Cavid, sonralar Sultan Abdülhamit’in despotizmine karşı gençlik çılgınlığı ile konuşsa bile, yeri geldiğinde sultanın olumlu anlamda yaptıklarını da görebiliyordu. Hatta Osmanlı sultanını İran şahı ile kıyaslarken daha çok Sultan Abdülhamit’e üstünlük tanıyordu. Sultanıneğitim alanında yaptığı reformları takdir ederken şöyle derdi: “Sultan Abdülhamit on binlerce idadî, rüştü, iptidaî, tıbbî, mülki, askerî okullar açılmasına müsaade etti. Hamit’in sonunu getiren, mahvına sebep olan ve saltanatına son veren de kendisinin açtırdığı okullar oldu”. Hüseyin Cavid’in İstanbul’da eğitim aldığı dönem aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun çözülmeye başladığı dönemdir. Abdülhamit tahtan indirildikten sonra ülkede hâkimiyete gelen, Sultan Reşat değil esasen İttihat ve Terakki mensuplarının oluşturduğu millet meclisiydi.17 Aralık 1908 tarihindeII. Meşrutiyet Meclisi ilân edilmiş ve 27 Nisan 1909 tarihinde Abdülhamit tahtan indirilmişti. Cavid hürriyetin, özgürlüğün tarafındaydı. 1908 yılında arkadaşı Kurbanali Şerifzade’nin Meclis-i Mebusan’ın açılışı ile ilgili tebrikine yazar şöyle cevap vermiştir. “İdarey-i ürfiyye kalkmış, sükûnet, emniyet, hökümferma, ciddiyet ve faaliyet azacık görülmeye başlıyor. Bendenizi mesut Türkiye’nin büyük başarısı ile Meclis-i Mebusan güşadı ile tebrik ediyorsunuz. Filhakika mesut gibiyim, belki de mesudum.” İstanbul’da eğitim aldığı dönemde Cavid’in sanatının temel ilkeleri olan; hakikat ve aşk ideali oluştu ve şekillendi. Yine arkadaşı Kurbanali Şerifzade’ye yazdığı mektuplarından birinde büyüdüğü sosyal ve siyasî ortamı eleştiriyor. Hemen söyleyelim ki, bu döneme kadar açıktan rejime karşı çıkmamıştır. Ama yukarıda sözünü ettiğim arkadaşına yazdığı mektupta açık bir şekilde şöyle demektedir: “Fakat, işte olayın şu en yaralı noktası istifhamlı, bu acayip fakat, Neden mürekkeptir. Çünkü bu fakat… Çocukluğumdan itibaren görmediğim, bilmediğim, sevmediğim, sevemeyeceğim o korkunç, o müthiş hiçliye (dilencilik) denilen o kuduz illete yalvartmak istiyor. Fakat efsus, benim doğam, yaratılışım, bütünü bütüne bu illetten kaçar. Bu zilletten korkar. Ben hamallığı, hizmetkârlığı pek ziyade severim. Fakat böyle bir Devr-i Hürriyet ve Zaman-i Saadete benliğimi satmak, rehin olmak istemem. Kölesi olduğum bir şey varsa o da hakikat ve aşktır.” Buradan anlayabileceğimiz gibi köleliğe razı olmuyor. Fakat Hüseyin Cavid İstanbul’da yaşadığı dönemde, tek bir köleliği kabul ediyor, o da aşka ve hakikate bağlılık köleliği idi. Hüseyin Cavid bu manevî kanaate vardı. İstanbul döneminde Hüseyin Rasizade çok önemli bir olay daha yaşamıştır. O da soyadı Rasizade’yi Cavid’le değiştirmesi. Şöyleki, hayatının bu döneminde Cavid soyadını, imzasını kullanmaya başlar. Hatta hapsedilip 1938 yılında sürgüne gönderildiği zamanlarda bile bütün evrak kayıtlarda artık Rasizade ismini göremezsiniz. Bundan dolayıdır ki, birçok araştırmacılar İstanbul dönemine, buradayken eğitim sürecine Cavidleşme dönemi de diyorlar. İstanbul’dayken “Sırat-i Mustakim” dergisinde Hüseyin Cavid’in; “Yâdi Mazi”, “Son Bahar”, “Elm-i Beşeri” şiirleri yayımlanır. İstanbul’a Hüseyin Salik Rasizade olarak gelen şair, burada Cavid’leşiyor. Yani arkadaşı Kurbanali’ye mektuplar dışında Rasizade’yi kullanmıyor. Bu tarihlerde “Sırat-i Mustakim” dergisiyle edebiyat camiasında Hüseyin Cavid olarak tanınmaya başlıyor.... İstanbul’dan Sonraki Dönemde Öğretmenlik Faaliyeti: Darü’l- Fünun’u başarıyla bitiren Hüseyin Cavid, 1909 yılının sonunda doğduğu şehirden Nahçıvan’a döner. Memleketine büyük umutlarla dönen, yeni yetişen gençlere faydalı olmak, büyük işler yapmak arzusuyla gelen Hüseyin Cavid, çok kısa zaman sonra bedbinleşiyor. Yazarın bedbinleşmesine sebep olarak o dönemde Nahçivan’a dönünce Azerbaycan’ın milliyetçi aydınlarına, özellikle Türkiye’de eğitim almış açık fikirli gençlere iş kapılarının kapalı olduğunu anlamasıdır. Diğer taraftan yaklaşmakta olan Balkan Savaşları’nın gergin havası yüzünden, ister Azerbaycan’da olsun isterse Türkiye’de aydınların çalışabilme imkânları kısıtlı hale gelmiş, vatanperver öğretmenler çeşitli sebeplerle okullardan uzaklaştırılmışlardı.”



Kaynakça



1. Abdulhaluk Çay, Türk Cumhuriyetleri ve Akraba Toplulukları ile Koordinasyondan Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın Faaliyet Raporu, Cilt 1, Tamga Yayıncılık, Ankara 2000.

2. Belgelerle Osmanlı-Türkistan İlişkileri, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 2004.

3. Birol Dok, Türkiye’nin Gururu Büyük Öğrenci Projesi, Türk Yurdu Dergisi, Ankara Nisan-2009, Sayı: 260.

4. Birol Dok, Türk Kültür Coğrafyaları: Bugün ve Yarın....Ne Yapmalıyız, Türk Yurdu Dergisi, Ankara Nisan-2016, Sayı:342



5. İsa Özkan, Türk Cumhuriyetlerinde Dil, Eğitim ve Kültür Alanındaki Değişme ve İşbirliği Çabaları, Bağımsızlıklarının 15. Yılında Türk Cumhuriyetleri, Yayına Hazırlayan: Hatice Doğan, Ankara 2007.

6. Kül-Tegin, Orhun-Yenisey Yazıtları (Vl-Vlll. Yy.) Türksoy Yayınları, Ankara 2003.

7. M.Rıza Bekin, Doğu Türkistan Vakfı Başkanı M. Rıza Bekin’in Anıları, Kastaş Yayınları, İstanbul 2005.

8. Mehmed Niyazi, Millet ve Türk Milliyetçiliği, İstanbul 2000.

9. Ahmet Bican Ercilasun, Türk Dünyası Üzerine İncelemeler, Ankara 1997.

10. Aydın Taneri, Türk Kavramının Gelişmesi, Ankara 1983.

11. Laszlo Rasonyı, Tarihte Türklük, Ankara 1993.

12. Mustafa Erkal, İlkel Etniklik, Çağdaş Etniklik ve Türk Kimliği,(Atatürk Döneminden Günümüze Cumhuriyetin Eğitim Felsefesi ve Uygulamaları Sempozyumu Bildirileri), Ankara 2006.

13. Stepan Bulgar, Veysel Arseven (Vasili Öküzçü) 1919-1977/Biyografisi, Makaleleri ve Müzik Eserleri, Türksoy Yayınları, Ankara 2004.

14. Yılmaz Öztuna, Cumhuriyet Dönemi Öncesinde Türkler, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2004.

15. Dilaver Cebeci, Türk’e Dair, İstanbul 2001.

16. Yükseköğretim Kurulu’nun 2012 veri ve bilgileri, BÖM,

17. Umay Türkeş-Günay, Türklerin Tarihi –Geçmişten Geleceğe, Ankara 2006.

18. Ali Güler, Suat Akgül, Türklük Bilgisi, Ankara 2001,



19. Bağımsızlıklarının 15. Yılında Türk Cumhuriyetleri, ATO Yayınları, (Yayına Hazırlayan: Hatice Doğan) 2007,

20. Bağımsızlıklarının 15. Yılında Türk Cumhuriyetleri, TOBB Yayınları, (Editörler: Orhan Kavuncu, Alaaddin Korkmaz) 2007.



21.Prof. Dr. Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara 2000,.

22. Azerbaycan Kültür Derneği’nin internet sitesi www.azerbaycankuldur.org

23.Adalet Tahirzade, Oğuztoğrul Tahirli, Azerbaycan Cumhuriyeti Talabeleri (Tarihi, Arayış, Belgeler, Yaşamlar), Bakü 2016.

24. Zhala Babashova, “19. Yüzyıl Sonu 20. Yüzyılın Başlarında Azerbaycan ve Türk Edebiyatı; Hüseyin Cavid, Türk Edebiyatı ile Etkileşimleri”, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2014.





Yorumlar









Aktif Ziyaretçi 54
Dün Tekil 1505
Bugün Tekil 1845
Toplam Tekil 4076627
IP 3.137.157.45






TURAN-SAM PRINTED ISSN: 1308-8041
TURAN-SAM ONLINE ISSN: 1309-4033
Journal is indexed by:





























16 Sevval 1445
Nisan 2024
P
S
P
C
Ct
P
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30


T rk milletindenim diyen insanlar her eyden nce ve mutlaka T rk e konu mal d r.
(Mustafa Kemal ATAT RK)


Ekle kar









Anasayfa - Amaç - Hedefimiz - Mefkuremiz - Faaliyetler - Yönetim - Yasal Uyarı - İletişim

Her Hakkı Saklıdır © 2007 - 2023 TURAN-SAM : TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sayfa 1.311 saniyede oluşturulmuştur.

TURAN-SAM rssTURAN-SAM rss
Google Sitemap

"Bu site en iyi mozilla firefox'ta 1280x960 çözünürlükte görüntülenir."

Turan Portal v1.3 | Tasarım TURAN-SAM , Kodlama Serkan Aygün

Turan Nedir?, Bilimsel Dergiler, En popüler Bilimsel Dergi, Endeksli Bilimsel Dergiler, Saygın Bilimsel Dergi, Türk Dünyasının en popüler ve en saygın Bilimsel Hakemli Dergisi, SSCI, SCI, citation index, Turan, Türk Devletleri, Türk Birligi, Türk Dünyası, Türk Cumhuriyetleri, Türki Cumhuriyetler, Özerk Türkler, Öztürkler, Milliyetçi, Türkçü, Turancı, Turan Askerleri, ALLAH'ın askerleri, Turan Birliği, Panturan, Pantürk, Panturkist, Türk, Dünyası, Stratejik, CSR, SAM, Center for Strategical Researches, Araştırma, Merkezi, Türkiye, Ankara, İstanbul, Azer, Azeri, Azerbaycan, Bakü, Kazakistan, Alma-Ata, Astana, Kırgız, Bişkek, Kırgızistan, Özbekistan, Özbek, Taşkent, Türkmen, Türkmenistan, Turkmenistan, Aşxabad, Aşkabat, Ozbekistan, Kazakhstan, Uzbekistan, North, Cyprus, Kıbrıs, MHP, AKP, CHP, TURKEY, Turancılık, KKTC, Vatan, Ülke, Millet, Bayrak, Milliyet, Cumhuriyet, Respublika, Alparslan Türkeş, Atatürk, Elçibey, Bahçeli, Aytmatov, Bahtiyar Vahabzade, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, İsmail Gaspıralı, Gaspırinski, Nihal Atsız, Alptekin, Kürşad, Tarih, Kardeş, Xalq, Halk, Milletçi, Milliyetçi, Yürek, Ürek, Türklük, Beynelxalq, Arbitrli, Elmi, Jurnal, Nüfuzlu